Ahmet Akgündüz Bilinmeyen Osmanlı



Yüklə 3,77 Mb.
səhifə55/83
tarix12.01.2019
ölçüsü3,77 Mb.
#95873
1   ...   51   52   53   54   55   56   57   58   ...   83

Geniş bir kitleyi muhtevi askeri sınıf kavramı içinde mütalaa edilen grublar birbirlerinden çok farklı sosyal statü ve mevki sahibi kişilerden, "hem sosyal hiyerarşinin tepesinde bulunan padişahı hem de ücretini bir vakıftan alan bir cami ferraşı"ndan teşekkül ediyordu.

Böylece teşekkül eden bu geniş sınıfın bilhassa vergi konusunda re'âyâdan farklı olarak birçok imtiyazları vardı. Re'âyânın ödemek zorunda olduğu ra'iyyet rüsumu ve diğer vergilerden muaf idiler ve bu muafiyet Osmanlı idari teşkilâtı içerisinde askeriyi re'âyâdan ayırdeden belli başlı bir vasıf sayılıyordu. Askerî kesimin vergiden muaf tutulmaları ve kazasker mahkemesinde yargılanma gibi bir takım ayrıcalıkları bu kesimin sosyal hayatta itibarlarını yükseltmiştir209.

209 BA, Mühimme Defteri, nr. 227, sh. 120; nr. 78, sh. 897; Ta'limat-ı Şehid Ali Paşa, (neşr. Mehmed Gallb), TOEM , cüz 3, sene I, İstanbul, 1328/ 1910; Âlî, Mevaidü'n-Nefâis Fİ Kavâidi'l-Mecâlis, (Mehmed Şeker neşri), sh. 290-291; Akgündüz; Osmanlı Kanunnâmeleri, c 3, sh. 143; Mumcu, Ahmed, Osmanlı Devleti'nde Slyâseten Kati, Ankara 1963, sh. 70; Tabakoğlu, Ahmed; Türk İktisat Tarihi , 2. Bask, İstanbul 1994, sh. 138-144, 148; Bilglseven, Âmiran Kurtkan, Genel Sosyoloji, 4. Baskı, İstanbul 1986, sh. 142, 145; Malî Sosyoloji, İstanbul, 1968, sh. 96, 107-116; Rodinson, Maxime, "İslâm Dünyasında İktisat Tarihi ve Sosyal Sınıfların Tarihi", Belleten, c. LIII, sayı 207-

346


BİLİNMEYEN OSMANLI

214. Osmanlı yönetim anlayışında soy asaleti'nin bir önemi var mıydı? Kişinin ehliyeti ne derece önem arz ediyordu?

Kanuni dönemini inceleyen Albert Howe Lybyer, haklı olarak belki de yeryüzünde Osmanlı yönetim kurumu kadar büyük çaplı ve cüretkar bir başka deneme yapılmadığını, koyun sürülerine çobanlık eden ve karasabanın ardında koşan çocukları alıp, onları saraya erkan ve prenslere eş yaptığını söylüyor.

Böyle bir yönetim anlayışına sahip Osmanlı Devleti'nde ferdin toplum içindeki yeri soy asaletine dayanmıyordu. Dolayısıyla kan bağına bağlı olarak süregelen bir seçkinler sınıfının varlığına da rastlanılmamaktadır. Devlet, eski Türk aşiret aristokrasisini ve feodal yapıları tamamen bertaraf etmiş, siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi iktisadi güçlerin oluşmasını engellemiştir.

Fâtih'den itibaren yüksek askeri ve bürokratik görevlere toplumsal tabanları olmayan devşirmelikten yetişme kişilerin getirilerek devlet mekanizması içerisinde soyluluk geleneğine dayalı bir yapılanma önlenmiştir. Bu gelişme devletin gittikçe merkezi ve anonim bir karakter almasında da rol oynamıştır.

Soy asaletinin belirleyiciliği açısından sadece tek bir istisna vardır; hâkimiyeti e-linde bulunduran aile olmaları itibariyle Osmanoğulları'na ayrıcalık tanınmıştır.

