Anadolu aleviLİĞİNİn tariHİ



Yüklə 1,71 Mb.
səhifə5/32
tarix01.03.2018
ölçüsü1,71 Mb.
#43482
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32
11. İmam Hasan-ül El Askeri’nin öğrencisiydi. Onun kapısı (Bab) olarak Arap Alevi inancının temellerini attı. Arap Aleviliğinin esas kurucusu, onun öğrencisi Hüseyin bin Hamdan El Hasibi olacaktı.

Arap Alevileri Suriye, Halep, Lazkiye başta olmak üzere Filistin, Hatay, Adana, Tarsus-Antakya illerinde yaşamışlardır. Arap Alevilerinin buralara dağılımı ise egemen İmparatorlukların baskı, zor ve kuşatmalarından kaçmalı ve sürgün edilmelerindendi.

Örneğin 5. ve 6. yüzyılda Horasan ve çevre bölgelerdeki saldırılar sonrası sürgünlere maruz kaldılar. Haçlı seferleri altında baskılara uğradılar. Ve bugün Suriye ve ülkemizde Arap Alevilerinin yaşadıkları yerlere yerleştiler. Sonraki yüzyıllarda “fetihçi“ İslam ordularının ardından Memluklu, Selçuklu, Osmanlı egemenlikleri dönemindeki baskı ve saldırılar sonucu, inançları neredeyse yok olma ile yüz yüze kaldı.

837’de Muhammed bin Nusayr ölünce, ondan sonra bayrağını Hüseyin bin Hamdan El Hasibi teslim aldı. Hamdan’a, “Şeyh Bayrak“ adı ile hitap edildi. Ama Hamdan’ın sorumlusu ve dini otorite olan Cumbulanı’dır. Baş Hüccettir. Hamdan ise otoritesine bağlı bir Hüccet olarak Mısır’da görev yaptı. “Hasibi“ olarak da tanındı. Arap Aleviliğinin esas kurucusu Hüseyin bin Hamdan kabul edilir. Arap Alevileri aynı zamanda “Üç“ harfi kutsal sayarlar. Çünkü Ali’nin ismi üç harften meydana gelir. Bir başka kutsallıkları ise, Ali ile birlikte Muhammed ile Selman’dır. Ve onların baş harflerini “AMS“ olarak anarlar. Bu vb. üçlemeleri, kendi inançlarına göre yaratmışlardır.

“Arap Alevilerinin inancının, Alevilik içinde kimi kendine özgü farklılıkları vardır. Örneğin Arap Alevilerinde, Anadolu’daki gibi cem inanç-ibadeti yoktur. Daha çok kendi evlerinde namaz kılarlar. Namazları, Sünni ve Şiilerden tamamıyla farklıdır. Camileri kullanmayı tercih etmezler ama cemevi gibi bir ibadethaneleri de yoktur. Camiye gitmemelerini, İmam Ali’nin camide katledilmesine bağlarlar. Yüzyıllar boyunca ibadetlerini gizli yapmak zorunda kalmışlardır. Uğradıkları baskılar nedeniyle, inanç anlamında Arap Alevileri, tarihi bir “sır“ icat etmiştir. Ve o sırra kendini vermiştir. Bu sırrı ne kimse bilir, ne kimseye açarlar. Bu sırrın yaratılması asıl olarak Osman’ın mushaflarda (Kur’an) yaptığı tahrifat sonrası, asıl orjinal mushaflardan oluşan Alevilik (Nusayri) kitabına dayandırıldığı söylenir.

Arap Alevileri, yaşadıkları bölgede, Laskiye ile Lübnan arasındaki sıradağlara adlarını vermişlerdir.

Kimi tarihçiler ise bu Arap Alevilerinin, adını bu dağlardan aldıkları söylense de, bu, gerçeği yansıtmaz. Arap Aleviliği, ne bir dağdan, coğrafi bölgeden, ne de bir başına bir kişinin geliştirdiği bir şeydir. O, bir inanç yolu olarak, Hz. Ali’nin ve 12 İmamların inancını kendisine bayrak edinmiş topluluktur. (Dememiz yeterli. Çünkü bu inanıştan olan zenginler de var)

Arap Aleviliği tarihinde, ezilen bir inan ve halk olarak, tüm Aleviler’in geçtiği ve gördüğü zulümlere uğramıştır. Arap Alevileri’nin yaptığı, yaşadığı topraklar neredeyse, tüm egemenlik savaşlarının geçiş güzergahı, sınır boylarıdır.

Ve buraları kullanan Bizanslı işgalciler de Osmanlı istila ve işgalcileri de Alevi halkına büyük acılar yaşatmıştır. Bu acıların, baskıların, katliamlara yağmalara dönüştüğü her vakitte Arap Alevileri kendisini dağlara vurmuştur. “Alevi Dağları“na sığınmış ve aralarda yaşam alanları kurmuş, ibadetlerini gizli olarak yerlerine getirmiştir. Asimilasyon saldırıları da bu inancın kendini gizlemesine neden olmuştur. Örneğin Arap Alevileri’nin yaşadığı topraklara zorla cami inşa edilerek, Sünnileştirme, bir politika olarak uygulanmıştır.

1277 yılında Memluklu Baybars, Arap Alevileri’nin yurdunu ele geçirir. Neredeyse tüm beldelere kadar cami yaptırır. Bu camilerin inşasını, zorla Arap Alevileri’ne yaptırtır. Masrafları da karşılatır. bu asimilasyon politikası, Baybars sonrası 1290’a kadar sürdürülür. Örneğin ibni Teymiyye adlı kadının verdiği fetva, Arap Alevileri’ni de hedefler. Bu fetvayla Arap Alevileri’nin “malları, kadınları helal“ görülür. Saldırı ve yağmaya uğrar. Tecavüzler ve katletmeler bunu izler. Binlerce Alevi’nin öldürüldüğü anlatılır. Alevi halk, bu zulümler, alçaklıklar sonrası, bölgede değişik yerlere dağılırlar. Ve bu tip saldırılara, neredeyse hemen yüzyıl boyunca uğrarlar.

Yavuz Selim’in dönemi de bu saldırı, istila ile yağmaların, katliamların, Aleviler üzerinde uyguladığı bir dönem olmuştur. “Nusayri dağlarına, yaklaşık yarım milyon Türk yerleştirildi. Bugün onlardan sadece 15 bin kişi kalmıştır.“ (75) Bu politika, Yavuz Selim zamanında istila ve işgal plan projesi içinde bir halkın sürgününü, asilmilasyonunu esas almıştır.

Aleviler, bu saldırı altında Yavuz Selim katliamcılığından nasibini almıştır. Suriye’nin, Mısır’ın, Afrika’nın değişik yerlerinin ele geçirilmesi için sınır boylarında, yol üzerindeki Alevi inançlı halklar gibi Arap Alevileri de ezilip geçilmek istenmiştir.

Osmanlı’nın eline geçen Nusayri yurdu da bunlardan biri olmuştur. Ve bu dönemde Arap Alevileri; kabile, aşiretlere bölünerek bir çok yere dağılırlar. Filistin’e kadar yerleşim için giderler. Geri dönme düşüncesiyle dağılan Alevi aşiretleri, gittikleri yerlerden (Adana, Tarsus, Antakya…) bir daha geri dönemezler. İnançlarını, yaşamları içinde gizli şekilde yerine getirirler.

Arap Alevi halkının, Aleviler’in bu yaşadıkları baskı altındaki zulüm ve sömürü, yüzyıllar boyunca devam eder. Yavuz Selim sonrası Osmanlı’nın son padişahlarından biri olan 2. Abdülhamid de Arap Alevileri’ne asimilasyon saldırısı planlar. Bu plan, aslında tüm ezilen halka, tüm etnik ve inançsal kimliğe sahip halklara “toplumsal bütünlük“ gibi büyük bir safsatayla yapılır. Ama Arap Alevileri’ni asimile etmek demek, Aleviler’i asimile etme politikasından bağımsız gelişmez. “Toplumsal bütünlüğü“ korumak için Arap Alevileri’nin yaşadıkları yerlere ilk olarak camiler yapılır…

Örneğin Cumhuriyet döneminde bu saldırı, kendine özgü bir yol izler. 1939’da Hatay, Türkiye sınırlarına bağlanır, Ve Hatay caddelerinde (1950 basında yaşanan) yürüyen Arap Alevileri’nin sakallarına yönelik saldırılar olur. Giyimi, sakalı vb. bahane edilerek saldırılara uğrarlar. Arap Alevileri, Hatay’ın en yoksul, ezilen halkını oluştururlar Marabbadırlar. Toprak ağalarının baskılarına ve sömürüsüne maruz kaldıkları bu dönem boyunca da Arap Alevileri, inançlarını gizli biçimde yerine getirdiklerini, tarihi kaynaklar vermektedir.

