MÜLK ALLAH’INDIR! Şeyh Bedreddin, kendinden önce “mülk Allah’ındır” diyerek sömürü düzenine isyan eden batinilerin yolundan yürümüştü. Beylerin sultanların hükümdarların düzenini koruyan hukuk, sistemi ulema tarafından İslam’a dayandırılır. Bedreddin de onların düzenini yine İslam’a, İslam’ın halkçı yorumuna dayanarak mahkum etmiş, Tanrının amacına aykırı olduğunu söylemişti:
“Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Şu halinde dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünlerin insanların ortak malıdır. İnsanlar eşit olarak yaratılmışlardır. Birinin mal toplayıp öbürünün aç kalması Tanrı’nın amacına aykırıdır.”(97) Düşünce Tarihi/ Orhan Hançerlioğlu/syf:186
Kökeni İslam’ın doğuşunda ki ilk ayrışmalara; Ebuzerlere, İbni Sebelere. Kadar giden bu düşünce, çatışmanın sınıfsal özünü gösteriyor. Tarih boyunca Aleviliğin egemenlerle çatışması, özünde halkın egemenlere karşı yürüttüğü ekmek kavgası oldu. Şeyh Bedreddin’den sonraki Alevi ayaklanmalarında da hep bu sınıfsal öz ön plana çıkacaktı. Hemen, hepsinde yoksul köylülerin toprak talebi, toprağın herkese eşit dağıtılması başlıca amaç oldu. Alevi halkın inancına baskı, ağır sömürü koşulları ile iç içe geçmiştir. Çünkü din her ne kadar öbür dünya ile daha ilgili gibi görünse de asıl olarak bu dünyayı düzenlemeye çalışmaktadır. Sömürü arttıkça genellikle dini baskı da artmıştır.
“Mülk Allah’ındır” sözüne hiç bir Müslüman itiraz edemez ki Kur’an’da da böyle yazar! Şeyh Bedreddin’in herkesin eşit olduğu ve Allah’ın mülkünden eşit yararlanması gerektiği düşüncesi ise “sapıklık” sayılarak cezalandırılmıştır. Yine de onun herkesten üstün olduğu kabul edilen bilgisi, ulemadan ve egemen sınıflardan insanları da etkilemişti. Şeyh Bedreddin’ den sonra da onun düşüncelerinin değerini öven, haklı olduğunu savunan pek çok Osmanlı alimi çıktı. Ve Osmanlı Yalnızca katletmenin yetmediğini görerek onun düşüncelerini mahkum etmek için ideolojik araçlarla da saldırıya geçmiştir.
Çelebi Mehmet’ten sonra tahta çıkan II. Murat’ın 21-51)..”Nasihattı Sultan Murat” adlı eserinde yazdıkları bu çabanın ürünü sayılabilir. II. Murat’a göre: Tanrı kullarını iki bölük eylemiştir: Nafaka verici ve nafaka alıcı. Bir zengin, bir yoksul; bir bey, bir kul. Beyin beyliği kul ile; Zenginin zenginliği yoksul iledir. İnsanlar bunu bilmeli. Tanrı’nın buyruğuna uymalı. Verdiği rızk için şükretmelidir. “Buna karşılık Padişah da” reayayı adalet ve şefakatle yönetilmesi gereken Tanrı’nın bir emaneti olarak kabul edecektir!(98) Osmanlı Gerçeği/ Erdoğan Aydın/syf:303
Yine Osmanlı’da önemli bir eğitim kitabı olan “kabusname” bu dönemde yeniden çevrilir. Kitap 1082 yılında yazılmış ve üç kes Osmanlıcaya çevrilmiş bir siyasetnamedir. II. Murat’ın emriyle Mercimek Ahmet’in bir kez daha çevirdiği Osmanlı siyasetçilerinin bu eğitim kitabında reaya ya önerilen şudur:
“İnsan elindeki ile yetinmelidir. Aç gözlülük kulu yok eder. Kısmet ne ise ona rası olmak, Tanrı’nın kaderlediğine şükretmek gerekir. Zira rızık Tanrı tarafından bölüştürülmüştür. İnsana ancak ezelden kısmet olarak ayrılan erişir”(99) Osmanlı Gerçeği/ Erdoğan Aydın/syf:303
Ezilen sömürülen halkı, din zoru ile düzene biat ettirme çabaları 16. yüzyılda doruk noktasına ulaşır. 16 yüz yılın boğazına kadar Alevi kanına batmış Şeyhülislamlarından Kemal Paşazade de yoksullara şöyle öğüt verir:
“Tiz olma teemmül* kıl, her hale tahammül kıl
Allah’a gönül kıl, tedbiri bozar takdir”
*Teemmül: düşünüp taşınmak
Arkasından gelenlerde halka karşı bu “öğüt”leri dilinden düşürmezler 17. Şeyhülislamı Yahya Efendi de şöyle der:
“Tevekküldür* fakirin kıblegahı
Kanaat had** hemen altınoluktur” (100)Osmanlı Gerçeği/ Erdoğan Aydın/ syf: 304
*Tevekkül: İşini Allaha havale etmek
**Hod: Kendi
Özcesi “Mülk Allah’ındır” diyen Şeyh Bedreddin’i Osmanlı uleması “Allah dilediğine verir” diye düzetmeye çalışır! Ama Osmanlının Düzeninde o düzeni kutsayan dinini de tanımayan Alevi halk isyan etmeye devam eder.
OSMANLI’NIN II. KURULUŞU
Fetret Devrini sona erdiren Mehmet Çelebi resmi tarihe Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu olarak tanınır. Timur’un saldırısıyla egemenliklerini ilan eden beylikleri, tekrar Osmanlı Sultası altına almıştı;Onlarca Alevi Türkmen ayaklanmasını ve en Önemlisi de Şeyh Bedreddin ayaklanmasını kanla bastırarak Osmanlı’nın tacını tahtını kurtarmıştı.
Çelebi Mehmet 1420’de öldüğünde Anadolu beylikleri bu fırsattan yararlanarak tekrar ayaklandılar. Germiyanoğlu, Karamanoğlu, Menteşoğlu, Aydınoğlu, Saruhanoğlu, İsfenderiyaroğlu tahta geçen II. Murat’a karşı mücadeleye başladılar. Ama bir kez daha teker teker yenilerek Osmanlı egemenliğini kabul etmek zorunda kaldılar. Böylece Osmanlı, Timur’un saldırısından önceki sınırlarına ulaşmış; Doğu’da Akkoyunlu ve Karakoyunlu Devletleriyle komşu olmuştu. Balkanlarda ise Bulgaristan’ın tümünü topraklarına katmış, Tuna nehrine dayanmıştı. Orta Avrupa devletlerinin oluşturdukları Haçlı orduları, Varna Savaşı (1444) ve Kosova savaşlarında (1448) Osmanlı’ya yenildiler. Böylece Avrupa da Osmanlı egemenliğini kabul etmiş ve savunma durumuna geçmişti.
II. Murat’ın 1421-1451 yılları arasındaki saltanat dönemi de taht kavgaları, savaşlar, yağma ve katliamlarla geçti. Anadolu’da Osmanlı zulmüne direnen Türkmenlere karşı II. Murat’ın veziri Yörgüç paşa acımasız katliamlar yapmıştı. Aydınoğlu Cüneyt beyi tuzağa düşürerek ailesi ile birlikte öldürmüştü. Yine Çorum- Tokat bölgesinde göçebe bir Alevi aşireti olan Kızılkocaoğullarını kadın, çocuk demeden katletmişti.
Kızılkocaoğulları Amasya-Tokat-Çorum-Sivas-Konya-Afyon-Manisa ve Burdur hattında konar göçer büyük bir aşiretti. Alevi olduk ları için “Soygunculuk yaptıkları” iddia edilerek 1427’de üzerlerine ordu gönderildi. Yörgüç Paşa önce aşiretin beyi ve kardeşlerini tuzağa düşürerek öldürdü. Ardından tüm aşirete yönelik yağma-talan ve katliamlar başladı.
“Geride kalıp da kaçanlarıysa bir bir yakalayıp zincire ve prangaya bağladılar. Hepsini bir mağaraya doldurup ağzını kapattıktan sonra, içini kara gönülleri gibi dumana boğdular, kızgın ateşle ve böylece korkunç bir ceza ile helak eyleyip ülkenin eteklerini vücutlarının pisliğinden temizlediler. Ertesi sabah yani gümüş tüylü tavuskuşu kol ve kanatlarını açtığı gece kuşları karanlık köşelere sindiği demde Yörgüç Paşa, seçtiği ülkeler açan yiğitlerle bu uygunsuzların yurdu, çoluk çocukların konağı olan Çorumlu ovasına atladı. Ansızın bastırarak orada olan Türkmenleri de kırıp geçirdi. Sürü ve davarlarını aldı. Ele geçen ganimet o kadar fazlaydı ki, bir koyun bir dirheme satılacak kadar ucuzladı. Bunların çoluk ve çocuklarını kimseye dokundurmadı. Onlar ise dilenciliğe dönüp bütün ülke içine dağıldılar. Yörgüç Paşa bir Türkmen getirene bir kaftan adamış, bunu da tellallarla duyurmuştu. Bu yolla da Türkmenlerden pek çok kimseyi temizlemiş oldu. O tarihten sonra Türkmen eşkiyası başsız ve güçsüz kaldılar.”101 Dipnot: Tacü’t Tevarih cilt:2 Hoca Sadettin/syf.329 Timur'a yenilmesinin ardından dağılma tehlikesi geçiren Osmanlı, Çelebi Mehmet'ten sonra 2. Murat'la birlikte Anadolu'daki Türkmen Beylikleri ve halk üzerindeki baskı ve kontrolünü sürekli arttırdı. İmparatorluğa giden yolda Anadolu'nun boyunduruk altına alınmasını şart görüyordu. Askeri yöntemlerin yetmediğini gören Osmanlı giderek başka araçları da devreye sokarak halk üzerindeki baskı ve terörünü kurumlaştırmaya çalıştı. Bunun temel aracı ise Ortaçağda dindi. Her ayaklandığında kırımdan geçirilen Alevi halka yönelik katliamlar, kovuşturmalar böylece süreklileştirilecek, 16. yy'dan itibaren ise Aleviler tek tek takip edilecek, isim isim fetva verilecek ortadan kaldırılacaktı. NİZAM-I ALEM İÇİN... Fatih Sultan Mehmet'in 1453'de İstanbul'u feth etmesiyle birlikte Osmanlı "Dünyayı nizama sokmayı" hedefleyen bir imparatorluk haline geldi. Fatih "Bizans İmparatoru" ünvanını almış, daha sonra 1481'de anısına çıkarılan madalyona bu ünvan da kazınmıştı.
Fatih Sultan Mehmet ünlü "Kanun-name-i Al-i Osman"da "Evlatlarımdan kime saltanat düşerse Nizam-ı Alem için kardeşlerini öldürmesi münasiptir" diyerek kardeş katlini yasalaştırandı. Resmi tarihin yalanlarla süsleyerek anlattığı gibi ne " gayri Müslimlere karşı hoşgörülüydü, ne de İstanbul'a Hristiyan hanımları tarafından çiçeklerle karşılanmıştı!" (Recep Tayyip Erdoğan) Aksine askerlerine "Sadece ganimet sizin, binalar benim" diyerek 3 gün yağma izni vermiş, kadın, çocuk demeden Bizanslılar tecavüze uğramış, katledilmiş, yağmalanmıştı. Osmanlı'nın bu geleneksel yağmasından sonra padişah şehri imar etmek, nüfusunu arttırmak için iş ve ticaret erbabı olan Yahudilerden, Ermenilerden, Rumlardan yararlandı. Nüfusu arttırmak için Anadolu'dan halkı zorla getirmek istedi ama başarılı olamadı.
"Hünkar buyurdu ki, her vilayetin ganisinden ve fakirinden süreler, kadınlara ve subaşılara hükümler varıp, her taraftan adamlar sürüp, getirip İstanbul'a dolduralar. Her taraftan adamlar sürüp İstanbul'a doldurarak, şen olmağa başladı. Andan bu gelen kişilerin evlerine mukataa vaz ettiler(kira istediler-bn); bundan halk nefret ettiler, eyittiler(dediler-bn) evlerimizi bize sattırıp vatanımızı azmededip bizi burada bu kafir evlerine kira vermeye mi getirdiniz? diye ekser halk avradını ve oğlanını bırakıp, başını alıp gittiler" (102)
Yani Fatih imparatorluk siyasetinin gereği olarak Rum Ortodoks kilisesini, Ermeni kilisesini ve Yahudi Hahambaşı'lığını geniş yetkilerle donattı. Böylece İstanbul'un farklı mahallelerine yerleştirdiği, Yahudi, Ermeni, Rum halkın yanı sıra tüm gayrı Müslimleri dini kullanarak etki altında tutmaya çalıştı. Ekonomik boyutunda ise devlete gelir sağlamak için İstanbul'un gümrükleri, darphaneleri, şaphaneleri, maden ocakları, tuzlaları ticareti bilen aristokrat Hristiyanlara verildi. İstanbul'a yaptırdığı camiler, hisarlar, medreseler için para ihtiyacı gelir kaynaklarının iltizam ve tekel usulü ile Bizans soyluları ve Floransalılara verilmesi ile sağlandı. Ama bunlar da yetmedi Fatih Sultan Mehmet'in bitmek bilmeyen seferleri, savaşları için devalüasyon yoluyla paranın değer düşürülerek ek gelir sağlandı. Fatih'in iktidarının başında bir akçe 1.052 gram gümüş iken, iktidarının sonunda 0.751 gram gümüşe düşmüştü. "Para tağşişi" denilen devalüasyon Fatih'ten sonra da Osmanlı'nın para sıkıntısı nedeniyle sıklıkla başvurduğu bir yöntem olacaktı. Önemli bir diğer uygulama da Fatih tarafından merkezi devleti güçlendirmek için 20 bin kadar mülk ve vakıf arazisi statüsündeki köyün yeniden tımar sistemine dahil edilmesiydi. Bu yolla Timurtaşoğulları, Malkoçoğulları, İsfandiyaroğulları gibi ünlü ailelerin mülkleri müsadere edildi. Yani ellerinden alındı. Böylece padişah feodal beylere karşı sınırsız ve mutlak bir güç elde etmek istiyordu. -(102) Aktaran Osmanlı toplumsal düzeni. /Taner Timur/ syf:136 İstanbul'u fethederek bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı'da bu politikaların halka yansıması neydi? İstanbul'daki padişahın ve çevresindeki Osmanlı aristokratlarının gücü ve servetleri günden güne artarken halk ne durumdaydı?
"Fatih, Anadolu'yu Osmanlı ülkesine katmıştı fakat halk refah ve saadet nimetinden mahrumdu. Yüce dağlar ortasında 'tekalifi örfiye ve şakika'(eziyet) ile muzdarip olan halk kendine dinde bir ilticagah buluyor.... " (103)
Osmanlı tarihçilerinin belirttiği gibi, Anadolu beylerini ezerek Osmanlı egemenliğine alan Fatih Sultan Mehmet oldu. İsfandiyaroğlu Beyliği, Trabzon Rum İmparatorluğu, Karamanoğlu Beyliği, Alanya Beyliği Osmanlı topraklarına katıldı. Dahası doğuda güçlenen Türkmen Akkoyunlu devleti de 1473'de Otlukbeli savaşında yenildi. Tüm bunların anlamı Anadolu'nun Osmanlı tarafından işgal ve yağmasıyla halkın yoksulluktan ve katliamlardan iyice perişan olmasıydı. Örneğin, Karamanoğulları Beyliği'nin işgali sırasında Fatihin veziri Rum Mehmet Paşa, Karaman, Larende ve Ereğli dolaylarında kırım uygulamış, Osmanlı tarih yazılarının deyişiyle "reayayı çiğnemiş", "köyleri viran" etmişti. "Padişahın bizim vatanımız hakkında icra ettiği hasaretin intikamını Larende ülkesinde icraya muaffak oldum." diye övünmüştü. Yine Otlukbeli savaşında "tutsak edilen Türkmen taifesinin öldürülmesi" buyrulmuş, "sıra sıra cellatlar, sürü sürü Türkmen doğramış"tı. Bir başka örnek Rum Mehmet Paşa'dan sonraki Vezir-i Azam İshak Paşa'nın fermanıyla Aksaray halkı 1471'de İstanbul'a sürüldü. (104)
Osmanlı büyüdükçe Anadolu'daki sömürüsü arttı. Çift resmi (vergisi) 22 akçeden 32 akçeye çıkarıldı. Osmanlı ordularının yağma ve talan, katliamları halkı canından bezdirdi. İşte halkın "...Kendine dinde bir ilticagah" aramasının nedenleri bunlardı. 16.yy boyunca Osmanlı'nın kabusu olan Alevi ayaklanmalarını hazırlayan koşullar bunlardı. Ne "dinsizlik, sapkınlık" karalaması ne de Safevileri hedef gösteren " dış mihraklar" demagojileri bu gerçeklerin üstünü örtebilir. (103) Aktaran: Osmanlı Gerçeği/ Erdoğan Aydın/Syf: 172
Bu süreçte Türkmenlerin gönlünü kazanarak Anadolu'da örgütlenen Safeviler ve Erdebil Tekkesi dini açıdan bir çekim merkeziydi. Ama giderek önemli bir siyasal güç haline de gelecekti. Daha doğrusu Osmanlı saltanatına boyun eğmeyen, çareler arayan kızılbaş Türkler ve Kürtler tarafından alternatif bir siyasal güç haline getirilecekti. İleride göreceğimiz gibi Safevilerin ilk taraftarları da Şah İsmail'i yetiştirip iktidara taşıyanlar da, Çaldıran'da Osmanlı'ya yenilenler de Alevi-Kızılbaş Anadolu halklarıydı.
BALKAN HALKLARININ OSMANLI'YA DİRENİŞ
Balkan halklarının durumu da Anadolu halklarının durumundan farklı değildi. Henüz Osmanlı'nın işgal etmediği bölgelerde serf durumundaki halk, Hristiyan soyluların, prenslerininin zulmü ve sömürü altında inlemekteydi, feodalizmin geliştirdiği ve feodal derebeylerin daha güçlü olduğu Orta Avrupa'da köylü, toprağa bağlı köle durumundaydı. Örneğin toprağını terk etmesi "bir uzvunun kesilerek sakat bırakılması" gibi en ağır cezalarla yasaklanmıştı. Halk bu koşullara isyan ederek 1437'de genel bir köylü ayaklanması çıkarttı. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. : "... Yakalanan asi şefleri barbar bir şekilde öldürürler. Yenilenler üzerine korkunç bir intikam dalgası esti. Burunları, kulakları, dudakları ve elleri kesildi, gözleri oyuldu. "(105)
Balkanlar'daki Hristiyan halkın isyan ettiği bu bölgeler, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı egemenliği altına girdi. Sırbistan, Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek ve Eflak Boğdan, Osmanlı tarafından işgal edildi. Osmanlı İşgal ettiği balkanlarda halkı zorla Müslümanlaştırma yoluna gitmedi. Cizye ve haraç almakla yetindi. Din, dil ve millet ayırmadan halka kapılarını açan, hoşgörü ile yaklaşan Alevi-Bektaşi tekkelerinin yayılmasını teşvik etti. Diğer bölgelerden farklı olarak Bosna-Hersek ve Arnavutluk'ta halk işgalden sonra padişahın izniyle toplu olarak Müslümanlığa geçti. Böylece hem Arnavutluk hem de Bosna-Hersek Balkan Bektaşiliğinin en güçlü ve örgütlü olduğu merkezler haline geldiler. Bu bölgeler aynı zamanda Osmanlı yeniçerilerinin devşirildiği, Osmanlı düzenine çok sayıda asker ve yönetici vermiş bölgeler oldu. Bektaşi inancı hem geçmişten getirdikleri ortakçı yaşam geleneklerine hem Bogomiller'in miras bıraktığı batıni Hristiyan inançlarına uygun olduğu için hızla yayıldı. Bu gün bile özellikle Arnavutluk'ta Bektaşilik çok güçlü ve yaygındır. Arnavutluk, Bektaşiliğin Anadolu'dakinden farklı Babagan kolunun merkezi oldu. (105) Osmanlı Toplumsal Düzeni/ Taner Timur/syf:29
TEKKE VE MEDRESE KAVGASI
Fatih, Manisa‘da şehzadeyken Hurufi dervişlerle tanışmıştı. Bunların en ünlüsü Otman Baba‘ydı. Fatih‘i Hurufiliğe ilgisinin, padişahlığı zamanında da İstanbul‘un fethine kadar sürdüğü biliniyor. Fakat ulemanın durumundan rahatsız olması sonucu Hurufiler padişah çevresinden uzaklaştırıldılar. Her yerde kovuşturularak katledildiler. Edirne‘de toplu olarak yakıldılar. Fatih‘in kişisel ilgisi, bir dünya İmparatorluğuna dönüşen Osmanlı‘nın çıkarları karşısında önemsizdi. Ki devletin ve saltanatın kurumsallaşması için dine olan ihtiyaç giderek artmaktaydı. Din, halkın sırtında Osmanlı’nın manevi sopası haline getirilmeliydi. Bu sopayı, padişah adına halkın sırtından eksik etmeyecek olanda ulema olacaktı. Bu nedenle ulemanın saltanattaki gücü giderek arttı. Yeni yeni medreseler açıldı, camiler inşa edildi. Padişah tarafından büyük vakıflar bağışlandı. Öyle ki bu savaşta biraz namuslu ve dürüst davranan mollalar bile fetvalarla katledildiler. Şeyh Bedreddin‘ in yarattığı sarsıntı ile titreyen Osmanlı, Fatih‘le birlikte halka karşı Sünni İslamı kurumlaştırmak, ulemayı güçlendirmek için olanaklarını seferber etti. Fatih, İstanbul‘u işgal ettiğinde (….) büyük kiliselerden sekizini camiye çevirdi ve her birinde bir medrese kurdu. Yine kendi adına inşa ettirdiği camide de sekiz medrese kurdu, bu medreselerin hocalarına özel bir önem vererek yüksek bir maaş bağladı. “ Her ne kadar Sultan Orhan, Osmanlı Devleti’nde tesis ettiği medresede müderrislikler (öğretmen-bn) kurmuş ve Yıldırım Bayezit, kadıların olacakları rüsum miktarını( ücret-bn) tayın etmiş ise de, ilmiye heyeti….) teşkilatı ancak II. Mehmet zamanında başlar“ (106) Büyük Osmanlı Tarihi cilt 2/ Hammer/ syf: 439 Milliyet yayınları
Fatih‘in teşkilatlandırdığı ulemanın yönetimdeki rolü 6. yüzyılda yine Alevi-Kızılbaş ayaklanmalarının peşpeşe Osmanlı‘yı sarstığı dönemde doruğa çıkacaktı. Fatih, Osmanlı‘nın ay yılı esasına dayalı Hicri takviminin en büyük iki dinsel gücü olan “Hüseyin matemi“ni ve “Nevruz“u yasakladı. Çingeneleri dahi İslamlaştırmak için zorlayıcı fermanlar verdi. Öşür, haraç gibi ödentileri İslam hukukuna göre düzenledi.(107) Osmanlı‘da Alevi Ayaklanmaları/ Baki Öz/ syf 120 Böylece Sünni İslam’ın devlet ve halk üzerindeki hakimiyeti giderek artmıştı.
Tekke ya da dergahlar ise saltanatın dayandığı medreselerin aksine halkın dayanağıydı. Her türlü batini inancın halk içinde örgütleyip yayıldığı merkezlerdi. Halkın eğitim merkezi, kültür merkezi, üretim merkezi olmuşlardı. Tekkelerdeki dervişler, Hristiyan keşişleri gibi dünyadan el etek çekip çile evlerine kapanan din adamları değillerdi. Aksine üretim içinde yer alan hayatın içinde halkın tüm sorunlarına ortak olan, öncülük yapan kişilerdi. Bu yüzden belli merkezlere bağlı olsalar da çoğu gezgindiler. Çoğu yaptığı işte anılmış; Sucu Baba, Eskici Baba, Kilci Baba, Somuncu Baba, Elekçi Baba…. Denmiştir. Tekkeler aynı zamanda ortakçı yaşamın da merkezleriydiler. Açlar doyurulur, yolcular ağırlanır, oraya dahil olan kim olursa olsun beraber çalışmanın ve ürettiğini ya da halkın bağışladığını herkesle paylaşmanın zevkine varırdı. Osmanlı tarihçilerinden Prof. Ömer Lütfi Barkan 15. yüzyıla kadar tekkelerin bu özelliklerini koruduğunu söylüyor:
“Bu devirde gördüğümüz dervişler, henüz ziraat hayatı ile meşgul olan, bağ bahçe yetiştiren zaviyeler kurmakta usta olan kişilerdi. Vakitlerini ayin ve ibadetle geçirdiklerine, başkalarının sırtından yaşadıklarına dair ortada henüz, hiç bir delil mevcut değildir. Birçok dervişin bir komünist hayatı yaşamak için bir araya toplandıklarını ve beraber çalışıp beraber yemenin ve böyle müşterek bir hayat sürmenin zevklerini tercih ettiklerini kabul edebiliriz“ 108 Aktaran; Yunus Emre İ / İlhan Başgöz/ syf: 61/ Cumhuriyet yay.
Tekkeler aynı zamanda halk kültürünün, edebiyatının taşıyıcısı oldular. Yüzlerce Alevi halk ozanı, şairi tekkelerde yetişti. Halkın destanları, masalları, öyküleri daha önemlisi tarihi tekkelerde kaleme alınıyordu. Bu bakımdan tekkeler kırsal bölgelerde yazılı kültürün tek temsilcisiydiler. Ne var ki egemenler de dunu bildiğinden her fırsatta tekkelerin kütüphanelerini yağmalayıp, kitaplarını yakarak ortadan kaldırdılar.
Çoğu zaman halk ayaklanmalarının da karargahı haline gelen tekkeler Osmanlı tarafından giderek daha sıkı denetim altına alınacaktı. Özellikle 16. yüzyıldan itibaren zararlı görülenler kapatıldı, faaliyetine izin verilenlerin şeyhleri, babaları, dervişleri Osmanlı‘dan icazet almak zorunda bırakıldılar. Osmanlı‘nın bir oyunda eğer suyun akışını kesemiyorsa yönünü kendine doğru çevirmek, yani tekkeleri yozlaştırarak kendi çıkarları için kullanmaktı. En etkili yozlaştırma aracı ise paraydı. Osmanlı bazı durumlarda tekke…. Yük gelirler bağışlardı. Hacı Bektaş-ı Veli, Abdal…. Seyit Ali Sultan gibi Alevi ulularının tekkeleri ..ca köyün vergisini toplamaya başladılar ve geniş yetkilere sahip oldular. Osmanlı hediyelerle, rüşvetle, ...en muaf tutarak, beratlar vererek onları satın almaya çalıştı. Tekkeleri halktan kopuk, asalaklaşmış mücerred dervişlerin yuvası haline getirmeye çalıştı. …..çabalar sonucunda Osmanlı adına göçebe aşiretleri yerleşik hayata geçiren vergisini toplayan savaş zamanında önlerine düşüp Osmanlı‘nın yanında sefere götürdüğü ...Hasan Dedeler, Gül Babalar da ortaya çıktı. Özelikle İstanbul‘da 16. yüzyıldan sonra kurulan Bektaşi tekkelerinin çoğunda bu yozlaşmanın belirtileri görülecekti.
KUTU: OTMAN BABA VE BULGARİSTAN‘DAKİ DERGAHLAR
Prof İrene Melikoff‘un 1980‘li yıllardaki araştırmasına göre Bulgaristan‘da resmi rakamlara göre 90 bin kızılbaş vardır. Bunların çoğunluğu Şeyh Bedreddin ayaklanmasının merkezi durumundaki Deliorman(Ağaç denizi) denilen bölgede yaşar. Bölgenin en büyük tekkesi Demir Baba tekkesidir. Geleneğe göre Demir Baba, Şeyh Bedreddin‘in mürididir. Ve bölgeye onunla beraber gelmiştir. Bedreddin‘in yenilgisinden sonra ise ulaşılması zor Dipsiz Gölüne çekilmiş ve orada münzevi bir yaşam sürmüştür. Tekesi 15. yüzyılın sonlarında yapılmıştır. Yedi köşeli bir binadır. Bugünde ayakta olan yapı Aleviler tarafından ziyaret edilmekte ve kurbanlar kesilip cem törenleri düzenlenmektedir.
Otman Baba‘nın dergahı ve yatırı ise Bulgaristan‘ın Hasköy (Hoskova) ilindedir. Otman Baba, Fatih döneminde yaşamış, 1478‘ de ölmüştür. Fatih‘le Manisa’da şehzade iken tanışmış ve ilgisini çekmiştir. Otman Baba Velayetnamesi 1483‘te dervişi Küçük Abdal tarafından yazılmıştır. Velayetnameye göre Otman Baba “Oğuz diline bağlıdır ve gayri dil konuşanı hoş görmez“ Diğer babalardan daha celalidir. Fatih Sultan Mehmet‘e emirler verir. Müritleriyle birlikte ziyaretine gelen Hacı Bektaş Çelebisini kovar Muhammed, Ali ve Musa‘nın kendisi olduğunu söyler. Yağız tenli ela gözlü, kızıl benizli, mücessem heybetli; “Hazarı ibretlü, zahire kuvvetlü, ve batın da bir nihayet“ olan Otman Babanın sırrına kimsenin eremediği anlatır. Saçlarını, kaşlarını traş edip yarı çıplak bir şekilde hayvan postuna sarınarak gezen “Rum Abdalları“ olarak anılan müritleri, Otman Baba’nın Tanrı‘nın mazharı olduğuna inanır. Rumeli‘nin babaları, dervişleri, erenleri onun kutupların kutbu olarak tanır.
Alevi ulularının çoğu gibi Otman baba içinde Osmanlı‘nın Rumeli seferine katıldığı söylense de gerçekte Osmanlı ile arası iyi değildir. Fatih, Hurufileri çevresinden uzaklaştırıp katlettirirken “baba“ diye hitap ettiği Otman Baba‘yı da İstanbul‘a getirip yargılatır. Otman Baba her nasılsa öldürülmekten kurtularak Rumeli’ye döner.
Fatih‘ten sonra II. Bayezit döneminde Otman Baba Müritleri. Hurufiler, Kalenderi dervişler üzerindeki baskılar artarak sürer. Yatırının üstüne Malkoçoğulları tarafından kubbeli bir bina yaptırılmış ve kitabesinde ismi çarpıtılarak “Osman Baba“ olarak yazdırılmıştır. II. Bayezit de türbesini kurşunla kaplattırır.
Otman Baba Hurufi‘dir Türbesi yedi köşelidir. Tacı da yedi dilimlidir. Yedi imamcılığın Hurufiliği, İsmaililikten geçtiği, Fazlullah Hurufi’nin ilk hocasının bir İsmaili olduğu bilinmektedir. Otman Baba’dan sonra postuna halifesi Akyazılı Sultan oturur. Dergahı Varna‘nın Balçık köyü yakınlarında Batava deresindedir. Akyazılı Sultan‘ da “yedi imamei”dir Ama Osmanlı baskı ve kovuşturmaları sonucu sonradan Bektaşiliğe bağlanmıştır. 16.yy Rumeli‘deki tekkelerin Hurufi, Kalenderi dervişlerin Abdalların Bektaşi erkanına geçmesinde Osmanlı baskısının rolü büyüktür.