Halk bir yandan ağaların beylerin ‚salma‘ ya da ‚salgın‘ denilen keyfi vergilerden bir yandan tefeci tüccarların elinden bir yandan da Osmalı‘nın savaş için deyip barış zamanı da sürdürdüğü ‚ovarız‘ denilen vergilerden bıkmış, bunalmıştı. Derdini türkülere, destanlara döküyor, dağlara söylüyordu.
“Dağa çıksam ayısı var, kurdu var
Düze insem sıtması var, derdi var
Köye gitsem tahsildarınn derdi var
Şaştım ağam bu salgının elinden“ (234) A. Haydar Avcı‘nın Atçalı Kel Mehmed İsyanı Başlıklı Makalesi/ Halk Bilim Araştırmaları/ Syf:44 İstanbul 2003 e yayınları
Köylü öküzünü, çiftini, çubuğunu, toprağını kaptırmış ağalara kul köle olmuş, ortakçılık, ırgatlık çobanlık, bekçilik, azaplık yapmakta, karın tokluğuna çalışmaktaydı. Bu nedenle 19. yüzyılda azap tutma, ırgat, yarıcı, ortakçı, maraba, yanaşma gibi adlarla anılmaktaydı. Dayanamayıp isyan ettiğinde küçük çeteler oluşturarak, dağları mesken tuttuğunda ise eşkıya denmekteydi. Ege bölgesi, zeybeklik kültürü ve dağlık coğrafyası ile eşkiya yatağıydı.
Aydın ihtilalinin temelinde böyle bir tablo vardır. Ayrıca isyanın yeşerdiği toprak ayaklanmalar bakımından çok zengindir. Ege bölgesinde ortaya çıkmış Davutoğlu(1596), Cennetoğlu (1524), Sivri Bölükbaşı (1658) gibi ayaklanmaların acıları tazeydi. Atçalı Kel Mehmet‘in de özellikle yoksullara dayanan Birgi‘li Cennetoğlu ayaklanmasından etkilendiği anlaşılıyor. Yine 1826 yılında Yeniçeriliğin kaldırılması Alevi Bektaşi dergahlarının yakılıp yıkılması sırasında Bektaşilerin kurtulmak için bu bölgeye sığındığı biliniyor. Osmanlı tarafından Bektaşi Babalarının sürüldüğü Tire’deki dergah da ayaklanmanın yayıldığı bölgeydi. Ege bölgesinde ki Alevi-Bektaşi dergahlarının yoğunluğu ve Tahtacıları gibi Alevi topluluklarda düşünüldüğünde Aydın ilinde Alevi inancının da önemli bir rol oynadığı anlaşılıyor. Nitekim Atçalı Kel Mehmed de mektuplarında “ Ben….. Hüda Seyyid Mehmed“ unvanını kullanarak Alevi ayaklanmalarının önderleri gibi soyunu İmam Hüseyin‘e bağlamıştı. Tüm zeybekler gibi Atçalı Kel Mehmed‘in “zayıf inançlı “ olmakla suçlanması, bir dervişe bağlı olduğundan söz edilmesi, 1826 kıyımından kaçan kimi Bektaşi dervişlerin de çevresinde olabileceğini akla getiriyor. Çevresinde “ okur yazar adamlar“ olduğundan bahsediliyor:
“Aydın tarafında Adalar kasabası ahalisinden keleş Mehmed nam kimse o aralık memalike (memlekete) neşr olunan adalet Fermanlarından birini eline ayıl Padişahın fukaraya teaddi olunmasına (saldırganlık yapılmasına) rızası yoktur diyerek halkı başına cem ile ol havaliye püsküllü bela olmuş idi… Yanında okur yazar, söz anlar ademler varmış. İstila ettiği yerlerde aklınca Celb-i Kulüb-i avamı (yanına toplanan halk içün) benim garazım (amacım) fukarayı sıyanettir (korumaktır), voyvodaların (vezir haslarının ya da devlet tarafından iltizama verilen yerlerin gelirini toplamak için görevlendirilen kimse) zulümden memalik(memleketi) vikayettir. (kollamaktır, esirgemektir) gibi sözleri mündailer (tellalar) vasıtasıyla ilan ederek başına yedi sekiz bin den mütecaviz (fazla) asker biriktirdikten ma‘ada (başka)… hayli telaş mucub olmuştur.“ (235) Aktaran: A. Haydar Avcı‘nın ‚Atçalı Kel Mehmed isyanı‘ başlıklı makalesi/ Halk Bilim Araştırmaları/ Syf 46/ İstanbul 2003 E yayınları