Osmanlı toplum yapısı içerisindeki farklılık fonksiyoneldir. Toplumda iş bölümünü oluşturmaktadırlar. Herkesin bir görev ve sorumluluk alanı vardır. Bu sosyal guruplar dünya işleri açısından birbirlerine üstün olmadıkları inancını taşırlar. Bu gurupları yönetenlerin bile tercih ve tafdili için bir sebep yoktur.

Osmanlı Devleti'nde kişinin kabiliyet ve ehliyeti önemli bir kriter olarak değerlendirilmektedir. Herhangi bir göreve tayinde mutlaka bu iki özellik dikkate alınıyordu. Şahsın ailesi, soyu, geçmişi, etnik özelliği fazla bir anlam taşımıyordu. Köle asıllı olduğu halde kabiliyet ve ehliyeti sayesinde askeri ve bürokratik alanda en yüksek kademeye çıkabilmiş pek çok kimse bulunuyordu. 1561 yılında sadrazamlığa yükselmiş olan Ali Paşa Dalmaçyalı bir devşirmeydi. Ali Paşa şahsi kabiliyet ve liyakati sayesinde bu makama gelebilmiş idi.

Sistem en başından en sonuna kadar liyakati ödüllendirecek, yetenek, çaba ve yeterli donanımla beslenen her türlü hırs ve özlemi doyuracak biçimde düzenlenmişti. Biri manevi onurlandırma, öteki maddi olmak üzere iki ödüllendirme yöntemi vardı. Manevi onurlandırma mesela Enderunda bir sınıftan ötekine yükseltmek ve en yetenekli

efendi»! fmdan »<

yor ti. i yük*

İ

208(1989), sh. 883-901; Yediyıldız, Bahaeddin, "Türk Vakıf Kurucularının Sosyal Tabakalaşmadaki Yeri 1700-1800", Osmanlı Araştırmaları II, İstanbul 1982, sh. 147, 151; Orhonlu, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğunda Derbend Teşkilatı, İstanbul 1967, sh. 32-33; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi MI, Konya 1989, cilt 1, sh. 201; İnalcık, Halil, "The Nature of Traditional Society, Turkey", Robert Ward ve Dankwart Rustovv, ed., Political Modemization in Japan and Turkey, Princeton, 1964, sh. 44'den nakleden Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, Ankara 1969, sh. 85, 86, 87; İnalcık, Halil, "XV. Asır Türkiye İktisadi ve İçtimaî Tarihi Kaynakları", İÜ. İktisat Fakültesi Mecmuası, c. XV/l-4, sh. 53; İnalcık, Halil, "Osmanlılar'da Raiyyet Rüsumu", Belleten, c. XXIII (1959) sh. 595, 596; Sahillioğlu, Halil, "Askerî", DİA, c. 3, sh. 488; Yüksel, Hasan, "Vakfiyelere Göre Osmanlı Toplumunda Aile", Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi I-III , Ankara 1992, c. II, sh. 486; Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. 3, sh. 14; Eröz, Mehmed, İktisat Sosyolojisine Başlangıç, 3. Baskı, İstanbul 1982, sh. 87; Akdağ, Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi c. II, sh. 113, 114, 268, 290, 291; Erkal, Mustafa, Sosyoloji (Toplumbilimi), 3. Baskı (İstanbul 1987), sh. 179, 182,185,186, 198, 199; Fındıkoğlu, Z. Fahri , Sosyalizm I-II, İstanbul 1952, c. 1, sh. 156. v;, . ¦ , ; >?.,



-ANLI

m mıydı?


pyeryüzün-s yapıtma-

ettrı alıp,

|9içindeki yeri

¦¦-"¦'kinler

ve

¦ : ve


,-ı\ ve

I ulumunu

•;vdu.

ş olan Ali ^s bu ma-



ve

misti. ıı /ardı. «yetenekli

ı« -.700-1800",

|>9î«i Teşki-

¦ Halil, "The

¦Japanand

i1; inalcık,

J, sh. 53;

,, "Askerî",

«Surecinde

ıiî,sh. 14;

1ı «s İçtimai

H,sh,179,

BİLİNMEYEN OSMANLI

347

ve uygun şartlarda olanların sultanın şahsi hizmetinden geçerek Has Odaya terfi etti-rilmesiyle gerçekleşirdi. Maddi ödüllendirme ise iç oğlanlarının Enderuna girdiği anda başlardı. Bu para her yıl artırılır ve Has Oda kademesine gelindiğinde yüklü bir ücret tutarında olurdu. İlk aşamada acemi oğlanlarının ödülleri yanlarında çalıştıkları geçici efendileri tarafından belirlenirdi. Bu aşamadan sonra yavaş yavaş artan ve sultan tarafından verilen bir ücret alırlardı.



Bu ikili sistem, bütün kurum içinde hiç aksaksız işlerdi. En düşük rütbedeki yeniçeri yükselmeyi umut edebilirdi. Enderundan geçmiş iç oğlanları, büyük ilerleme kaydederlerdi ve sultanın tahtı dışında her makama erişebilirdi. Savaşlar, aziller, idamlar yüzünden verilen kayıplar alt kademelerdekilere yükselme fırsatı tanıyordu. Fetihler de sürekli olarak yeni görevler ve kumandanlıklar meydana getiriyordu.

Osmanlı Devleti'nde yükselme kesinlikle bir rastlantı eseri veya otomatik değildi. Her aşamada büyük bir titizlik ve akıllılıkla yönlendirilip gerçekleştirilirdi. Albert Howe Lybyer, tarihin hiç bir döneminde Osmanlı yönetim kurumu gibi, böylesine uzun süre salt aklın egemenliğinde olan ve bu nedenle de orijinal planından ve amacından sapmayan bir başka siyasi kurum olmadığına inanmak gerekir diyor. Lybyer, Osmanlı yönetim anlayışı ile diğerlerini bir karşılaştırmaya gidiyor ve diyor ki; Atina demokrasisi yönetiminde; olağan üstü zeka, olağanüstü eğitim imkanı bulmak yerine kösteklenmiş-ti. Bugünkü özgür demokrasiler de yetenekli bireylere yükselme imkanı tanır, ama yükselme yolunda kimi zaman aşılmaz engellerle savaşma zorunluluğu da vardır. Salt bireyin yetkinliğine, engellenmeyen imkanlara ve kesin ödüllendirmeye bakarak değerlendirilecek olursa Atina demokrasisi de bu günkü demokrasiler de Osmanlı yönetim kurumuyla karşılaştırılamayacak kadar elverişsiz, işlerliği olmayan ve körü körüne sistemlerdir.

Osmanlı Devleti'nde terfi sisteminin kabiliyet ve liyakat esasına göre olduğu batılı pek çok gözlemcinin de dikkatinden kaçmamıştır. 16. yüzyılda Almanya-Avusturya Imparatorluğu'nun elçisi Busbecq hatıralarında soy aristokrasisinin olmayışını Osmanlı Devleti'inin gücü olarak değerlendirmektedir. 17. yüzyılın sonlarında uzun süre İstanbul'da kalmış olan Boğdan Voyvodalarından Dimitrl Kantemir Türkler'de soyluluğun babadan oğula geçmediğini, aksine erdem ve iyi karakter sayesinde elde edilebileceğini belirtmektedir.

Bu konuda örnekleri çoğaltmak mümkündür. Tractatus 1530'larda basılan eserinde; "sözü edilen köleler içinden nitelik ve yeteneklerine göre hükümdarlığın çeşitli görevlerine terfi ettirilenler vardır" diyor. Postel ise 1560'larda basılan eserinde; "sultanın bir kişiyi belirli aşamalardan geçmeksizin terfi ettirmesi ise çok ender görülen bir olaydır" der. Postel saraydaki İÇ oğlanları İle İlgili Olarak da; "orada uzun süre kaldıktan ve imtihan verdikten sonra maaşlı bir göreve verilirler, kale kumandanlığına veya benzer görevlere getirilirler. Kendilerini gösterme, nam salma yeteneği olanlar için her türlü imkan açıktır. Bunlar vali ve paşa olabilirler, çünkü orada insanların soyluluğu bireyin değeriyle ölçülür ve insanlar geçmişlerinde yaptıklarına göre onurlandırılıp yüceltilirler" diyor. Tanco da 1558'de basılan eserinde Kanuni'den şöyle söz eder; "Süleyman her mevküdeki, her şarttaki insana belirli bir ödüllendirmeye erişme umudunu verir. Bu kişiler yetenekleri ve meziyetleri oranında yükselme imkanına sahiptir".