2. BÖLÜM

MÜSLÜMANLIĞIN YAYILMA YÖNTEMİ NEYDİ ?

Müslümanlığın ortaya çıkışını, yaşanan iktidar savaşlarını, konumuzla ilgili yani Aleviliğin ortaya çıkışı ile ilgili olduğu kadarıyla önceki bölümde ele aldık. Egemenlerin saptırmalarını ortaya koymak için, İslam’ın yayılması sırasında yaşananlardan bazı örnekler üzerinde duracağız. Mesela Türk boylarının nasıl Müslümanlaştığı sorusuna egemenlerin verdiği cevap; Türk İslam sentezine göre uydurulmuş yalanlardan ibaret. Onlara göre İslam, mükemmel bir din. Türkler, tarih boyunca kendini ispatlamış büyük bir ulus ve Türklerin 10.yüzyılda İslamiyetle tanışması, tarihinin en önemli dönüm noktarından biri oldu. Türk boyları gönüllü olarak kitleler halinde İslam’ı benimsediler, dahası ‘İslamın Kılıcı’ olarak Avrupa kapılarına dayandılar.

Tarihsel gerçeklerle ilgisi olmayan bu kurguyu; gerici- faşist tarihçiler, yazarlar bıkmadan tekrarlar. İşte bir örnek;

‘Büyük Türk Hakanı sıfatıyla Karahanlı tahtına oturan Saltuk Buğra Han’ın, yüzlerce, hatta binlerce yıllık Şaman dinini bırakması, şahsen Müslüman olmakla kalmayıp, bu dini, Türk İmparatorluğunun resmi dini ilan etmesi, yüzyıllar süren bir gelişmenin, yüksek milli ve siyasi menfaatlerinin eseriydi.(…) Türkler, Müslüman dinini samimi olarak, kendi istekleriyle, hiçbir zorlama ve dış baskı olmaksızın kitle halinde kabul edince, tarihlerinin yeni bir devrine ayak basmış oluyorlardı. Bu yeni devre, X asırdan önceki asgari 1200 yıllık devreden daha şanslıydı. Müslümanlık, Türk milli bünyesi için uygun bir din haline geldi. Türkler, Müslüman olmak suretiyle, Türklüklerini kemale erdirmiş, adeta tamamlamışlardı.’(1)

Türk-İslam sentezinin, yıllardır okullarda okuttuğu herkesi inandırmaya çalıştığı bu hamaset edebiyatını, tarihsel gerçekler yalanlıyor. İslam tarihçileri, Maveraünnehir denilen bölgede yaşayan Türklerin, 300 yıl boyunca işgalci Arap İslam ordularına ve onların getirdiği İslam dinine direndiği anlatıyor. Yalnızca Türkler değil, Kürtler, İranlılar yani İslam’ın yayıldığı Asya ve Mezepotamya bölgesindeki bütün halklar, İşgallere karşı direndiler. Çünkü Emeviler ve Abbasiler; bölgeyi yağmalamak, halkları köleleştirmek, vergi ve haraca bağlamak, kutsal tapınakları, ve inançlarını yok etmek için İslam bayrağı altında saldırıyorlardı.

“Örneğin Nehavent ve Hamedan düştüğü koşullarda, Süleymaniye’nin güneyindeki Şehrizar bölgesi, 643’e kadar direnir. Süleymaniye’de bulunan bölgelerden, deri bir önlük üzerinde ki şu cümleler, bize sürece ilişkin çarpıcı bir tablo sunar. ‘Kutsal yerler yakıldı. Kutsal ateşler söndü ve büyüklerin en büyüğü, kendisini gizledi. Arap zulmü, Şehrizar’a kadar olan tüm köyleri harap etti. Kadınlar ve kızlar esir alındı. Erkekler, kendi kanlarında boğuldular. Zerdüşt inancı yalnız bırakıldı. Hürmüz’ün hiç birisi bağışlanması olmayacaktı.”(2)

Daha önce belirttiğimiz gibi, İslam ilk ortaya çıkışında, göreceli olarak eşitlikçi, paylaşımcı, halktan yana bir düzen savundu. Ancak kendisini gerileştirecek özelliği de içinde barındırıyordu. Yağma ve talanı meşru görmesi, sömürüyü meşru görmesiydi. Sonuçta fahiş bir sermaye birikimi oldu. Toplumdaki sınıf farkları keskinleşti. Özellikle Emeviler ve sonra Abbasiler döneminde, İslam devleti zamanını sömürgeci işgalcisi oldu. Artık İslam ve Araplık dönemin egemen gücüydü. Baskı talan ve sömürü, yüzyıllar boyunca bu iki simgeyle yapıldı.

Aral Gölü’ne dökülen Ceyhun ve Seyhun Nehirleri’nin çevresindeki bölgede yaşayan Türkler, İslamiyet ile ilk kez Emevi ordularının yağma ve talan saldırısıyla tanıştılar.



  1. (1) Türk Tarihinden Yapraklar/ Yılmaz Öztuna/MEB Yayınları-1999

  2. (2) Aktaran; Nasıl Müslüman Olduk/ Erdoğan Aydın/ Sayfa 65

Horasan Bölgesi, Muaviye döneminde büyük bir işgale uğradı. Farklı din ve milletlerden Horasan halkı, işgale karşı büyük bir direniş gösterse de başarılı olamamıştı. İşgalciler, İslamiyet dışındaki inançlara ait toprakları yaktılar. Arabistan’dan getirilen 50 bin aileyi de Horasan’ın belli başlı şehirlerine yerleştirdiler.

Muaviye’nin Horasan Valisi 3. Halife Osman’ın oğlu Sald, Semerkant’a sefer yapacak, şehri yağmalayıp 30 bin Türk genci esir alacak ve Horasan’a getirip köle olarak satacaktı.

685’te Halife olan Abdülmelik, Arap tarihçilerin bile ‘kan kokusu’, ‘zalim’ sıfatlarıyla andığı Haccac’ı Irak genel valisi yapar. Aynı zamanda işgal edilmiş topraklarda yoğun bir Araplaştırma- Müslümanlaştırma atılımı başlatır. O zamana kadar Mısır’da Kıptice, Suriye’de Rumca, İran ve Irak’ta Farsça konuşulurken, Abdülmelik, Arapca’yı zorunlu resmi dil haline getirir. Ve her kademedeki memurların Müslüman olmasını şart koşarak, din adamlarının nüfusunu arttırır. (3)

705’te Kuteybe bin Müslim, Horasan’a vali atanır. Bu öyle bir komutandır ki zalimliği ve kopukluğu övmek için adına şöyle şiirler yazılmıştır.

‘Kuteybe, Türkleri kılıçtan geçirip durur,

Bize e çok ganimet toplayan odur’ (4)

Kuteybe, 708’de Buhara’yı kuşattı. Zorlu bir direniş sonrası şehire girdi. Sokaklar cesetlerle dolup, kan gölü olmuştu. 50 bin kişi köle olarak götürüldü. Buhara Melikesi Hatun’un genç oğlu Tug Şad, işbirlikçiliği kabul etti, Müslüman’lığa geçerek, Buhara’nın yeni hükümdarı oldu. Buhara halkı da İslam’a girmeye zorlandı. Halk görünürde Müslüman olsa da atalarının dininden vazgeçmedi. Kuteybe; buna karşılık yeni tedbirler aldı. Buharalılara evinin yarısını Araplarla paylaşma zorunluluğu getirdi böylece 24 saat denetleyecekti. İslami kurallara göre yaşamayanları ağır cezalara çarptırdı. Ama buda yetmedi!

‘Cuma namazı zorunluluğunun da etkili olmaması üzerine Kuteybe, ek olarak bir de rüşvet yöntemini dener ve namaza gelenlere iki dirhem vererek, fakirleri dönüştürmeye çalışır. Bu yolla belli başarılar elde eder’(5)

Yıllar boyunca aralıksız süren tüm bu işgal, katliamlar ve asimilasyon ‘cihat’ yani ‘din uğrunda savaş’ gibi gösterilse de esasında ganimet uğrunda savaştı. İşgal edilen Türk kentleri, başta Çin olmak üzere, bölgede ticaretin canlı olduğu ve zenginliğin biriktiği merkezlerdi.

Görüldüğü gibi ‘cihat’, sırf ’savaş’ kazandırmakla kalmadı; Emevi İmparatorluğu ve daha sonra da Abbasi İmparatorluğu’nun üzerine yükseldiği ekonomik zenginliği de sağladı.

Kuteybe bin Müslim, Talkan ve Harzem’i de yakıp yıkarak ele geçirdi. Direnen halkın, tümden kılıçtan geçirilmesini emretti. Kalanları da yol boyunca ağaçlara astırdı. İşgal, aynı zamanda halkın tapınaklarının, kültürünün, geleceklerinin, yazılı, sözlü tarihinde yağmalanması, yok edilmesi demekti. Örneğin Halzemli büyük Türk bilgini Biruni, Harzem’in yok edilişini acıyla anlatıyor.

‘Kuteybe, her çareye başvurarak Haremlilerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanları, bütün bilginleri yok etti. Böylece her şey karanlıklara gömüldü. İslam, Haremlilerin içine girerken, onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme olanağı bırakmadı. (6)



  1. (3) Nasıl Müslüman Olduk?/Erdoğan Aydın/ syf. 88

  2. (4) A.g.e/ syf. 102

  3. (5) A.g.e/ syf 102

  4. (6) A.g.e/ syf. 109

Öncesi İslam adına yapılan Emevi ve Abbasi işgalcileri, kitlesel katliamların yanı sıra, kültürel asimilasyonuyla halkların geçmişini silip, tüm direnme dinamiklerini ortadan kaldırıp teslim almak istemişti. Ve bu sadece o dönemle sınırlı kalmadı. Sonraki dönemlerde İslam adına savaşan tüm imparatorluklar da aynı politikayı güttüler. Bu tarih incelendiğinde görülür ki “İslam’ı yaymak “ esas itibariyle bir imparatorluk adına sömürüyü yayanın veya tahakküm kurmanın örtüsü olmuştur. Zalimle mazlumun savaşı, din maskesi altında gerçekleşmiştir. Ayrıca İslam’ın hoşgörüsüyle vb. yayılması veya Türklerin veya herhangi bir başka halkın, İslam’ı gönüllükle kabul etmesi diye bir şey yoktur. Halklar bu saldırıya direnmiş. İslam’ı kabul etmek zorunda kalsalar da onu kendilerine uydurmuşlardır. Çünkü halk, Umman gibidir, baskı ve zor karşısında geri çekilmek zorunda kalsa da, çok geçmeden daha büyük dalgalarla geri gelir ve setleri yıkar geçer. Su misali, mutlaka yolunu bulur.

İslam devleti egemenlerinin, halklardan korkuları büyüktü ve bu korku boşuna değildi. 716’da Horasan Valisi Yezid bin Müelleb, Cürcan kentini kuşatıp teslim aldığında, dört bin asker bulunan bir karakol geride bırakmıştı. Ama Cürcan halkı ayaklanıp, askerlerin hepsini yok etti. Çok öfkelenen Yezid, “Cürcanlıları” mağlup ettiğinde, üzerlerine kılıç kaldırmamaya; ta ki akan kanlarından değirmen döndürüp, unundan ekmek pişirip yemedikçe” diye yemin etti. Gerçekten de şehri ele geçirdiğinde, Allah’a verdiği sözü tutarak Cürcanlılardan 12 bin kişiyi bir vadiye sürüp, askerlerine öldürttü ve kanlarıyla döndürdüğü değirmenin unundan yapılmış ekmeği yedi! Kaynaklara göre Yezid, sadece Cürcan’da 40 binden fazla insanı öldürttü.

Bu dehşet verici katliamdan, yağma ve talanın sebebi, halkın direnişlerinin bir türlü kırılamamasıydı. Örneğin; dağılan GökTürklerin yerine kurulan Türkiş Devleti kağanı Sulu Han, yirmi bir yıldan fazla bir süre savaşarak, işgalci İslam ordularına karşı direndi. Hatta İran içerine akınlar yaptı ve işgal edilmiş kentleri tek tek geri aldı.

Kısacası Arap İslam orduları, Talas Savaşı’na kadar bölgeye defalarca sefer düzenlemiş, işgaller gerçekleştirmiş ama direniş karşısında tutunmayı başaramamıştı.

Tabi ki sadece Türkler değil, İranlılar, Kürtler, Irak, Suriye Arapları, Hristiyanlar, Ermeniler… kısacası Emevi egemenler tarafından ikinci sınıf insan sayılan, yurdu işgal edilen, köleleştirilip ağır vergiler, haraçlar altında ezilen bütün halklar, Araplaştırma, Müslümanlaştırma dayatmasına; çeşitli biçimlerde direndiler. Zaten Emevilerin sonunu getirende halkların bölgesel ayaklanmalarına parlayıp sönen bu öfkesinin Ebu Müslim Horasan’ın açtığı siyah isyan bayrağı altında toplanmasıydı. Ebu Müslim’in tüm ezilen halkların yer aldığı, Horasaniyya( horasanlılar) ordusu, 730 yılında Emevilerin iktidarına son verdi. Onların yerine Abbasiler geçti

TÜRKLERİN MÜSLÜMANLIĞI KABUL ETMESİ

Türklerin Müslümanlıktan Öncesi İnançları Neydi?

Genel olarak Türklerin ilk dinin Şamanizm olduğu bilinir. Ama Orta Asya’dan kuraklık, savaşlar vb. nedenlerle göç edip Ön Asya’ya gelen Türkler, sırf göçebe kavimlerden oluşmuyorlardı. Daha önce ana hatlarıyla belirttiğimiz gibi, İslamiyet’in doğduğu 7. Yüzyılda Buhara, Talkan, Semerkand, Cürcan, Merv, Taşkent gibi büyük ve zengin şehirler kurmuşlardı. Bu şehirler de farklı kavimlerden halklar, farklı inançları özgürce yaşıyorlardı. Mani dini Zerdüştlik, Budizm, Şamanizm, Musevilik, Hristiyanlık gibi pek çok inanç, halk arasında yaygındı. Üstelik bu inançlar arasında geçişler, din değişmeler her zaman olabiliyordu.

Emevi işgalcilerin, diğer inançları yok edip, tapınakları yakıp yıkıp yağmalayarak zorla Müslümanlaştırma saldırısı, doğal olarak şiddetli bir direniş yarattı.

Yağma ve talanla sürdürülen İslamiyeti yayma çabası, aynı zamanda Araplaştırma siyasetine dönüşmüştü. İşgalcilerin bu siyaseti, diğer tüm Müslüman halkları, ikinci sınıf insan konumuna düşürmüştü. Aslında İslam, milliyeti öne çıkaran bir din değil, ümmetçidir. Yani hangi milletten olursa olsun, İslam ümmeti temel alır ki Kur’an da bu konuda çok açık bir çağrı vardır; “Arapla Acem arasında, imandan başka bir konuda fark olmaz.” Ancak İslam devletleri yayılmaya başladığı andan itibaren; işgalini pekiştirmek için, duruma göre kimi zaman Araplığı, kimi zaman ümmetçiliği öne çıkarmıştır. Bu durum, İslam peygamberi Muhammed’in çağrısına aykırı olsa da egemenlerin, İslam’ı çıkarına göre kimi zaman ümmetçi, kimi zaman milliyetçi, kimi zaman da her ikisinin karşımı olabilmiştir. Halada öyledir.

İşgalci İslam ordularının katliam ve zorlamalarına rağmen halklar, ne milli kimliklerinden, ne de eski inançlarından vazgeçti. İlerde göreceğimiz gibi, egemenler dinini, dilini, kültürünü inkar ettiği koşullarda bile ezilenler Selçuklu’ya, Osmanlı’ya sonuna kadar direnip, kimliklerini korudular. Tarihsel olarak Alevilik de bu direnişlerde doğdu ve ayaklanmalar, isyanlar içinde şekillendi.

800’lü yıllara gelindiğinde İslam, hala Seyhun Ceyhun bölgesinde yaşayan Türkleri kendine bağlayamamıştı. Ayaklanmalar da bir süreklilik kazanmıştı. Öyle bir hale geldi ki İslam devleti, tıpkı Çinliler gibi duvar inşa etti. Göçebe Türklerin akınları karşısında hiç olmazsa ticaret yolları sağlama almak için, Buhara ve Semerkand bölgelerinde Çin Seddi gibi surlar yapıldı. İşgal egemenliği, bağımlı yöneticilerden haraç ve vergi alma biçimine döndü örneğin Kabil’deki Türk Şah, Horasan’daki Abbasi Valisi’ne her yıl 2 bin Oğuz’u köle olarak veriyordu.

10. Yüzyıl Arap gezgini İbni Havkal’ın yazdığına gör, en değerli, en güzel köleler Türklerden gelenlerdi! Türk köleler, savaşçılığı nedeniyle Arap egemenleri tarafından özellikle tercih ediliyordu ve giderek bu kölelerden özel ordular oluşturdular. Örneğin Mutasım (833-842) 4 bin Türk savaşçıyla kendi muhafız birliklerini ayaklanmaları bastırmakta kullanıyordu. Bu birliklerin zulüm ve keyifleri o kadar arttı ki, Arap halkına da tecavüze başlamışlardı.

Emeviler ve Abbasiler, Türk egemenleri, beylerinin izlediği bu yolu, sömürü ve işgal için daha kazançlı gördüler. Ticari ilişkilerin yanında, paralı- köle askerlik de Türklerin müslümanlaşmasını hızlandırdı. Arap hizmetinde ki bu Türk orduları, giderek öyle güçlendiler ki Mısır’da 868’de Tolunoğulları Devleti’ni 1250’de Memlük( kölemen ) Devlet’ini kurdular.

Giderek askeri olarak güçten düşen Abbasiler, bir yandan zorla Müslümanlaştırılan halkarın isyanları ile uğraştılar. Diğer yandan bu isyanların, giderek şiddetlenen Şii- Alevi hareketlerin iktidar mücadelesiyle bütünleşmesini kesmeye çalıştılar. Güç kazanmak için Türk egemenlerini, mal-mülke iknaya giriştiler.

Örneğin 921 yılında Abbasi Halifesi, Oğuz Beyleri’ne, İbni Fadlan’ın başında bulunduğu bir elçi heyeti ile armağanlar ve mektup gönderdi. Onlardan, ŞM ayaklanmalarını bastırmak için yardım istedi. İbni Fadlan, “Oğuzlar’ın içinde 10 bin at ve 100 bin koyun sahibi kişilere rastlamadığını” yazmıştı. Bu göçebe Oğuzlar’ın ne ölçüde zenginleştiğini ve aralarındaki sınıfsal ayrışmanın nasıl da derinleştiğini gösteriyor. Bu tarihte İbni Fadlan’ın da Seyahatnamesi’nde anlattığı gibi Türkler, eski inanç ve yaşayışlarını sürdürmekteydiler. Ama toplumsal gelişme düzeyi, İslamiyet sonucu artık egemenlerin çıkarlarına uygundu. İslam’ın hem ticareti düzenlemesi, hem de “kafirlerin” üstüne gaza yapmayı ve ganimet edinmeyi örgütlemesi, beylere çekici geliyordu.

10. yy’da Karahanlılar, ilk Müslüman Türk Devleti olarak ortaya çıktı. Saltuk Buğra Han, amcasını öldürerek başa geçerken Müslüman olmuştu. Böylece Türklerin, 650’li yıllarda işgaller, katliamlarla başlayan ve sömürgeleştirme saldırıları ile süren İslamlaşmaya karşı direnişi 300 yıl sonra Türk egemenlerinin Sünni İslam’a geçişi ile yeni bir sürece girdi; “İslam’ın nurunun, atalarımızın kalplerinin aydınlatması “ ile olmadı. İslam egemenliğinin dayatması ve toplumsal koşulların olgunlaşmasıyla oldu.

Türklerin yaşadığı bölgede, değişik dinlerin temsilcileri; uzun süre özgürce propaganda yapmışlar. Ve Türk beylerini, inançlarına davet etmişlerdi. Ama konu net olarak din seçimine geldiğinde göz önünde bulundurulan temel nokta, egemenlerin sömürüsünün garanti altına alınmasıydı. 8. Yüzyıl’da Bilge Kağan, ilgi gösterdiği Buda dini için bir tapınak yaptırmak istemişti. Veziri Tonyukuk karşı çıktı: “ Savaşı ve hayvan kesmeyi yasaklayan ve miskinlik telkin eden bir dinin kabulünün, Türkler için bir felaket olacağını söyleyerek Bilge Kağan’ı bu girişimden döndürür.”(7) Yine Uygurlar; çeşitli dinleri inceleyerek, Mani dininde karar kıldılar. Hazar Türkleri ise Yahudiliği tercih ettiler. Oğuzlar’ın, 1000 yıllarında Müslüman olduğu genel kabul görmektedir. Tarihi kayıtlara göre Selçuklular, 970’te Seyhun Irmağı’nın Aral Gölü’ne döküldüğü yerdeki Cend’e gelerek Müslümanlığa geçtiler.

Selçuklular Müslüman olunca, Oğuz yabgusunun(başkan) rutin vergi toplama işlemine “Müslümanlar kafirlere vergi vermez” diye karşı çıktılar. Sonra da eski inançlarını sürdüren Türk boylarına karşı akınlara başladılar. Ve kendi adına vergi topladılar.

Doğan Avcıoğlu’nun, ilk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar için yazdıkları, Selçuklular için de geçerlidir; “ Karahan Devleti, göçebe bozkır siyasal düzeninden, klasik ‘ İslam devletine bir geçiş aşaması olarak gözükür.’ (8)

Sonuç olarak; egemenlerin uydurduğu gibi Türk boylarımım tümü; gönüllü olarak İslamiyet’i seçmediler. Seçenler de uzun süre direndiler. Ve ancak ekonomik sosyal koşullar olgunlaştığında, Türk egemenlerinin tercihi sonucu İslamiyet’e geçtiler.

Nasıl Bir Müslümanlık?

Türk boylarının kitlesel olarak İslamiyet’e geçtiği, ilk Müslüman Türk Devletleri’nin ortaya çıktığı 10-11 yüzyılda, Müslümanlıktan aldıkları İslam’ın ortaya çıktığı Arap topraklarından çok farklıydı. Yüzeyde şeklen görülen Müslümanlığın gerisinde halk, eski inançlarını yüzyıllar boyunca sürdürdü. Türklerin yeni Müslüman olduğu, 10. Yüzyıla denk gelen Dede Korkut hikayelerinde bu durun çok açık görülür. Hikayelerde ki kahramanlar eski inanç, gelenek ve yaşamları, olduğu gibi kurarken, Müslümanlıkta tek ilişkileri, çok sıkıştığında iki rekat namaz kılmaktan ibaret olarak görülüyor. Yerleşik olanlar, İslam’ın getirdiği kural ve hükümlere tabi olurken, göçebe Türkler, yüzyıllar boyunca bunlara uymadılar. Sünni İslam’ı benimseyen ve halka dayatan egemenlerin bile, İslamı tüm hükümleriyle uyguladığı söylenemez.

Yine Selçuklu ve Osmanlı’da, göçebe halkın yaşayışlarına uymayan Müslümanlık hükümlerini yüzeysel olarak benimsediği, neredeyse tüm tarihçilerin ortak görüşüdür.

Rus tarihçi Gordlevski, Anadolu’daki (Küçük Asya) durumu şöyle anlatıyor; Kısaca Küçük Asya’da Müslümanlık akideleri zayıfladı; hafif bir Müslümanlık zarı ile kaplı Sünni karşıtı( heterodoks) propaganda, halkta eskiden beri aralarında babaların koşturduğu Oğuz Türklerin de, Müslüman ya da Hristiyan, yerli yaşayanlarda daima canlı bir yankı bulunuyordu. Sünniliği yavaş yavaş parçalayan bu dervişler, Batıniler, Selçuklular döneminde Küçük Asya’da özgürce dolaşıyorlardı. Selçuklular’ın yıkılmasından sonra ise, arkalarında kalan ve her zaman İslam’ın yıldırıp derinlere ittiği, Müslümanlığa karşıt eylemlerini gizleyen Şiiler( Aleviler vb. ) Küçük Asya’da başkaldırmışlardır.”(9)


Yüklə 1,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin