AHYAR
Tasavvufta, dünyanın düzenini sağladıklarına inanılan ricâlü'1-gayb zümrelerinden birine verilen ad.
Ahyârın sayısı ve görevleri çeşitli kaynaklara göre farklılıklar gösterir. Bu konuyla ilgili olarak nakledilen, fakat sıhhat derecesi şüpheli olan hadislerde ahyârın sayısının yedi veya üç yüz olduğu rivayet edilmiştir. Bu hadislere göre abdal Şam'da, nücebâ Yemen'de, ahyâr ise İrak'tadır. Her asırda mutlaka mevcut olan ahyâr yeryüzünde durmadan seyahat eder. Ahyârı memnun etmek veya kızdırmak. Allah'ın rızâsına veya gazabına sebep olacağı için onlara hizmet etmekten geri durmamak lâzımdır. Hücvufye göre sayıları 300 olan ahyâr, yeryüzündeki bütün meseleleri halledip karara bağlama yetkisine sahiptir. Hücvîrî'nin ahyâr konusunda verdiği bu bilgiler Câmî tarafından aynen tekrarlanmıştır. Ahyâr bazı kaynaklarda ricâlü'l-gayb'ın başka bir zümresi olan ebrâr ile bir tutulmuş ve ahyâr ile ebrârın sayıları genellikle yedi olarak kabul edilmiştir. Bu yedi sayısından hareket edilerek bunların halk kültüründe ve tasavvuf çevrelerinde “Heft-ten” (yediler) olarak tanınan grupla da aynı oldukları ileri sürülmüştür. Bundan başka "yedi-ler'in Ashâb-ı Kehf olduğu söylenmişse de ahyâr her yerde bulunabilme özelliği dolayısıyla onlardan ayrılır. Ahyârdan olan velîlerin her birine Hasan ismi verilir. Kuzey Afrika halkı arasındaki tasavvuf anlayışına göre 300 velîden meydana gelen ahyâr. ricâlü'l-gaybın başka bir zümresi olan nükabâ ile aynıdır.
İbnü'l-Arabî riçâlü'l-gaybı sınıflandırırken ahyârın sayısının tesbit edilemeyeceğini söyler. Ona göre ahyârın sayısı değişse de yeryüzünde daima varlığı devam eder. İbnü'l-Arabî bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in Sâd süresindeki âyeti (38/47) delil olarak gösterir. Ancak bu âyetteki “Ahyâr” kelimesinden ricâlü'l-gaybın bir zümresini anlamaya imkân yoktur. Zira buradaki ahyâr, 45. âyette adları anılan İbrahim, İshak ve Ya'küb'un da dahil olduğu peygamberleri tavsif için kullanılmıştır.
Ahyâr, Necmeddîn-i Kübrâ'nın Uşûl-i 'Aşere adlı eserinde bir tasavvuf cereyanı olarak ele alınmış ve tarikatlar ta-rik-i ahyâr, tarîk-i ebrâr, tarîk-i şüttâr olmak üzere üçe ayrılmıştır. Bunlardan ahyâr tariki, çok ve devamlı ibadet etmek suretiyle Allah rızâsına ulaşacağına inanır, amel ve ibadet üzerinde hassasiyet gösterir. İlk zâhidlerin tuttukları yol, ahyâr tarikidir.907
Bibliyografya
1) Tehânevî. Keşşaf, “Hıyar”, “Tasavvuf” madleri; Sülemi, Tabakât, s. 32, 243;
2) Hücvirî. Keşful-mahcûb 908, London 1911, s. 214;
3) a. e. 909, İstanbul 1982, s. 330;
4) İbnü'l-Arabî, el-Fütûhât, II, 7, 31;
5) Lâmiî, tiefehât Tercümesi, s. 24;
6) Aclûnî. Keşful-hafâ I, 25;
7) İsmail Hakkı Bursevî. Rûhu'l-beyân, İstanbul 1970. VllI, 70;
8) H. Algar, “Akyâr”, Elr., I, 740-741. 910
AHZ
Tasavvuf ve hadis ilimlerinde farklı anlamlarda kullanılan bîr terim.
Tasavvufi Açıdan Ahz
Arapça'da “Almak” mânasına gelen ahz kelimesi bir tasavvuf terimi olarak çeşitli devirlerde farklı anlamlarda kullanılmıştır. İlk sûffler benliğinden koparılıp alınmış ve bir cezbeyle kendinden geçerek Allah'a ermiş meczuplara me'hûz veya müsteleb, bu hale de ahz diyorlardı. Görünüş itibariyle deliye benzeyen bu meczuplar, ilâhi celâl ve azamet karşısında varlıklarından uzaklaşmış ve dünyadan habersiz hale gelmiş velîlerdir. Ahz, cezbe makamının sonudur. Kalbe gelen vecd nuru onu latifleştirir; bu halin verdiği haz. sâliki tefrika halinden alır. Sûffler, “Kul mecnun sayılmadıkça imanın hakikatine eremez” hadisiyle me'hûzun kastedildiğini söylerler. 911
Ahz. Hakk'ın. kulunu kendine çekmesi (cezb) ve âşıkın varlığını ezelî varlığa (ayn) atmasıdır. Onun için bu haldeki kimse “Gâib”dir; halkı ve kendini göremez; aldığını Hak'tan alır, verdiğini Hakk'a verir. Meczubun bu haline ahz u atâ denir. İstikamet ve temkin makamı olan bu makama ulaşan sûfî, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Murakabe ehli, îhlâs makamında ve şevk halindeyken kalbine Allah'tan başka şeylerin (mâsivâ) gelmesi tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarından, kalblerine gelen kötü hâtıraları himmetleriyle uzaklaştırmadıkları takdirde muaheze edilirler. 912, Buna da ahz (kınama) adı verilir.
Son dönem mutasavvıfları tarikata girmeye ahz-ı tarikat, bir şeyhe bağlanmaya ahz-ı yed (el alma), belli duaları (evrâtf. ahzâb) okuma iznine ahz-ı zikr. bu sayede marifet ve irfan sahibi olmaya da ahz-ı feyz demişlerdir. Gümüşhânevî, bu mânadaki ahzı hadis öğrenme usulü “Ahz”a benzeterek bir kimsenin tasavvuff bilgileri bu dört usulden;
1) Musâfaha, zikir telkini ve hırka giyme yoluyla;
2) Kitapları okuyarak rivayet yoluyla;
3) Okunan kitapları kavrayarak dirayet yoluyla;
4) Fiilen hizmet ederek, çile çekerek ve terbiye görerek biri veya birkaçıyla ahzedeceğini söyler. 913
Hadis İlmi Açısından Ahz
Hocadan hadis almak. Öğrenmek mânasında kullanılan bir terim 914
Bibliyografya
1) Serrâc, el-Lüma', s. 420;
2) Baklî. Şerh-i Şathiy-yât, s. 406, 554;
3) a.mlf.. Meşrebü't-ervâh. s. 113, 216;
4) Heysemî. Mecma'u'z-zevâ'id, Beyrut 1967, X, 75-76;
5) Aclûnî, Keşful-hafa, I, 187;
6) Gümüşhânevî, Câmicu'l-uşûl, Kahire 1319, s. 61, 65, 915
AHZAB
Bk. Hizb.916
AHZÂB GAZVESİ
Bk. Hendek Gazvesi. 917
AİR
Medine'nin güneyinde yer alan ve Medine hareminin sınırlarından birini teşkil eden dağ.
Mekke gibi Medine'nin de bir harem’i vardır ve bu saha Zülhuleyfe yakınlarındaki Âir (Ayr) dağıyla Uhud dağı ve Küçük Sevr dağı arasında kalan bölgedir. Âir. Mescid-i Nebevinin yaklaşık 8 km. güneyinde, Sevr ise 8 km. kuzeyindedir.
Şahîh-i Buhârî'de Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber. “Medine'nin Âir dağından şuraya kadar uzanan sahası haremdir. Kim Medine'nin bu haremi dahilinde Kitap ve Sünnet'e aykırı bir İş yapar veya ehl-i bid'ata yardım ederse Allah'ın azabı, meleklerin laneti ve bütün halkın nefreti onun üzerine olsun.” 918 buyurmuştur. Şahîh-i Muslim'deki rivayette, bu hadiste “Şuraya kadar uzanan saha” diye müphem bırakılan sınırın Sevr dağı olduğu ifade edilmektedir. 919
Bazı müellifler Medine'de Âir ve Sevr adında dağlar bulunmadığını, bunların Mekke civarında yer aldığını iddia ederlerse de bu yanlıştır. Çünkü Mekke'de olduğu gibi Medine civarında da Sevr ve Âir adlı dağlar vardır. Bazı âlimler Medine'nin hareminin Mekke'nin haremi gibi olmayıp harem kelimesinin Medine için tazim ve saygı mânasında kullanıldığını, ağaç kesmek, ot yolmak ve avlanmak gibi yasakların hicretten bir müddet sonra kaldırıldığını ve bu tür faaliyetlerin serbest bırakıldığını söylerler. 920
Bibliyografya
1) Kamus Tercümesi, “Sevr” md.; Buhârî, “Fezâ'ilü'l-Medîne”, 1-4, “Cizye”, 17, “Ferâ'iz”, 21;
2) Müslim. “Hac”, 467;
3) Yâküt. Mu'cemü'l-büldân, IV, 73, 171, 172;
4) Nevevî. Şerfyu Müslim, Kahire 1392/1972, IX, 143;
5) İbn Hacer. Fethul-bân, Kahire 1398/1978, VIII, 208, 216;
6) Tecrid Tercemesi, VI, 226-231 vd.; Mir'âtü'l-Haremeyn, II, 219, 229;
7) Ömer el-Fârûk, el-Medînetü'l-Müneovere, Cidde 1399/1979, s. 52, 57, 58;
8) M. Hamîdullah. Hz. Peygamberin Savaşları oe Sauaş Meydanları 921, s. 96, 97, 134;
9) Ali Hafız. Fuşüt min târthi'l-Medlneti'l-Müneülere, Cidde, ts., s. 11, 12;
10) Salih Lem'î Mustafa. el-Medmetü'l-Münevvere, Beyrut 1981, s. 9;
11) Kâmil Miras, “Âir”, İTA, I, 192, 193;
12) G. Rentz. “al-Akik”, El (İng), I, 336;
13) W. M. Watt. “al-Madîna”, El (İng).V, 994. 922
Dostları ilə paylaş: |