Batılı gözlemciler içerisinde Osmanlı yönetiminde yararlılık ve liyakat esasına göre terfi sisteminden en fazla etkilenen Busbecg olmuştur. Busbecg hatıralarında şöyle

348


BİLİNMEYEN OSMANLI

diyor;


"..Osmanlıda, Türkler arasında bile, fertler ancak şahsi meziyet ve kabiliyetleri ile bir değer kazanırlar....Sultânın bütün maiyeti orada idi. Hassa süvarileri, sipahiler, gurabalar, ulufeciler... ayrıca yeniçeriler de vardı. Bu kalabalık mecliste herkes şahsi kabiliyet, ehliyet ve liyakati sayesinde bulundukları mevkilere gelmişlerdir. Filancanın neslinden geldiği için hiç kimseye diğerlerinden üstün bir rütbe verilmez. Herkes memuriyet derecesine göre saygı ve itibar görür. Bu sebeple merasimlerde önde bulunmak, diğerinin yerine göz dikmek gibi kavgalar yoktur. Görev ve memuriyetler herkesin liyakat, seciye, kabiliyetine göre bizzat sultan tarafından verilir. Bunu yaparken ne o şahsın zenginliğine, ne nüfuz ve şöhretine, ne rica ve dostluklarına aldırış etmez. Böylece her işe, o işin ehli adamlar tayin olunur. Şahsi kabiliyeti sayesinde herkes en yüksek mevkilere kadar gelebilme şansına sahiptir. Çobanlıktan gelmiş olsalar dahi, mazideki durumlarından dolayı bir eksiklik duymadıkları gibi, ebeveynlerine ne kadar az borçlu olurlarsa bununla o kadar çok iftihar ederler.

Türkler üstün meziyetlerin, kabiliyetlerin doğuştan geldiğine, bir miras olarak ecdattan intikal ettiğine inanmazlar. Bunun kısmen Allah vergisi, kısmen de say ü gayretin mükafatı olduğunu kabul ederler. Nasıl ki bir evlat mutlaka babasına benzemezse, güzel sanatlara, hesap-hendeseye istidat irsi değilse üstün vasıfların, seciyenin de babadan oğula geçmeyip Cenab-ı Hak tarafından bahsedildiği kanaatindedirler. Bu düşüncelerin neticesi olarak, Türklerde şan ve şöhret, yüksek idari mevkiler liyakat ve maharetin mükafatıdır. Tembel ve pısırık olanlar, kötü niyetliler için yükselme yolları kapalıdır, bunlar kenarda köşede önemsiz kişiler olarak kalırlar. Türklerin giriştikleri her işte başarı kazanmalarının, üstün bir ırk haline gelmelerinin ve gün geçtikçe devletin hudutlarını biraz daha genişletmelerinin sebebi bu olsa gerek.

Bizdeki uygulama ise büsbütün değişiktir. Ehliyet ve liyakatin bizde yeri yoktur, her yerde her işte asalet, yani mevki ve rütbe verilecek şahsın kimin neslinden geldiği hususu aranır"210.

fmtoıtti tir. 0f«| emim s

sıırt ş ler, tel Hamsi

mutai vjniifiti mute»J

Mm

i

özelM afattı ve i»



ozetr

215. Osmanlı Devleti'nde vatandaşlara sürü nazarıyla bakıldığı için mi re'âyâ tabiri kullanılmıştır?

Dere!

Osmanlı hukukunda halka "ra'iyye" veya bunun çoğulu olan "re'âyâ" veya bazan da berâyâ denmektedir. Bu kelimenin halk için kullanılmasına sebep Hz. Peygamber' in bir hadisidir. Hz. Peygamber edebî bir benzetme ile her konuda reislik sıfatını hâiz o-lanlara şöyle bir İhtarda bulunmuştur. "Hepiniz birer çobansınız ve emriniz altındakilerden (raiyyenizden) çobanın sürüsünden mes'ul olduğu gibi sorumlusunuz. Koca ailesinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın evinin ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Devlet adamı (emir) da insanların çobanıdır ve ra'iyyetinden sorumludur". İşte bu hadisin manasını unutturmamak için dinî bir gelenek olarak halka "raiyye" denmiştir. Yoksa Osmanlı Hukukunda halka "sürü" nazarıyla bakıldığı için bu ad verilmemiştir211.



ve Mi

(1/


216. Osmanlı Devleti'nde şehir hayatını düzenleyen Belediye (ihtisâb) Teşkilâtı hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Osmanlı Devleti, idarî ve şerl teşkilâtında kendisinden evvel gelen İslâm Devletlerini örnek aldığı için ihtisâb teşkilâtında da onlara uymuştur. Bu sebeple devlet tara-

210 Ta'limat-ı Şehid Ali Paşa, (neşr. Mehmed Galib); Gelibolulu Mustafa Âlî, Mevaidü'n-Nefâis Fi Kavâidi'l-Mecâlis, (Mehmed Şeker neşri), sh. 323-324; İpşirli, Mehmed, "Nahifi'nin Nasîhatü'l-Vüzerâ'sı", İÜ, Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi Münir Aktepe'ye Armağan Özel Sayısı, İstanbul 1997, sh. 27; Tabakoğlu, Ahmed, Türk İktisat Tarihi, sh. 138-145; Busbecq, Türkiyeyi Böyle Gördüm, sh. 33, 63-65; Kantemir, Dimitri, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, Çev. Ö. Çobanoğlu, Ankara 1979-80, c.l, sh. 149, c. 3, sh. 380; Lybyer, Albert Howe, Kanuni Sultân Süleyman Devrinde Osmanlı İmparatorluğu'nun Yönetimi, Çev. Seçkin Olızoğlu, İstanbul 1987, sh.51-52, 56-59, 82-88.

211 Müslim, Sahih-u Müslim, Mısır 1955, c. 3, sh. 1459 (İmâra, 5/20); Mumcu-Üçok, Türk Hukuk Tarihi Ders Kitabı, sh. 205 vd.

BİLİNMEYEN OSMANLI

349


fından kadı tayin edilen her yere bir de muhtesip yani belediye başkanı tayin edilmiştir. Osmanlı Devleti'nde bu vazifeyi ifa edenlere muhtesip, ihtisâb ağası veya ihtisâb emini denilmektedir, İhtisâb ağasının en önemli görevi, san'atkârlar arasında belli sınırlar içinde yargı yetkisini kullanmak ve diğer beledî işleri yürütmekdir. Tarihî belgeler, devirlere göre, muhtesibin görevlerinin de değiştiğini göstermektedir. İhtisâb Nezâreti kurulmadan önce, ihtisâb işleri iltizam usulüyle ve bir sene süreyle talibine mukata'a bedeli denilen bir meblağ karşılığında ihale olunurdu. İhtisâb ağası bu görevini ifa için kol oğlanları adıyla bir takım memurları istihdam edebilmekte ve bunlar muhtesibin en önemli geliri olan ihtisâb resmini toplamaya da yardım etmekteydiler. Muhtesipler ve yardımcıları olan kol oğlanları, bu yetkilerini kadılardan almakta ve özellikle merkezde bulunan ihtisâb ağaları, narh koyma hususunda sadrazamın emri altında hareket etmekteydiler. Çarşamba Divanından sonra sadrazamın, İstanbul kadısı ve ihtisâb ağasını da yanına alarak şehirde kol gezdiği Osmanlı Kanunnâmelerinde zikredilmektedir. Muhtesibliğe tayin için aranan şartlar arasında, daha önce zikredilen hükümlere uyulmuştur. Osmanlı Devleti'nde hisbe teşkilâtının temelini teşkil eden muhtesiblerin görevleri de daha önce zikredilenlerden farklı değildir. Bunları kısaca özetlemekte yarar vardır:

Birinci grup, iktisadî ve sosyal görevleridir. Bunlar kısaca şunlardır;

a) Esnafı kontrol eder. Yani kola çıkar. Fiyatları tespit ve kontrol eder (narh). Devletçe her esnaf için konulan nizâmlara uyulup uyulmadığını denetler. Özellikle İstanbul'a giren-çıkan gıda maddelerini belli bir nizâma bağlar, b) İşyeri açma ruhsatı verir, c) İhtisâbiye rüsumu denilen belediyeye ait vergileri toplar. Bunlar damga resmi, bâc-ı bâzâr ve benzeri resimlerdir. Devletçe tesbit edilen bu vergileri topladıktan sonra, her sene devlete bedel-i mukataa adıyla belli bir meblağı peşin öder. d) Toplanan ihtisâb gelirlerini gerekli yerlere muhtesip sarf eder. e) Müslümanlar, gayr-i müslimler ve belli askerî ve sivil görevlilerin giymesi gereken kıyafetleri tanzim eden kıyafet kanununun tatbikinden de muhtesip sorumludur, f) Ayrıca ihracat yasağı, küçük çocukların çalıştırılmasını kontrol, posta işleri, genel sağlık hizmetleri ve benzeri kamu görevleri de muhtesibin vazifeleri arasında yer almaktadır.

İkinci grup, muhtesibin adlî görevleri ve üçüncü grup ise muhtesibin dinî hayatla ilgili görevleridir. Bu görevlerini, İslâm hukukunda hisbe ile ilgili kaleme alınan eserlerdeki tafsilata göre ifa ettiğini, arşiv belgeleri isbat etmektedir. Bu sebeple ayrıntıya girmiyoruz.

1241/1825 yılında Yeniçeri Teşkilâtının ilgasından sonra, şehir idaresinde yeniden geniş yetkilerle kontrolü sağlayacak idarî bir sistemin kurulması zaruretinden dolayı ihtisâb ağalığı müessesesi 1242/1826 tarihli İhtisâb Ağalığı Nizâmnâmesi ile ihtisâb nezareti haline getirilmiştir. İhtisâb ağası da ihtisâb nâzın olmuş ve doğrudan sadrazama bağlanmıştır. Aynı nizâmnâme ile ihtisâb nazırları teşrifat açısından devlet ricali arasında sayılmıştır. Çıkarılan bu nizâmnâme, belediye işlerini nizâm altına almış ve peyderpey bütün vilâyetlerde uygulanmıştır.

1261/1845'de Polis Teşkilâtı ve 1262/1846'da da Zabtiye Müşiriyeti kurulunca, ihtisâb nezâretinin bir kısım görev ve yetkileri, yeni kurulan bu müesseselere devredilmiş ve ihtisâb nezâreti sadece narh ve esnaf muamelelerine bakan bir idarî birim haline getirilmiştir. 1267/1850'de Zabtiye Nezâretine bağlanan İhtisâb Nezâreti; 1271/1854

350

BİLİNMEYEN OSMANLI



yılında tamamen ilga edilmiş ve yerine İstanbul ve ona bağlı semtlerde Şehremaneti adıyla yeni bir memuriyet kurulmuştur. Şehremaneti usulü, batıdaki belediye teşkilâtının eksik ve acemi bir kopyasıdır. Gerçi şehremini unvanına Fâtih Kanunnâmesinde dahi rastlanmaktadır; ancak bu unvana sahip kişiler, sadece şehrin su ve bina işlerinden sorumludurlar ve bu manada şehreminliği müessesesi 1247/1831 tarihinde ortadan kaldırılmıştır.

1271/1854 yılında kurulan şehremaneti kurumu ile kadıların belediye işlerine ait yetkileri ellerinden alınmış ve belediye işleri münhasıran bu teşkilâta devredilmiştir. Aynı tarihli Şehremaneti Nizâmnâmesi bunu açık bir biçimde düzenlemektedir. Bu manada ilk belediye başkanı (şehremini) olarak da Salih Paşa tayin edilmiştir. Sultân Abdülmecid Han, böylece batılı anlamda ilk olarak belediye teşkilâtını kuran padişah olarak anılmıştır.

Şehremaneti teşkilâtı isteneni veremeyince, 1272/1855 tarihinde İntizam-ı Şehir Komisyonu kurulmuş ise de, bundan da beklenen netice elde edilememiştir. Bunun üzerine 1274/1857 tarihinde şehremaneti teşkilâtına yardım olmak üzere Altıncı Dâi-re-i Belediye adıyla bir müessese daha kurulmuştur. Bu idarî birim, daha ziyade bina ve kadastro işleriyle görevli kılınmıştır. Buna ikinci belediye teşkilâtı demek daha doğrudur. Bütün bu değişiklikler de maksada kâfi gelmeyince, 1284/1867 yılında yeni bir değişikliğe daha gidilmiştir. Bu tarihteki değişikliğe göre, merkezi şehremânetinin kontrolünde, İstanbul'un değişik bölgelerinde 14 tane belediye idaresi daha kurulacak ve bunlar şehremaneti meclisinin kararlarını icra edeceklerdir. 1293/1876 yılında ise, yeni Anayasanın emirleri doğrultusunda yeniden düzenlenen şehremaneti teşkilâtında, belediye dairelerinin sayısı 20'ye çıkarılmış ve bu daireler yarı müstakil hale getirilmiştir. 1296/1878 tarihinde dairelerin sayısı tekrar ona indirilmiştir. 1328/1910 tarihli Belediye Kanunu ise, yeniden belediyeler üzerinde merkezî otoriteyi tesis yoluna gitmiştir. Cumhuriyete kadar yine birçok değişikliklere mâruz kalan belediye teşkilâtının mercii ve bağlı olduğu nezâret de çok değişmiştir. Kısaca 1271'de nizâmı değiştirilen belediye teşkilâtı, sonradan bir türlü nizâma sokulamamıştır212.

217. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında toplumu ve özellikle esnafı harekete getiren Fütüvvet ve Ahi Teşkilatı ne demektir?

Osmanlı Devleti'nden önceki Müslüman Türk Devletlerinde esnaf teşkilâtına yön veren ve Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde de tesirini devam ettiren iki önemli müessese vardır. Bunlar fütüvvet ve ahî teşkilâtıdır. Aslında iç içe ve mahiyet itibariyle birbirinin aynısı olan bu iki teşkilât, Müslüman Türkler'de esnaf teşkilâtlarının dinî-iktisadî bir zümre şeklinde ortaya çıktıklarını göstermektedir.

İslâm'ın ilk asırlarında ortaya çıkan ve daha çok genç kuşakları çeşitli yönleriyle yetiştirmeyi hedef olan "fütüvvet teşkilâtı" uzun devirler Müslüman Türk gençliğine yön vermiş; bu gençliğin çeşitli mesleklerde yetişebilmeleri için gayret göstermiş ve

212 Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi, sh. 504 vd.; Takvim-i Vakâyi, nr. 2 (I. Ter.); Tafsilatlı bilgi için bkz. Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c. I, sh. 335-358, 360-361, 934 vd., 1414-1458, 1459-1507, 1508 vd.; Mehmed Galib, "İhtisab Ağalığı", TOEM, nr. 9, sh.569-584, nr. 10, sh. 640-648; Kazıcı, Ziya, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul 1987, 73-207.

a

İte k.



* ¦

«OSMANLI


İJthremâneti

ıteşkilâtı-mâmesinde «tına işlerinle ortadan

fişlerine ait |ftredilmiştir.

it, Bu ma-tir. Sultân |tnn padişah

ı-ı Şehir

. Bunun Ittıncı Dâi-

piiyade bina Silaha doğ-lî yeni bir snânetinin

"î burulacak ise, ıda, niş-

h.'i tarihli gıt-,nsn ilen

Biçin bkz.

IMmed Piessese-

BİLİNMEYEN OSMANLI

351

Müslüman Türk gençliğinin mert, yiğit, atılgan, cömert ve becerikli insanlar olmalarını sağlamıştır. Fütüvvet teşkilâtı ile tarikatlar arasında önemli bir münâsebet vardır ve böylece bu teşkilâtlar manevî değerlerle iktisadî gayretleri bütünleştirmiştir. Fütüvvet kelimesi Arapça fetâ kelimesinden türetilmiştir. Fetâ ise genç adam demektir. Bu sebeple fütüvvet teşkilâtını, genç san'atkar ve zanaatkarların bir araya gelerek ve aralarından birini de reis seçerek teşkil ettikleri dinî-iktisadî mahiyette bir cemiyet olarak tarif edebiliriz. Bunlar, daima cemiyet reisinin ve cemiyet tüzüğünün emirleri altında hareket ederler. Konu ile ilgili olarak fütüvvetnâme adıyla çok sayıda eserler yazılmıştır.



Ahî teşkilâtı ise, fütüvvet teşkilâtının Türkler tarafından geliştirilen ve özellikle A-nadolu'da yayılmış bulunan bir şeklidir. Moğol istilası ve bazı iç isyanlar sebebiyle Müslüman Türklerin birliği bozulmuş ve halk önemli ölçüde tedirgin olmuştu. İşte böyle bir buhran döneminde halkı birbirine sevdiren ve yeniden birliği kuran manevî liderler ortaya çıkmıştır. Mevlâna, Yunus Emre ve Ahi Evran da bunların ileri gelenleridir. Ahi Evran esnafın birlik ve beraberliğini, zaviye ve tekkeleri birer meslek kuruluşları haline getirerek bu görevi ifa etmiştir. Müslüman Türkler, genellikle bekâr gençlerden san'at ve meslek sahibi olanların bir araya gelerek kendilerine reis tayin ettikleri şahsa ahi adını vermişler ve bu cemiyete de eskiden olduğu gibi fütüvvet demişlerdir. Şu anda Kırşehir'de medfûn olan Ahi Evran (1306 yılına kadar hayatta olduğu sanılmaktadır), ahlakla san'atın ahenkli bir birleşimi olan ahi teşkilâtını kurmuş ve o denli itibarlı bir hale getirmiştir ki, bu durum yüz yıllar süresince bütün esnaf ve san'atkârlara yön vermiştir. Osman Gâzî, kılıcını ahi usulüne göre kuşanmış ve Orhan Gâzî ise ahiliğin önemli bir savunucusu olmuştur. Kısaca "ahilik millî bir birlik olup gayretleri neticesinde Osmanlı Devleti gibi büyük bir devlet ortaya çıkmıştır". Fütüvetnâmelerden öğrendiğimize göre, bunların da toplantı yerleri tekke ve zaviyelerdir. 740 maddeyi bulan fütüvvet nizâmnâmeleri vardır. Zaviyeler bir merkezde toplanmıştır. Her meslek erbabının bir ahi baba denen reisi mevcuttur. Bu reisin başkanlığında bütün üyeler, çalışma esaslarını, giyimlerini ve hareket tarzlarını teşkilâtın nizâmlarına uydurmak mecburiyetindedirler. Reislerine şeyh veya ihtiyar da derler. Kısaca Asya'dan gelen san'atkar ve tüccar Türkler'in, Ön Asya'daki yerliler karşısında tutuna-bilmeleri ve beraber yaşayabilmeleri, ancak aralarında bir teşkilât kurarak dayanışma sağlamalarıyla mümkündü. İşte bu zaruret, dinî-ahlâkî kaideleri Fütüvvetnâmelerde zaten mevcut olan bir esnaf ve san'atkar kaynaşma ve kontrol teşkilâtının yani ahiliğin kurulması sonucunu doğurdu.

Sanat ve ticâret erbabının tarikatı demek olan fütüvvet ve bunun Türklerdeki özel şekli olan Ahiliğin yanında, bozuk fikirli Şiîlerin Müslüman Türkler arasında yaymaya çalıştığı ve bunlara benzeyen melâmiliği de burada sadece zikredelim213.


Yüklə 3,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   51   52   53   54   55   56   57   58   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin