Yani hepimiz Allah’ın zâti sıfatları ve esmâsının ihtiva ettiği özelliklerle varız.
İLÂHİ SIFATLAR,
“İLÂHİ RAHMET”İN SONUCUDUR
Allah’ın yaratmış olduğu bir sistem var. Bir düzen var. Yani, Allah ismi ile işaret edilen bir varlık ve O’nun vasıfları var.
Bu varlığın vasıfları arasında ilk başta tanıdığımız, gördüğümüz nedir?.
Hayat, ilim, irade, kudret sıfatları.
Hayat, ilim, irade sıfatları kendisine dönük sıfatlardır.
Kudret sıfatı ile birlikte kendindekini açığa çıkarmaya dönük özellikler meydana gelir.
Bu sıfatlar içinde, dördüncü sıfat diye bilinen, bahsedilen Kudret sıfatı çok önemlidir.
Kudret sıfatından sonra da, Semi, Basir ve Kelim gelir.
Bu sıfatlar, ilâhi rahmetin neticesi, sonucudur.
“İNSAN”,
ENFÜSTE VE ÂFAKTA,
ZÂTİ VASIFLARI TANIYABİLME İSTİDAD VE
KÂBİLİYETİNE SAHİP BİR VARLIKTIR
ARZ’DA(Bedende) AÇIĞA ÇIKAN KUVVELER,
ALLAH’IN SIFATLARIDIR!
“Arz”, beden’dir!
“Semâ” nasıl insanın şuur boyutu ise, “Arz” da insanın bedenidir!.
Namazı yaşamak, tefekkürle olur!
Tefekkür için, okuduğun kelimelerin anlamını bileceksin!
Kurân, “Semâ” diyor..Biz, onu “Gök” anlayıp gökte arıyoruz...
Kurân “Arz” diyor, biz de “Toprak” diyor; toprakta arıyoruz...
“Arz”, beden’dir!
Kurân’da geçen “Dünya” kelimesi, fizik olarak Dünyayı değil; “DünyaNI” anlatır!
“DünyaN”dır!.
Bunun ilmî izahına girmeme gerek var mı?...
Hiç kimse, hiçbir insan, Dünyayı göremez! Çünkü beyinde bizim anladığımız mânâda bir görme olayı yok zaten..
Dışardan gelen çeşitli verilerin beyinde değerlenerek hayâl âleminde bir sûret oluşmasıdır, “Dünya”!
Dolayısıyla hiçbirimiz dışardaki Dünyayı değil; beynimizdeki DünyaMIZI görüyoruz!.
“Semâ” nasıl insanın şuur boyutu ise, “Arz” da insanın bedenidir!.
“Biz emâneti yerlere ve göklere arzettik, kabullenmedi; insan kabullendi!” diyor. (Ahzab-72)
“Emânet” dediği, işte söylüyoruz ya, “bu beden bize emanettir!”...
Ama öbür taraftan da diyor ki
“İnni câilun fil ardı Halife!” (Bakara-30)
“Biz Arzda halife meydana getirdik” diyor.
Arz’da halife meydana getirdiği, biz zannnediyoruz ki şu gördüğümüz Dünya adını verdiğmiz kürede Halife meydana getirdi..
“ARZ’da Halife” meydana getirdi!
Çünkü Arz’da açığa çıkan kuvveler, Allah’ın sıfatlarıdır!
Allah’ın HAYAT sıfatı bu Arz’da bu bedende açığa çıktığı için HAYY isminin mazharı olarak bütün varlığının her zerresinde hayat var, can var.
Allah’ın İLİM sıfatının zuhuru olarak varlığında bilinç ve şuur var.. Kalb ehlisin!
Allah’ın İRADE sıfatının neticesi olarak MÜRİD ismi senin varlığında zâhir oluyor ve sen o ilmini kuvveden fiile dönüştürecek iradeyi zâhir kılıyorsun... O’nun sıfatları ile varlığı algılıyorsun ve değerlendirmesini yapıyorsun..Yani,
“Fil ardı Halife!”
Hakikat”ı yaşayabilmek, ancak “ilmi ledün” ile mümkündür.
Zirâ, ilâhî sıfatlarla tahakkuk, ancak “ilm-i ledün” ile mümkündür!
Şâyet tasavvuf lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini esmâ boyutunda, sıfat boyutunda ve zât boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak gidilecek noktanın ne olduğunu idrâk edip, O'nun gereğini yaşayabilmek ile mümkün olur.
SIFATLAR ASILDIR;
“İSİMLER” İSE,
ONLARA DİKKATİ YÖNELTMEK İSTEYEN
ARAÇLAR!
Zâti denen sıfatlar esma mertebesini ayakta tutan ve oluşumunu anlatan sıfatlardır.
SIFATLAR ve İSİMLER....
Bilindiği gibi, Sıfatlar asıldır; İsimler ise onlara dikkati yöneltmek isteyen araçlar!
Önemli olan vasıflardır! İsimler değil!
İsmin işâret ettiği vasıf, işaret edilende yoksa, bu hem ona ZULÜMdür hem de o ismi duyanlara!.
Meselâ “Rasûl” kelimesi... Bir vasfa işaret eder. O isimle işaret edilen kişide o vasıf yoksa, hem ona hem de bunu duyanlara zulûmdür.
Ya da; Kutup’tur, Gavs’tır gibi... çeşitli ünvan ve mertebe isimleriyle bir kişideki bir sıfata, bir vasfa işaret ediyorsunuz.
Oysa o kişide, o mertebe ve o mertebeyi oluşturan yaşantı yok...
İşte siz ona yakıştırdığınız bu ismin işâret ettiği vasıfla hem ona, hem de bunu duyan insanlara eziyet ve zulûmde bulunmuş olursunuz.
Öncelikle şunu anlayalım...
Sizin verdiğiniz isim veya sıfatla, kişi o vasfa bürünmez, o mertebeyi elde edemez!
Kişi, yaşadığı kemâlin oluşturduğu vasıfla, belli bir isme hak kazanır!
KENDİNDE MEVCUT TÜM MÂNÂLARI
“İLMİNDE” SEYREDER…
SEYREDEN,
BİZ DEĞİL; MUTLAK VARLIKTIR!
"ULÛHİYET" vasfıyla işaret edilen ve "ALLAH" denilen sonsuz - sınırsız varlığın dışında ikinci bir varlık yoktur gerçekte!
Sınırı olmadığı için de bu varlığın dışından asla sözedilemez!
Bu sonsuz-sınırsız varlık, bir yönü ile "Câmi", yani bütün mânâları cem etmiş, kendinde bulunduran; bir yönü ile "Muhît" yani, bütün mânâları ihâta eden, kapsayan bir varlık olması neticesinde, kendinde mevcut olan bütün mânâları, gene kendi kendi ilminde seyreder.
O`nun içinde başka varlıklar da mevcut değildir; ve kendinden başka bir varlık meydana gelmemiştir.. Çünkü;
"doğurmamıştır"!
"doğurulmamıştır"!
Yani, O`ndan meydana gelen ikinci bir varlık söz konusu değildir.
"Sadece Allah var ve O'nunla beraber hiç bir şey yok! El an böyledir!"
Yani "An", bu bahsedilen "An"dır. Zaman, mekân, madde-uzay gibi kavramlar hep beş duyuya GÖRE var kabul edilen şeylerdir. Oysa bu boyutta zaman ise, "an"ın sürekliliğidir! Diğer bir deyişle zaman kavramı bu boyutta geçersizdir!
Bunlar hep, sonsuz ve sınırsız varlığın kendindeki mânâları seyri durumunu anlatan hususlardır..
Göz boyutundan çıkıp, gözün algılama kapasitesini aşıp da, bilimsel ve düşünsel olarak yaklaşabilirsek..
Varlık âleminin; algılayamadığımız alt boyutlarında, santimetrenin milyarda biri kadarlık dalga boylarından, kilometrelerce uzunluğundaki dalga boylarına kadar, sayısız fakat her biri bir mânâ ifade eden dalga boylarından oluşan bir yapı olduğunu farkederiz. Bu yaratılmışlar boyutudur. "Ef`al" âlemidir!
Bunların her biri kendine has mânâlar ihtiva eder. Ve, bu mânâlar, kendilerini algılayacak yapılar tarafından algılanır. Algılayamayacaklar tarafından da "gayb" hükmü ile gizli kalırlar! Bu "mutlak gayb" değil, "muzaf gayb"dır! Yani, "göresel gayb".
Biz, özümüzü ne kadar tanıyabilirsek, ne kadar beş duyu ve beden kaydından soyutlanıp, orijinimizi derinliklerimizde bulup, tanıyıp, değerlendirebilirsek, o oranda varlıktaki gaybî mânâları çözmeye başlarız.
Öte yandan bu mânâları gerçekte seyreden ise, biz değil, mutlak varlıktır!
Gerçekte bu seyir, "TEK`in SEYRİ"dir!
SIFAT MERTEBESİNİN
SAHİP OLDUĞU ÖZELLİKLER
(Esmâ Mertebesi)
Arşın üstünde melekler yoktur!
Arş, mânâ ile çokluk sınırıdır.
Arşın üstü esmâ âlemidir. Yani isimlerin mânâsının olduğu boyuttur .
Arş’ın altı ise bu isimlerin mânâsının kuvveden fiile çıktığı, birimleştiği ve de fiiler âlemini meydana getiren sınırdır. Nitekim,
“Rahman arşın üstüne ıstıva etmiştir” dediği zaman buradaki kastedilen şey “Rahmaniyet” mertebesidir yani çokluğu, kesreti birimleri meydana getiren sıfat mertebesi demektir.. Sıfat mertebesi, sahip olduğu özellikler itibariyle “esma mertebesi” diye de anlatılır.
“Esmâ mertebesi” denen şey, İlâhi ismlerin mânâlarından başka birşey değildir.
İşte bu ilâhi isimlerin varolduğu boyut, “Arş’ın üstü”, bu isimlerin kuvveden fiile çıkması mânâdan birime birimselliğe çokluğa dönüşmesi “Arş’ın altına tenezzül” diye anlatılır. Bu Arş’ın altındaki mânâların çokluğa dönüştüğü mertebedeki ilk varlık “Ruh” adlı melektir bir diğer adıyla “Ruh-u A’zam” diye anılır.
İSİMLER PERDESİ ARKASINDAN DEĞİL;
BİZÂTİHİ SIFAT MERTEBESİ İTİBARİYLE
ALLAH’I BİLMEK
Peki, isimler perdesi arkasından değil de, bizâtihi sıfat mertebesiyle bilmek nasıl olur?
Terkibiyetin; terkibiyetinden doğan huy ve karakterin ve tabiatın; tabiat kaydı altında bulunman sözkonusu olduğu sürece, sıfat mertebesindeki benliğini bilebilirsin fakat bu, bilgiden öteye geçmez!..
İşte bu sebepledir ki, "rabbını bilen" "Allah'ı bilmiş" olmaz!
Rabbını bilmesi, bir kişinin cehennemden kurtulmasına yol açmaz! Rabbını bilmesinin ötesinde; kendi rabbının hükmü altından çıkabilmesi zarureti sözkonusudur!..
Rabbının hükmü altından çıkabilmesi de, rabbını bilmesi, rabbının ötesinde Allah adıyla işaret edileni bilmesi; ve Allah'ın hükümleri gereğince, Rabbının kaydından kurtulması gerekir!..
Demek ki "Allah ahlâkıyla ahlâklanmak", zâtında ve benliğinde Allah'tan gayrının var olmadığını müşahede etmekle ve ef'âl mertebesinde bütün ilâhî isimlerin dengeli, ölçülü, kontrollü ve bürünme hükmüyle ortaya çıkışını seyretmekle mümkün olur.
Bütün bunlar ancak ve ancak, kendinde vehmettiğin, birimsel, izâfî şartlanmadan doğan "kişisel benlik" duygusunun ortadan kalkmasından sonra oluşan yaşam şekilleridir.
Varlıkta, Allah'tan gayrının mevcut olmadığına şâhîd olacaksın. Artık, vehmî, şartlanmadan ve beş duyunun aldatmacalarından ileri gelen varlıklar zannı senden kalkacak!..
Bütün varlığın, kül hâlinde, tek bir varlık olduğunu müşahede edeceksin. Hakk'tan söz edildiği zaman, "Hakk" isminin mânâsını Zâtında göreceksin, müşahede edeceksin; ondan sonradır ki, bu söylenilenler sende yaşanacak!.. Ondan evvelki biliş, sadece öğreniş, kabulleniş, iman, takliden tasdiktir!.. Yaşama olmaz!..
İşte bunu yaşayabilmek, bunu hissedebilmek, bunu fiiller düzeyinde müşahede edebilmek için, izafî varlığa ait izâfî (göresel) benliğin ortadan kalkması için, buna ait huyların ortadan kalkması lâzımdır, zaruridir!
İzâfî varlığın "yokluğu" konusundaki şüphe ve endişeler gittikten sonra; şuurunda, izafî varlık hükmünü doğuran huyların, davranışların, şartlanmaların, tabiatların da ortadan kalkması sözkonusudur.
Bunlar kalkmadan, TEK'liği yaşayabilmek gene mümkün olmaz. Evvelâ bunlar kalkacak, sonra gereken isimlerin mânâlarına bürünmüş olarak fiilleri ortaya koyacaksın.
Kaldırmaktan kasıt ne?..
Kaldırılacak, ortadan yok edilecek bir şey, gerçekte yoktur!..
Öyle ise kaldırmaktan murad, sende zuhur eden mânâları dengelemek; ağır basan mânâların kaydından çıkarak, hafif kalan mânâları ağırlaştırmak şeklinde değiştirme demektir. Böylece eski ağırlıklarla oluşan mânâ ya da fiiller sende ortadan kalkmış ve yerine başka mânâlar ve fiiller gelmiş olur!..
Meselâ cimrilik dediğimiz haslet, sendeki bir ismin mânâsının yeterli ağırlıkta zuhur etmemesine bağlı olarak ortaya çıkmış bir haslettir!.. Şayet, bu ismin mânâsı sende ağırlık kazanırsa, cimrilik özelliği sende hükmünü yitirir ve elaçıklığı ve hatta daha da ileri özellikler ortaya çıkar. Bu da zikir yoluyla beyin programında meydana gelecek değişiklik sonucu ortaya çıkar ancak.
CELAL VE CEMAL SIFATLARI
(Zâtî Tecelliler)
Soru: "Rahman'ın iki eli" den murad olarak Celâl ve Cemâl sıfatlarını da düşünebilir miyiz?..
Evet...
ÂLEMLERİ VAR GÖSTEREN ESMÂ
VE SIFATLARDAN GANİ OLAN “ALLAH İSMİ” İLE
İŞARET EDİLENİN CELÂL VE CEMAL SIFATLARI
(Soru: “ALLAH” ismiyle işaret edilenin Zâti tecellilerinden biri olan Celâl sıfatlarını “Rahmetim gazâbımı geçmiştir”le oturtamıyorum.)
Tasavvuf kelimeleriyle yani mecaz yani işaret kelimeleriyle hayâl dünyanızda bir âlem kurup, sonra da onu deşifre etmek isterseniz, hiç bir yere varamazsınız.
“Celâl”, kızma- şiddet diye bizim ortamımızda değerlendirilirse de “Allah” kelimesinin işaret ettiği mânâ içindeki “Celâl” kelimesinin anlamı çok farklıdır. Bunu araştırın..
Düşüncenizin temelinde "ALLAH"laştırmaya çalıştığınız yattığı sürece; hayâl dünyanızdan çıkıp gerçeği göremezsiniz!...
Öncelikle yapmanız zorunlu olan şey, "düşüncelerinize kaynak teşkil eden "TANRI" kavramından kurtulmanızdır...
İyi anlamaya çalışın...
"ALLAH” ismiyle işaret edilen ile, bizim Zâti sıfatlarından, Sıfatlarından veya Esmâ’sından sözettiğimiz tanrı anlayışı çok FARKLI şeydir...
Biz, bizi yaratanın-âlemlerimizi yaratanın Zâti sıfatlarından, Sıfatlarından, velhâsıl bizim yaratılışımıza GÖRE bize açıkladıklarından sözediyoruz...
Oysa, "ALLAH” adıyla işaret edilen âlemlerden “GANΔ dir; yani âlemlerin varlığını borçlu olduğu, onları var gösteren Esmâ ve Sıfatlardan GANÎ ‘dir!.
CELÂL SIFATIYLA->KÜRSÎ VE SEMÂLARI, KATMANLARI (dikey bir oluşla);
CEMÂL SIFATIYLA->HER BİR SEMÂDAKİ (katmandaki) YAYIMSAL YARATIŞI (Yatay diyebileceğimiz) İLE O ÂLEMİN HALK OLMUŞLARINI MEYDANA GETİRİR
(Soru:Üstadım, “Celâl Sıfatları, Cemâl Sıfatlarından öncedir.“ Bunu açar mısınız?..)
Siz bana Celâl ve Cemâl Sıfatlarının ve kelimelerinin anlamını açarsanız, ben de size önceliği belirtebilirim... Celâl sıfatı deyince, kimin nasıl bir Celâl ‘inden söz ediliyor acaba?
Kişi, namaz (salât - hakikatine yöneliş) ile mirâç yaptığında, Rasûlullah’ın bildirdiği “Rabbin salâttadır” ifadesinin hakikatini yaşar!
İlk defa bu şekliyle Allah Rasûlü Muhammed Mustafa tarafından yaşanan “salât”ın olmazsa olmaz şartı, en başta iftitah tekbiri denen “ALLAHU EKBER” sözündeki kavramı hissedip yaşamaktır!. (Bundan öncesindekilerin namazı, salâtın yaşamı değil, ötedekine tâzim hareketidir.)
Bu hissedilip yaşanmazsa, hakikati itibariyle salât başlamaz!
Bu muhteşem olay “TEKBİR” yaşandıktan sonra “B-ismillah” denir, ki sonucu, diyenin kendisi olmasıdır “oku”yan!.
Ve devam edilir “Er Rahman-ir Rahiym” ile Fatiha’nın işaretini yaşamaya...
“El Hamîd” ismi işareti olan “Hamd”; “es Semî” ve “el Basîr”in özelliklerinin sonucu oluşandır. Ki bu da âlemlerin Rabbına âittir…
“Rahman”iyetinin sonucu olarak Celâl sıfatıyla gayzer gibi kürsî ve semaları, katmanları yaratırken (dikey bir oluşla); “Rahîm”iyetinin sonucu olarak “Cemâl” sıfatıyla her bir semâdaki (katmandaki) yayılımsal yaratışı (yatay diyebileceğimiz) ile o âlemin halk olmuşlarını meydana getirir (ki bu evrenimiz içindeki tüm uzaysal yapıyı içine alır).
İLÂHİ SIFATLARIN “CEMÂL KUVVELERİ”
[Bkz.İ/İlâhi Sıfatlar/İlâhi Sıfatların kişiden zuhuru hâlinde yaşanılanlar/“Rabbimiz Allah’tır!” deyip, o doğrultuda yaşayanların üzerine “İlâhi sıfatların cemâl kuvveleri” zâhir olur…(Melekler tenezzül eder)]
KEMÂL SIFATLAR
EN MÜKEMMEL SIFATLAR
ALLAH’INDIR!
Bütün yaratılmışlar âcz ile vasıflanmıştır…
Kötü sıfatlar, gelecek sonsuz yaşam süreçlerine iman etmeyenler içindir... En mükemmel sıfatlar da Allah’ındır... O, Azîz’dir, Hakîm’dir.
Eğer Allah insanları zulümlerinden dolayı sorumlu tutup sonucunu hemen yaşatsaydı; (Arz) üzerinde hareket eden hiçbir canlı bırakmazdı!.. Fakat onları hükmedilmiş bir vakte tehir ediyor... Ecelleri geldiği vakit de ne bir saat geri kalırlar, ne de öne geçebilirler.
(Müşrikler) hoşlanmadıkları şeyleri Allah’a yakıştırırlar (melekler kızlarıdır diyerek)... Üstelik de yalan söyleyip, en güzel sonun kendilerine ait olduğunu iddia ederler. Şüphesiz onlara ateş vardır ve onlar en önde götürüleceklerdir.
Tallahi... Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de irsâl ettik de, şeytan onlara yaptıklarını süsledi (Rasûllerin bildirdiklerini inkâr ettiler)!.. O (şeytan-vehim) bugün (de) onların velîsidir... Onlar için acı bir azap vardır.
Biz sana bu BİLGİ’yi (Kitabı) karşı çıktıkları şeyi (Vahdeti) kendilerine açıklayasın diye ve iman eden Allah semâdan (kişinin hakikatinden) bir su (ilim) inzâl etti de onunla, arzı (bedeni) ölümünden (bilinçsiz-kendini sadece beden sanarak yaşama hâli) sonra diriltti (Allah Esmâ’sıyla var olan sonsuz yaşama sahip olduğunu fark ettirdi)... Muhakkak ki bu, duyduğunu değerlendirecek kişiler için önemli işarettir. (Nahl/60-65)
KEMÂL SIFATLAR ZUHUR EDEN KİŞİLERİN
-
Hakikat ve Sünnetullah bilgisine vâris kılınan...
-
Bütün yaratılmışlar âcz ile vasıflandığını, kendinin de âcz içinde olduğunu-Mutlak kudret ve kuvvet yalnızca yaradan Allah’a ait olduğunu idrak eden...
-
"Hakikat bilgisi"nin hakkını vererek yaşayan...
-
Kendinde bir varlık görememenin; kendisinin acz içinde olduğunu görmenin sonucu, kendisindeki kemâl sıfatlarının Allah’a ait olduğu müşahedesi içinde olan …
-
Kendini bir başka varlığa karşı büyük görmeyen...
-
Kendinde büyüklenme, böbürlenme, gururlanma kalmayan...
-
Hayırlar, yaşantıları ile öne geçen...
-
Esmâ kuvveleriyle tahakkuk ederek "Adn Cenneti" yaşamına girenlerin...
ZİKİR VE YAŞAMLARI
Sonra kullarımızdan süzüp seçtiklerimizi Hakikat ve Sünnetullah bilgisine vâris kıldık! Onlardan kimi nefsine zulmedicidir (hakikat bilgisinin hakkını vererek yaşayamaz)... Onlardan kimi muktesiddir (arada-kâh hisseder kâh bedenselliğe düşer)... Onlardan kimi de Bi-iznillah (Esmâ açığa çıkışının elvermesiyle) hayırlar-yaşantıları ile öne geçendir... İşte bu büyük lütuf, üstünlüktür!
Not: Bu âyeti açıklayan bir hadis-i şerif: Ebud Derda r.a. dedi ki, Hz.Rasûlullah'ı şu âyeti (yani bu 32. âyeti) okurken işittim de şöyle buyurdu: "Hayratlar ile öne geçene gelince, o hesap görmeden cennete girer... Muktesid (arada olan) ise kolay bir hesapla hesaba çekilir... Amma nefsine zulmedene gelince, kendisine hemm (hüzün-üzüntü) dokununcaya kadar bir makamda oturur, sonra cennete dâhil olur"... Sonra şu âyeti okudu: "Hamd, hazanı (üzülmeyi) bizden gideren (tüm kuvvelerin sahibi) Allah'a aittir... Muhakkak ki Rabbimiz, Gafûr'dur, Şekûr'dur. {34. âyet}" (Müsned-i A.Hanbel)
Adn (Esmâ kuvveleriyle tahakkuk ederek yaşam) cennetleri ki, oraya girerler... Orada altından bilezikler ve inci ile süslenirler... Orada onların elbiseleri ipektir.
(Adn cenneti yaşamına girenler) dediler ki: "Hamd, üzülmeyi bizden gideren Allah'a aittir... Muhakkak ki Rabbimiz, Gafûr'dur, Şekûr'dur."
Ki O, bizi fazlından Dâr-ül Mukame'ye (cennet yaşamını yaşatacak özellikli yapıya) yerleştirdi... Onda ne bir yorgunluk dokunur bize, ne de bir usanç. (Fâtır/32-35)
Yaratılmışlardaki güç kuvvet ve kudret izâfi ve geçici... Ama sonuçta, tüm yaratılmışlarda ortak olan vasıf “ÂCZ”dir.
Her ne kadar, biri diğerine göre güçlü gibi gözüküyorsa da, Allah, bir birimde güç kuvvet ve kudret izhar ettiği içindir ki o birim, güçlü gibi gözükür...
Bir diğer varlığa göre, Allah kudret izhar ettiği içindir ki bir birim, kudretli ve güçlüdür . Halbuki kendisinden daha kudretli olanın yanında ise, âcîz durumda!.
Yaratılmışların tümü, istisnasız olarak hakikat itibariyle “ÂCZ” ile mâlûldür.
Kendisinde izhar olunan kudret geçici, âcz ise bakîdir!.
Mutlak kudret ve kuvvet yalnızca yaradan Allah’a aittir!.
İşte yukarıdaki tespihte bunu anlayıp, bunu idrak edeceğiz. Bunu düşünüp, bunu hissedip, diyeceğiz ki;
“Gerçek kudret ve kuvvet sahibi sadece Yaratıcıdır. Varlıklar da, yaratıcının gücünü izhar ettiği zaman güçlüdür. Ama o güçlü de başka bir kudret izharına karşı güçsüz durumdadır. Dolayısıyla, bütün yaratılmışlar âcz ile vasıflanmıştır”.
Bunu iyi idrâk etmek lâzım!. Bir kişinin bu gerçeği idrâk etmesi demek, o kişide artık kendini büyük görme, böbürlenme, gururlanma gibi hâllerin kalkmış olması demektir.
Artık o kişi, izhar olan kudretin yanında, gerçekte âcz içinde olduğunun idrâki içindedir.
ACZ İÇİNDE OLDUĞUNU İDRÂK ETME,
KENDİSİNDEKİ KEMÂL SIFATLARININ ALLAH’A AİT
OLDUĞU MÜŞAHEDESİNİ GETİRİR…
Acz içinde olduğunu idrâk edende büyüklenme, böbürlenme, gururlanma olmaz!. Kendini bir başka varlığa karşı büyük görmez!.
Kendinde bir varlık görememenin; kendisinin acz içinde olduğunu görmenin sonucu, kendisindeki kemâl sıfatlarının Allah’a ait olduğu müşahedesini getirir.
Kendindeki kemâl sıfatlarının zuhuru “ADN” denen cenneti doğurur. Onun içindir ki, Rasûlullah aleyhisselâm:
“Kendini büyük görenler, kibirlenenler Adn cennetine giremez!.” buyurmuştur.
Bu hâdisin mânâsını, kendisinde bir varlık, kuvvet ve kudret gören perde ehli bunu anlayamaz!. Varlığındaki ilâhi sıfatlardan gelen büyüklüğü müşahede edemez!. Onun sonucunu da elbette ki yaşayamaz!.
“Adn” cenneti yaşamı, ilâhi sıfatların birimden zuhûru ile yaşanan hâl demektir.
7 ZÂTÎ SIFAT
“BİLGİ”NİN (Esmâ Mertebesinin-“Data”nın) VARLIĞINI OLUŞTURAN, 7 SIFATTIR. (Hayat, ilim, irade, kudret, kelâm, semi, basar vasıfları)
7 ZÂTÎ SIFATLA
“HAKİKAT”İ DEĞERLENDİRME KUVVESİ
Seb-ü Mesâni
Biz, semâları ve arzı ve ikisi arasındakileri Hak olarak yarattık! Kesinlikle o Saat (ölüm) gelecektir... O hâlde, hoşgörü ve Hakkanî görüş ile davran.
Kesinlikle Rabbin "HÛ"; Hallak'tır, Alîm'dir.
Gerçek ki, biz sana, Seb-ü Mesânî'yi (yedi zâtî sıfatınla hakikati değerlendirme kuvvesini) ve Kur'ân-ı Azîm'i (hakikat ve Sünnetullah BİLGİsini) verdik.
Hakikati inkâr edenlerden bir kısmına verdiğimiz geçici dünya nimet ve zevklerine sakın gözünü takma! Sana gereken değeri vermiyorlar diye üzülme... İman edenlere kol kanat ger!
De ki: "Kesinlikle ben, evet ben apaçık bir uyarıcıyım." (Hicr/85-89)
BEYİNDE GÖRÜNTÜ YOKTUR
BEYİNDE SES YOKTUR
BEYİNDE KELİME YOKTUR
Beyinde görme yoktur...
Beyinde işitme yoktur...
Beyinde şekil yoktur...
Beyinde, sadece ve sadece
“KAVRAMLAR” sözkonusudur!.
(DİN dediğimiz olgunun,
mânânın maddeye dönüşmesi noktası; tekniği)
Bizim beynimiz bir biyokimyasal fabrika olan beden aracılığıyla yaşamına devam eder. Beden dışardan hammaddeyi-gıdayı alır, bu hammaddeyi bioelektrik enerjiye dönüştürür ve bu bioelektrik enerji, beynin tıpkı bilgisayarın 220 volt dışardan enerji alması gibi vücudun getirdiği bioelektrik enerjiyle faaliyetine devam eder. Beyindeki faaliyet, hücrelerarası bioelektrik enerjinin akışıyla oluşur.
Beyinde kelime ve görüntü yoktur.
Nasıl bilgisayarın içinde dolaşan mikrovolt cinsinden elektrik sözkonusuysa, entegreler biotlar transistörler içinde, aynı şekilde, beyin hücreleri arasında da bir bioelektrik akımı vardır. Mikrovolt cinsinden ölçülen bir elektriksel faaliyet vardır, beyin hücreleri arasında...
Bu elektriksel faaliyet, geçtiği hücrenin programlandığı frekansa göre “anlam” oluşturur.
İşte bu husus, DİN dediğimiz olgunun, mânânın maddeye dönüşmesi noktasıdır; tekniğidir.
Bizim daha en küçük hâlimizden, en küçük yaşlarımızdan itibaren dışardan aldığımız tüm veriler - impalslar ister kulak yoluyla ister göz yoluyla ister dokunma yoluyla ister koku yoluyla olsun, hep sinir sistemi aracılığıyla bir elektriksel impals olarak beyne ulaşır; o gelen impalsın frekansı istikametinde de hücreler programlanır.
Daha sonra benzeri bir impals beyne ulaştığı zaman, beyin kendisindeki ona bu frekansın ihtiva ettiği mânânın kendine ulaştığını deşifre eder, çözer ve böylece bizim DÜŞÜNME, ALGILAMA dediğimiz olay meydana gelir.
İnsan beyni genel yapısı itibariyle %5 ilâ %12 arasındaki bir kapasite ile meydana gelir ve devam eder gider.
Yaklaşık %90 civarında bir kapasite de âtıl kapasite olarak kafamızda saklanır.
Esas itibariyle beyin hücrelerinin tümü, beynin yaptığı tüm görevleri yapabilecek kabiliyettedir..Yani, nasıl biraz evvel izah ettim ki, belli anlamlar taşıyan belli frekanslar gelip o hücreyi o frekansa programlar ve o frekansın ihtiva ettiği mana istikametinde o hücre görev alır... İşte bütün hücrelerde o frekanslara göre çalışma yeteneği vardır.
Nitekim çocukken çok ufak yaşlarda- bebekken beyninin yarısı alınan bir çocuğun kalan yarım küre beyni, normalde bizim 2 ayrı kürede yaptığımız faaliyeti rahatlıkla yapabilmektedir. Çünkü beynin yarısının alındığını düşünürsek, geri kalan o %50 kapasitenin herbir hücresi dahi alınan hücrelerle eşdeğer özelliklere sahip .
İşte bütün mesele bu noktada toplanmaktadır.
Bizim normalde beyinlerimiz bu %5-%12 kapasite ile doğuştan ve ana rahminden gelen ve daha sonra da doğuştan sonra aldığı verilere göre çalışma düzeni ve sistemi içindedir. Bizden ortaya dökülen tüm faaliyetler, fiiller ve düşünceler hep beynin bu bahsettiğim çok düşük orandaki kapasitesinin kullanımına bağlıdır. Ancak ne varki, bu kapasiteyi, beyinde kullanılmakta olan %5-7-10 luk kapasiteyi arttırma imkânına sahibiz.
Böyle bir olanağımız var!.
Ve bu olanağa bağlı olarak zaten Nebi ve Rasûller Dini tebliğ etmiştir.
Eğer bu %5 lik-7lik-10 luk kapasiteyi arttırma imkanımız olmasaydı zaten Nebi ve Rasûllerin dini getirmesine dini tebliğ etmesine bize bir takım ölümötesi yaşamda yarar sağlayacak çalışmaları tebliğ etmesine mahal olmazdı!
Nasıl?...
Biz genelde bir şey, düşündüğümüz zaman beyin hücreleri arasında o ilgili konuya dönük bir bioelektrik elektrik akışı meydana gelir ..
Şu anda konuşuyorum ve ağzımdan çıkan ses, sizin kulağınıza ulaşıyor. Sizin kulağınıza ulaşan sesten evvel, benim gırtlağımda bir hareket meydana geliyor… Bu hareketi sağlayansa, BEYİN!
Dostları ilə paylaş: |