“ HAMİDE-İ DEVLET
VALİ-Yİ VİLAYET
ATÇALI KEL MEHMET“
Aydın‘ı ele geçirdikten sonra yaptırdığı egemenlik mührüne böyle yazdıran Atçalı Kel Mehmet çok yoksul bir köylüydü. Küçük yaşta babası ölünce yetim kalmıştı. Annesiyle birlikte Arpazlı Atçalı beylerin yanında karın tokluğuna ırgatlık yapıyorlardı. Atçalı, köyünün ağası Hacı Hüseyinoğlu Şerif Hüseyin‘in kızı Fatma‘ya sevdalandı. Bu sevdayı öğrenen ağa tarafından aşağılandı, baskı ve eziyet gördü. Köy kahvesi üzerine saldıran ağanın kahyası Mahmut Ağa‘yı ve bir yanaşmasını yaralayarak dağa çıktı. Ağaların peşine saldığı Kara Efe‘yi öldürünce ünü bölgede hızla yayıldı. İlk dağa çıkışı bir kaç yıl sürdü. Sonra affa uğrayarak düze indi. Ama Osmanlı‘nın oyunlarını görüp kavradıkça bir gün pusuya düşürüleceği endişesiyle tekrar dağa çıkmak zorunda kaldı. Beylerin, ağaların zulmü ve sömürüsü karşısında çaresizlik içinde kıvranan halk için kısa sürede umut haline geldi. Aydın hapishanesini basıp II. Mahmut‘un yaverlerinden Reşit Bey‘in asmaya hazırladığı adamlarını kurtarması ise ününü iyice arttırdı.
Atçalı Kel Mehmet Efe ve dağlardan inen zeybekler önce Kuyucak kasabası üzerine yürüdüler. Atçalı Hacı Mehmet Ali Ağa zeybeklere karşı koyamayacağını anlayınca kaçtı. Ardından Nazilli halkı kendilerini de kurtarması için Atçalı Efe‘yi davet ettiler. Korkuya kapılan Ağaların kaçması sonucu ciddi bir direniş olmadan Nazilli‘yi de ele geçirdi. Bundan sonra halkın kurtarıcısı olarak her yerde coşku ile karşıladığı Atçalı Kel Mehmet Efe ve zeybekleri geniş bir bölgeyi kontrol etmeye başladılar:
“Belgelerden belirleyebildiğimiz kadarıyla Atçalı‘nın ele geçirdiği yerler şunlardır: 1- Aydın-Güzelhisarı, 2- Kuyucak Kazası, 3-Nazilli, 3-Bayındır, 5- Tire, 6- Turgutlu (saruhan sancağı), 7- Sutan hisarı 8- Karapınar, 9-Arpaz, 10 Atça, 11-Balyanbolu(Beydağ), 12- Birgi, 13-Bozdoğan, 14 Köşkderesi, 15- Alaşehir (Manisa), 16- Koçar (Kocarlı), 17 Buldan (Denizli), 18-Ödemiş, 19- Salihli, 20- Yenipınar, 21-Sard, 22-Yenişehir, 23 Kula(Kütahya), 24-Eşme (Kütahya) “ (236) A. Haydar Avcı‘nın ‚‘Atçalı Kel Mehmet İsyanı‘ Başlıklı Makalesi/Halk Bilm Araştırmaları/ Syf 49 İstanbul 2003 E yayınları
Atçalı Kel Mehmet Efe, ele geçirdiği yerlerde yağmaya, çapula, her hangi bir karışıklığa izin vermedi. Ağaları, selimleri, Voyvodaları, Osmanlı yöneticilerini kovarak vergileri kaldırdı. Her yere yardımcı zeybeklerden yöneticiler atadı. Belgelerden açıkça anlaşıldığı yoksulun, garibanın hakkını korumak için yola çıkmıştı. Ağalardan, tefecilerden aldığı paraları yine yoksullara, kimsesizlere dağıttı. Yol, Köprü, Çeşme yaptırdı. Kimsenin hakkını yedirmedi. Bu uygulamalarıyla da halkın umudu haline geldi, her koşulda sahiplendiği efesi oldu.
Ayaklanma Osmanlı belgelerine “ Aydın İhtilali“ diye geçmişti. Gerçekten Atçalı Kel Mehmet ve Zeybekleri halkın da katılımıyla 7-8 bin kişilik bir kuvvet oluşturmuş ve yeni bir yönetim kurmuşlardı. Ama Osmanlı ile bağlarını koparmaya cesaret edemediler. Nitekim belgelere göre haksız ve keyfi vergileri kaldıran, zenginlerin, zorbaların mallarına el koyan Atçalı Kel Mehmet “ Padişahın hakkı“ diyerek topladığı verginin bir kısmını İstanbul’a göndermeye devam etmişti. Zaten ayaklanmanın talepleri de genel olarak köylülerin, yoksulların durumunun iyileştirilmesi ile sınırlıydı. Yoksulların ezilmemesi, askerlik angaryasının sınırlanması, tarımın, ticaretin düzenlenmesi, can ve mal güvenliğinin sağlanması, adaletsiz yasaların kaldırılması başlıca taleplerdi. Ki Atçalı‘nın uygulamaları da bu çerçevedeydi.
Osmanlı ayaklanmayı bastırmak için eski Halep Valisi İbrahim Paşa‘yı gönderdi. İbrahim Paşa 18-12-1829‘da Aydın‘a saldırdı. Bu saldırı da zeybekler yenildiler ve yeniden dağlara çekildiler. Aylarca gizlenen güç toplayan zeybekler 1830 Haziran‘ında yeniden ortaya çıktılar. 8 Haziran‘da Nazilli‘yi tekrar ele geçirdiler. Bölgede Osmanlı‘nın dayanağı olan Karaosmanoğlu ailesinden yöneticiler asker toplayarak Aydın‘a iki saat uzaklıkta ki Tepecikte zeybekleri karşıladılar. Bu çatışmada Atçalı Kel Mehmet ve zeybekleri öldürüldü, ayaklanma bastırıldı.(10 Haziran 1830)
Ayaklanma sonrası Karaosmanoğlu ailesi bölgeyi demir yumrukla yönetmeye başladı. Bir Fransız gezgin bölgedeki ayaklanma korkusunu şöyle anlatıyor: “En küçük bir hoşnutsuzluğun, karşı çıkmanın cezası ölümdü. Kuvvetli bir garnizon (askeri birlik), Şehri hiç bir zaman terk etmiyor, her hangi bir ayaklanmaya karşı hazır şekilde sürekli şehirde bulunuyordu.“ (237)Aktaran: A.Haydar Avcı‘nın‚ Atçalı Kel Mehmet İsyanı‘ Başlıklı Makalesi/ Halk Bilim Araştırmaları/Syf. 77/İst 2003 E yayınları
Osmanlı‘nın korkusu boşuna değildi. Çünkü eşkiya yatağıdır Ege dağları. Bunu bilen yöneticiler de yatağı kurutmaya çalışıyorlardı. Ayaklanma sonrası öldürülen, yakalanan tüm zeybeklerin mal varlıklarına el konarak haraç-mezat satıldı. Zeybeklere yardım eden göçebe Türkmen aşiretlerine, yörüklere, dağ köylülerine bir daha yardım etmeyeceklerine ilişkin taahütname imzalatıldı. Ve hepsi de bir çeşit ceza vergisine (nezire) bağlandı. Bundan sonra hangi bölgede ayaklanma, eşkiyalık olursa bedeli misliyle o bölgenin halkına ödetilecekti… Osmanlı yayınladığı fermanlarla köylülerin tehdit eder ve bir türlü eşkiyalık olayından onların da sorumlu tutulacağını ilan eder. Eşkiyaya ekmek götüren, kılavuzluk eden, hükümete haber vermeyen herkes cezalandırılacaktır. Osmanlı yöneticileri 1910 yılları arasında bu tür tehditlerle dolu: “ Nasihatname, Beyanname, Tembihname, izahname, Nizamname, Beyanname-i Umumi“ gibi isimler taşıyan sayısız ferman yayınladılar. Yetmemiş dağ köylerini, göçebe aşiretleri, denetimi kolay yerlere iskan etmişlerdi.
Ama ne yaparsa yapsın, zulüm ve sömürünün sürdüğü yerlerde ne isyanları ne de isyancıları durduramamıştı. Ege dağlarında ağalardan, paşalardan yoksulun hakkını soran eşkiyalar eksik olmaz ki onların sonuncularından ve en ünlülerinden biri de 1905-1911 yıllarında ege dağlarına hakim olan Çakırcalı Mehmet Efe‘dir. 1910 yılında takib-i Eşkiya Kuvvetlerinin kumandanı olan Ali Paşa‘nın Servet-i Fünun Dergisindeki röpotajı efelerin bu misyonunu özetliyor.
“Çakırcalı‘nın iktisadi bir önemi var, buna şaşmazdınız. Aşar mültezimleri, tüccarlar, madenciler, yol müteahhitleri, Çakırcalı çetesinden, himayesinden, kudretinden yararlanırlar ve buna yardım ederler. Çakırcalı çetesindekilerin hepsi köylülerden kız alarak akrabalık kurmuşlardır. Çakırcalı takip ettiği politikalarla, köylülerin her birine bir çok iyilikler etmiş, paralar vermiş, bu adam sanki köylülük aleminde bir sosyalizm tesis etmiş, etrafına sevgiden oluşmuş bir ağ kurmuştur.“ (238) A. Haydar Avcı‘nın ‚Atçalı Kel Mehmet İsyanı‘ Başlıklı Makalesi/ Halk Bilim Araştırmaları/ Syf: 91/ İstanbul 2003/ E yayınları
OSMANLI‘NIN İSTANBUL‘U…
Osmanlı İstanbul‘u ele geçirdikten sonra daha önce değindiğimiz gibi Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların yerleştirildikleri semtlerde inançlarına göre yaşamasını, ticari faaliyetlerini ve zanaatlarının sürdürmelerini çıkarına uygun görmüştü. Böylece daha zenginleşen İstanbul Osmanlı‘nın başkenti olarak Padişahlar tarafından hep gözetildi. Sultanlar, Vezirler, Paşalar her devirde yüzlerce eser yaptırdılar. Kendi adlarını verdikleri bu eserlerin harcı halkın alın teri ile karılmıştır. Her biri Osmanlı‘nın asırlar boyunca yağmaladığı Anadolu halklarının acılarının taştan belgeleridir.
Osmanlı‘nın İstanbul‘u Osmanlı ülkesinin dört bir tarafından yetişen en lezzetli gıdaların, üretilen en değerli ürünlerin en değerli ustaların, eh büyük bilginlerin, şeriatçıların yani maddi manevi ne varsa koparılıp alındığı tüketildiği bir merkezdi. Çeşitli vilayetlere fermanlar yollayan padişahlar kiminin üzümünü kiminin koyununu göndermesini buyurarak öncelikle İstanbul’u doyurmayı iş edinmişlerdi. Hal böyle olunca geçim olanakları daha fazla olan İstanbul, Osmanlı döneminde de Anadolu ve Rumeli‘ den sürekli göç aldı. Özelikle de halk için yaşamın iyice zorlaştığı 16. yüzyıldan sonra…
Osmanlı tarih yazıcıları Celalilerin ortaya çıkışı ile çiftbozan reayanın İstanbul‘a akın ettiğini yazıyorlar. 19. yüzyılda yaşamış Cevdet Paşa bu durumu şöyle açıklıyor: “ Özelikle sonraları taşralarda zulüm ve baskı sınırı aşmıştı. İstanbul‘da geçinmek kolaydı. Her taraftan gelenler İstanbul‘a yerleşmeyi düşünüyorlardı. Reayadan birçoğu ziraatı terk ederek dalga dalga İstanbul‘a geldikleri için topraklarda boş kalmıştı. Taşra harap olduğu gibi İstanbul‘da da insanlar çoğalarak Osmanlı Devleti vakelasının zamanı İstanbul’da yerleşenlerin zahire ve levazımını tedarik davasıyla geçiyordu.“ (239) Aktaran: Türk Halk Eylemleri Ve Devrimler/ Çetin Yetkin/ Syf: 175
Zulüm ve sömürüden kaçıp İstanbul‘a akın eden bu insanlar barınma ve geçim ihtiyaçları karşılanmadığı için kendince çözümler ürettiler. İstanbul‘un çevresini kuşatan gecekonduların ilk temellerini attılar. İstanbul’un ilk gecekondu yıkımları da o dönemde padişah buyruğu ile yapıldı; “… Siz ki yukarıda belirtilen kişilersiniz (yani İstanbul kadısı, yeniçeri Ağası, Binaemini, Şehremini ve Hassamimarbaşı), açıkladığım mahallere varıp, yukarda yazılı olduğu üzre, eskiden beri oturula evlerden meada( başka-bn) kale duvarı üzerinde meydana getiren barakalar, oturulacak yerler ve bahçe ve ot kurutma yerleri ve ağaçların hepsini yıktırıp bozdurup söktürerek ve ona mecradan başka, sonradan kale duvarlarında açtıkları delikleri dahi gizlice ve kolaylıkla açılmayacak şekilde gereği gibi örtüp kapattırarak bir tekinin bile şimdi olduğu gibi kanmasına hiç bir şekilde izin vermekten kaçınınız.“ (240) A.g.e / Syf:186
Yalnızca gecekondu yıkımları değil, taşradan göç edenlerin geçim kapısı olan işportacılık, seyyar satıcılık da zaman zaman Padişah fermanı ile yasaklandı. Amelelik, ırgatlık, yapanların ise ücretleri belirlenmiş, fazla isteyenlerin “ hakkından gelinmiş“ ti: “… taifesi yevmi on ...şar( okunamadı) akçeye ve ırgat sekizer akçeye işleyüb ziyade talep idenler her kimler ise isimleriyle yazup arz idesin ki haklarından gelinüp sayire mucibi ibret ola..“ (241) Türk Halk Eylemleri ve Devrimler/ Çetin Yetkin/ Syf: 186
Osmanlı İmparatorluğu savaşlarla dolu duramaz hale geldiği hazinesini halkı soyarak doldurduğu için İstanbul halkı üzerindeki zulüm ve sömürüde giderek artmıştı. Bir yanda saray ve çevresinin lüks ve sefahat içindeki parıltılı yaşamı, bir yandan ise işportacılık, amelelik, ırgatlık eden geçim derdindeki halkın yoksulluğu, ateşle barut gibi İstanbul‘da bir araya gelmiş ve pek çok ayaklanmaya, isyana sebep olmuştur. Halkı susturmak için işkence ve katliamlarını günden güne arttıran Osmanlı padişahları hak arayanın kellesini almış, dahası aldığı kellelerin sorulmasını bile yasaklamıştı: “ ve işkencede ölenin davasını sormayanlar...“ (242) A.g.e/Syf:187
Osmanlı saltanatının İstanbul‘daki iki güçlü dayanağı Yeniçeriler ve ulemaydı.
Yeniçeriler İstanbul‘un polisi, zabıtası, gardiyanı, itfaiyecisi, yani asayiş ve düzenin Padişah için koruyucusuydular. Çarşıyı pazarı onlar denetliyor, “güveliği“ sağlıyor ve kölelerin zindanlarında nöbet tutuyorlardı.
YENİÇERİ OCAĞI‘NIN GÜCÜ
Resmi tarih tarafından Yeniçeriler ya Osmanlı‘yı İmparatorluk haline getiren, kafiri titreten kahraman askerlerdi… Ya da 17. yüzyılın başlarından itibaren bozulmaya başlamış it, kopuk, serserilerden oluşan bir eşkiya güruhuydu! Resmi tarihçiler Yeniçerileri överken de, “ Osmanlı‘nın baş belası“ diyerek söverken de eteğine yapıştıkları Padişah sarayından konuşurlar. Onlar açısından Osmanlı saltanatına hizmet eden her şey iyiydi, değerliydi. O saltanata zarar veren herkes ise kötüydü, serseriydi, eşkiyaydı.
Yeniçeriler daha önce anlattığımız gibi padişaha bağlı, özel bir ordu olarak kapıkulunun ve Osmanlı düzeninin temeli olmuşlardı. Ocağın sade ganimet ve padişahtan aldığı maaş ve ulufeye bağlı olan yapısı; Osmanlı‘nın işgal ve yağmaları tüm hızıyla sürerken sorun yaratmamıştı. Ne zaman ki savaşlar karlı olmaktan çıkmış, ganimet azalmışsa Yeniçeri Ocağı’nda da “bozulma“ başlamıştı. Gücünün farkında olan ocak sık sık ekonomik nedenlerle kazan kaldıracaktı. Örneğin 1566‘da II. Selim tahta çıkışında bahşiş için, 1575‘te maaşlarına zam için 1589‘da maaş akçelerinin bozuk ayarlı olmasına karşı,1595‘te maaşların gecikmesine karşı ayaklandılar. Bu ayaklanmalar giderek sıklaşmış, şiddetlenmişti.
IV. Murat‘a devletteki aksaklıklara ilişkin bir rapor sunan Koçi Bey ünlü Risalesi‘nde Ocağın bozulmasına sebep olarak “Türk, Yörük, Çingene Yahudi gibi din ve mezhebi bozuk kişilerin ocağa alınmasını“ göstermişti.
Başta yalnızca devşirmelerden oluşan ocağa sonradan ödüllendirme, rüşvet vb. gibi gerekçelerle çeşitli kimselerin kaydedildiği doğrudur.
Böylece yeniçerilerin evlenme, aile kurma ve askerlik dışında başka işlerle uğraşmama kuralları da esnetilmişti. Yeniçeriler geçimleri zorlaştıkça esnaflığa el atmış, şehrin ticaretinin bazı alanlarında tekel durumuna gelmişlerdi. Yani “ bozulma“dan kasıt, Yeniçeri ocağının ilk kuruluşundaki, halktan tecrit edilmiş, acımasız, katı disiplinli ve sadık özel ordu niteliğinden nispeten uzaklaşmasıydı. Yeniçeriler toplum içine karışmış ve bir kesimi giderek halkla kader birliği yapmıştır. Ayaklanmaları bastıran bir güçken, dönem dönem savaşlara karşı çıkan, pahalılığa, yoksulluğa karşı ayaklanan bir güç haline gelmişti. Bu dönüşüm ekonomik ve sosyal koşulların zorlamasıyla olmuştu.
Yeniçeriler, İstanbul şehrinde dokunulmazdılar. Suç işleyen yeniçeri ancak ocak tarafından yargılanabilir, cezalandırılabilirdi. Günümüz kontrgerilla orduları gibi yüzyıllar boyunca halk üzerinde terör estiren Yeniçeri ocağı İstanbul‘da her türlü yağma, talan ve tecavüzünü yapmıştı. Osmanlı kayıtlarına göre sarayları, evleri basmak, haraç almak, hamamdan peştamal ile kadın çıkarmak, sokaklarda oğlanlarla, kadınlarla ilişkiye girmek, kan dökmek hep bu başıbozuk güruhun marifetleriydi. Öyle ki 1772 Şubat ayında ikiye ayrılan yeniçeriler Galata‘da kendi aralarında top ve tüfekle üç gün savaşmışlar, bunu kimse de engelleyememişti.
Diğer yandan Yeniçeriler sayısı çoğaldıkça bir kısmı aileler kurup halkla kaynaşmış, kahvehaneler açmış, kabzımallık gibi işleri ele alarak esnaflığa başlamışlardı. İstanbul‘da yeniçeri ocağının himayesinde sayıları iyice artan Bektaşi dergahları da Yeniçerilerin halkla ilişkilerini sıkılaştırmışlardı. Diğer yandan sıradan yeniçerilerin aksine Yeniçeri Ağaları her zaman Padişahın ocaktaki temsilcisi olarak sömürüden önemli bir pay alacaklardı. Ki bu nitelikleriyle yalnızca halkın, esnafın değil yeniçerilerin de tepkisini çekiyorlardı. Yeniçerilerin çıkardığı neredeyse tüm ayaklanmalarda ilk önce Yeniçeri Ağasını parçalamaları ve onun konağına saldırmaları tesadüf değildir.
Osmanlı tarihçisi Hammer‘in “esnaf ayaklanması“ olarak kaydettiği 1651 yılındaki olay yeniçerilerin yeniçeri ağaları ve saraya karşı halktan yana tavır aldığını gösteren bir örnektir. Yeniçeri ağaları defterdar Emin Efendi ile anlaşarak para spekülasyonuna girişmiştir. Üçte biri gümüş gerisi kalay olan akçeler bastırmaktadırlar. Bunları zorla esnafa verip 120 bir altın toplarlar. Bu açık soyguna karşı on bin esnaf ayaklandı, saraya yürüdüler. Lonca temsilcileri ağaları vezir-i azama şikayet ederek; “Ağaların Karadeniz’den gelme gemi bakır, fındık, tuz, ve İzmir ve Akdeniz’den yine getirdikleri soyka soyka sabun ve dimi, sakız falan falan bunca şeyleri bizlere tarh edip bir kaç misli bahalarını alıp, bu kadar zarar çektirdiler...“derler.(243) Osmanlı Çalışmaları/ Taner Timur/Syf: 177
Bu ayaklanma sonucunda sarayda iktidarı elinde tutan Kösem Sultan boğulur, vezirler azledilir. Şikâyet edilen yeniçeri Ağaları ise Ocağa sığınmaya çalışır. Hatta “ Kösem Sultan‘ın kanını isteriz“ diye yeniçerileri kışkırtmaya çalışırlar. Ama yüz bulamazlar sıradan bir yeniçerinin “Sen Valide Sultanın varisi mi oldun“ diye terslemesi sonlarının ilanı olur. Ve onlarda öldürülüp malları müsadere edilir.
Yeniçeri ağaları topladıkları “esame“ denen Yeniçeri belgeleriyle de servet edinmişlerdi. Yeniçeriler devletten maaş alan tek kesimdiler. Ücretleri hazinenin en önemli gider kalemlerinden bir olmuştu. Maaş almaya hak kazandıklarını gösteren esamelerin sayıları çoğaldıkça elden ele geçmiş hisse senedi gibi işlem görmüş, sahip olana aylık yeniçeri maaşı kadar düzenli gelir getirir olmuştu. 1739‘dan sonra esamelerin alınıp satılması devletçe de resmen kabul edildi. Örneğin 1778‘de yeniçeri ağalığından sadrazamlığa getirilen Kalafat Mehmet Paşa‘nın elinde günde 21 bin 700 akçe gelir getiren esame toplandığı açığa çıkmıştı.
Özcesi Yeniçeri, İstanbul şehrinde askerlik görevinin çok ötesinde roller üstlenerek iktidara ortak olmuştu. Yalnızca 17. yüzyılda tam 14 kez ayaklandılar. Öncelikle kendi çıkarlarını kollasalar da halkla bütünleştikçe bir ölçüde saltanatı kontrol eden bir muhalefet odağı haline geldiler. Yeniçerilerin ayaklanacağı korkusunu duymadan ne savaş kararı, ne vergi kararı alınamaz oldu. Yeniçeri ağaları, komutanları saltanatın zulüm ve sömürüsüne ortak olurken dellallıkktan seyyar satıcılığa türlü işlerle geçinmeye çalışan yeniçeriler ise patrona Halil Ayaklanması‘na, Kabakçı Mustafa Ayaklanması‘na katıldılar! 1826’da Yeniçeri ocağının büyük bir katliamla yok edilmesinin nedeni de bu oldu zaten.
GÖNÜL NE KAHVE İSTER NE KAHVEHANE GÖNÜL MUHABBET İSTER KAHVE BAHANE!
İstanbul‘a kahve Ebusuud Efendi‘nin Şeyhülislamlığı sırasında 1554 yılında geldi. İlk kahvehane ise 1555‘te Tahtakale semtinde açıldı. Bu tarihlerden sonra ulema içinde kahvenin haram olup olmadığı uzun bir süre tartışıldı. Ebusuud Efendi, haram olduğu yönünde fetva verdi ve gemilerdeki kahve yükünü denize döktürdü!
Osmanlı için daha ciddi ve büyük tehlike kahve değil kahvehanelerdi. Çünkü kahvehanelerde halk toplanıp siyaset konuşmaktaydı.
“Vakanüvislerimiz tarafından ‚siyasetten bahsetmek‘ yerine kullanılan ‚devlet sohbeti‘ pek güzel bir tabirdir. Türkiye‘nin mutlakiyet-i kutlaka ile idare edildiği asırlarda, devlet sohbetlerinin ne kadar zararlı olduğunu yazmaya lüzum yoktur. Fakat bunun yasak olarak ilanı, ilk defa Alemdar Mustafa Paşa zamanında görülür. Bir hükümet dairesiyle II. Mahmut‘u tahta oturtan bu namlı vezir, o zamanlar en azgın ve en küstah devirlerini yaşayan yeniçerileri de sindirdikten sonra ‚devlet sohbetini yasak etmiş, hanlara hamamlara ve bilhassa kahvehanelere de sayısız hesapsız hafiyeler koymuştur. Kah kahvehanelerde siyasetten bahsedenleri yakalatıp, dil suçlarının cezasına göre hapse attırdıktan sonra, bu gibi sohbetlerin yapıldığı kahvehaneleri de derhal kapattırmıştır...“(244)Reşat Ekrem Koçu‘dan Aktaran. Yeniçerilerin Bektaşiliği/ Reha Çamuroğlu/Syf:68
Osmanlı efelerin kır kahveleri gibi Yeniçerilerin, Bektaşilerin İstanbul‘da açtığı kahveleri de muhalefet merkezleri olarak görmüş, denetlemeyi ve fırsatını bulduğunda yok etmeye çalışmıştır.
Kahveyi “haram“ diyerek yasallaştıran Kadızadelerden akıl alan IV. Murat kahvehaneleri de yasaklamış, kapatmıştı meyhaneleri de… Neredeyse cami dışında halkın toplanabileceği hiçbir yer bırakmamıştı Kabakçı Mustafa Ayaklanması ile saltanatı sona eren III. Selim de halktaki huzursuzluğu bastırmak için 15 bin kahvehaneyi kapatmıştı. Yeniçeri Ocağı‘nın kaldırıldığı 1826‘ da ise şer odağı olarak görülen bin kadar kahvehane yıkılacaktı.
Osmanlı’nın kahvehanelere saldırmasında temel sebep halktan korkusuydu. Çünkü kahvehaneler halkın öfke ve tepkisini dile getirdiği, örgütlendiği mekanlardı. Ayaklanma başladığı andan itibaren de bir çoğu karargah haline gelmekteydi.
Örneğin; yukarıda ki alıntıda adı geçen Alemdar Mustafa Paşa 1808‘de binlerce insanı katlederek İstanbul‘u zapturapt altına aldı. Halka zulmetti. Bir ramazan günü Şeyhülislamın konağından iftardan dönerken muhafızları yolu açmak için yüzlerce İstanbulluyu kırbaçlayıp yaraladılar. Bu da bardağı taşıran son damla oldu. Yaralanan halk Yeniçeri kahvelerine koştu:
“ Biz ehl-i İslamız, zerre kadar cürüm ve günahımız yok iken bizi dövmek, bize hakaret etmek neden lazım geliyormuş“ diyerek şikayet ettiler. Böylece fitili ateşlenen yeni bir ayaklanma ile yeniçeriler, Alemdar Mustafa Paşa ve askerlerine saldırarak bu zorbayı ortadan kaldırdılar.
Özcesi kahvehaneler halkındı. Bu yüzden de Osmanlı‘nın öfkesini çekmişti. Çoğu kez işlevine bakılmadan it, kopuk, serseri takımının toplandığı mekanlar olarak gösterildi.
PATRONA HALİL İSYANI
Açlık ve sefaletten bunalan İstanbul halkı Osmanlı‘nın gününü gün ettiği sadabat köşklerini taşlayınca korkuya kapılan padişah III. Ahmet vezirine emretti: