Gariptir ki, Orta Asya Maveraünnehir vilayetlerinin birleştirilmesi için ve daha sonra Yakın ve Orta Doğu, Hindistan ve geniş bozkır devletleriyle yapılan başarılı savaşlar zamanında Timur’un esas askeri gücü, genelde dik başlı Türk göçebe liderlerin oluşturduğu süvari birlikleriydi.
Timur, bu birleştirme politikasında, uzun süre Cengiz Han’ın yasasında yer alan kutsal bir kurala istinat ederek, şehirlerde istihkâmların yeniden inşa edilmesi için ve göçebelikten yerleşik hayata geçmeye karşı çıkan Türk-Moğol kabilelerinin desteğini nasıl kazanabilmiştir?
Timur’un yetenekli bir kumandan ve usta bir diplomat olduğu tüm tarihçiler tarafından kabul edilmektedir. Öte yandan, tarihçiler devletinin meydana gelmesi ve gelişim sürecini analiz ederken, onun güçlü merkezi iktidara sahip olan İran, Türkiye, Hindistan gibi ülkelerle mücadelesinin aşamalarının ve Batı Avrupa ülkeleriyle diplomasisinin ortaya konmasına özel önem vermektedirler.
Ancak, onun bu yöndeki politikasının başarısını anlayabilmek için, bozkırın göçebe kabileleriyle olan ilişkilerinin de detaylı bir şekilde incelenmesi gerekir. Bunun için eski dönemden başlayarak onun politika sahnesine çıkmasına kadarki dönemde, bozkırda ve vahalardaki olayların gelişiminin kronolojik bir özetini vermek gerekir. Avrasya’nın geniş bozkırının süvari birlikleri, tüm yaşamı askeri eğitimde, avda ve savaşlarda geçen bir nevi küçük askeri zümreyi oluşturuyordu. Bu ortamda sadece savaş yeteneği değil, aynı zamanda askeri taktikler, buna uygun yakın ve uzak savaş silahları, at ve süvari için savaş teçhizatı da geliştiriliyordu.
Türk unsuru, Vusun ve Hunların birliğinde ve Eftalitler Devleti’nde göze çarpmaktaydı. A. Akişev, özellikle Vusunlar ve Türk Tugyulardaki (Aşina) kökene ilişkin mitler arasında büyük benzerlik olduğunu, onlarda “Güneşin Efendisi” anlamına gelen ortak unvanların (Hunmo, Yabgu) mevcutluğunu vurgulamaktadır. Burada son unvan, Toharların ecdadı olan ve izleri yazar tarafından çok eskilere dayandırılan Kuşanlarda görülmektedir.1
Bu dönemde askeri Türk unsurunun siyasi ve idari rolünün yükselmesinin altını çizmek gerekir. Özellikle M.S. I. bin yılın ortalarında onların vahalara göçü, Eftalitler Devleti’nin, özellikle gelişiminin doruk döneminde sınırları doğuda Çin’e ve batıda Tuna’ya kadar uzayan Türk Kağanlığı’nın ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Karahanlı ve Harzemşah (Harezmşah)
devletlerinin aktif bir şekilde yerleşik vahalara ilerlemesi ve çoğu zaman siyasi egemenliği elinde bulundurması, bu bölgelerde ticari-ekonomik faaliyetlerin gelişmesine yardımcı olmuştur.
Aynı dönemde Fergana ve Çaç’ın (Taşkent) verimli vahalarında, Kazakistan’ın ve Yedisu’nun çiftçiler ve göçebelerle sınırı olan güney bölgelerinde, Büyük İpek Yolu’nun Sibirya’ya ve Çin’e giden hatları üzerinde büyük yerleşik kültürler oluşmuştur. X-XII. asır Arap coğrafyacıları, Çaç-İlak’ta 50’den fazla,2 Fergana’da 40 civarında, Güney Kazakistan’da ve kuzeydoğu Yedisu’da onlarca şehir olduğunu belirtmektedirler.3
Tatar-Moğol Devleti’nin ortaya çıkmasıyla bu görüntü önemli ölçüde değişmiştir. Bu göçebe devleti, doğuda Çin’den başlayarak Orta Asya, İran, Kafkasya, Kırım, İdil Bulgar Devleti, Doğu Avrupa ve Rus knezliklerine kadar çeşitli kültürlere sahip toprakların işgali sonucu ortaya çıkmıştı.
Büyük seferlerin sona erdiği XIII. asrın ortalarına doğru, Cengiz Han sülalesinde hizmet etmiş dört göçebe gruba dayanarak ulus taksimatı üzere yeni devlet kurulmuştur. Eski Moğol Yurdu ve Çin birinci ulusa; Tuna ve Doğu Avrupa’dan İrtiş’e kadar uzayan, Avrasya geniş bozkırını, Kafkasya’yı ve Harezm’in bir bölümünü kapsayan topraklar en büyük ulus olarak Cuci (Coçi) Han’ın ulusuna, Orta Asya Cengiz Han’ın ikinci oğlu Çağatay’ın ulusuna; merkezinde İran’ın bulunduğu güney toprakları ise Hülagu Han’ın ulusuna dahildi.
Cengiz Han’ın Orta Asya üzerine hücumları, şehirlerin büyük çoğunluğunun yakılıp yıkılmasına neden oldu. Bunların sadece birkaçı tekrar gelişebildi. XIII. asrın 60’lı yıllarından itibaren Moğol İmparatorluğu’nun dağılmasıyla bağımsızlığa can atan uluslar arasında iktidar savaşları başladı.
Cuciler, bunlar arasında en fazla hareketli olanlarıydı. 1270 yılında Mengü Timur kendi parasını bastırdı. Bu dönemde Altınordu’da şehirlerin sayısının arttığı görülmektedir. Bolgar, Ürgenç ve Kırım gibi şehirlerin sırasına İdil’in aşağı bölgelerindeki Moğol merkezleri-Saray ve Yeni Saray da eklendi.4
Orta Asya’da ise durum farklıydı. Bazı hanlar, şehirlerin yapılması ve yerleşik ekonominin önemini anlıyorlardı. Aynı zamanda burada, özellikle doğu bölgelerinde göçebe gelenekleri güçlüydü. Buna göre de, Mübarek Şah, Celayirler ve Barlaslarla birleşerek Ahangaran ve Zerefşan vadilerini ele geçirdi. Barak Han ise Çaç’ı ele geçirerek ilk kez 1266 yılında Kağan sıfatıyla beyaz keçe üzerine çıktı. Göçebe yetkililer 1269 yılında Talas’taki kurultayda göçebelerin tanınmış temsilcisi olan Haydu’yu kağan seçtiler. Göçebelerin Yedisu üzerine akınları buradaki şehir yaşamının tamamen mahvedilmesi ve vadilerin otlaklara dönüştürülmesiyle sonuçlandı. Sir Derya, yeniden göçebe ve tarım kültürünün bir arada bulunduğu bölgeye dönüştü.
XIV. asrın başlarına doğru Yedisu’da göçebe yaşamın taraftarları ile yerleşik yaşama ve çiftçilerle (Barlaslarla ve Celairlerle) ilişkilere ağırlık veren kabileler arasında çatışmalar güçlendi. Eski gelenekleri devam ettiren göçebe kabileler, kendilerini Moğol olarak adlandırmaya başladılar. Yerleşik yaşama ağırlık veren Maveraünnehir kabilesi, İslam dinini ve Türkçeyi kabul ederek kendilerini Çağatay olarak adlandırmaya başladılar.5
XIV. asrın birinci yarısında Çağatayların taraftarı Kebek (1318-26), Kaşkaderya vadisinde Nesef şehrinin doğusunda Karşi sarayını inşa etti. Onun çevresinde ise bir şehir (Han’ın ve taraftarlarının devamlı karargahı) oluşmaya başladı. Kebek her üç ulusta tek bir para birimini dolaşıma sokarak para reformunu gerçekleştirdi.6
V. V. Barthold’a göre, Kebek, ülkeyi Maveraünnehir’i fiilen oluşturan beyliklere uygun olarak askeri-idari birimlere-tümenlere ayırdı.7 Han’ın kendisi Maveraünnehir’deki yerleşik merkezinde oturuyordu. Onun çiftçi halkın çıkarlarına uygun gelen reformları yerleşik halk tarafından desteklendi.8 Fakat ayaklanmaları kışkırtan ve yerleşik bölgeleri yakıp yıkan göçebe kabileler ona karşı isyan başlattılar.
Yasavur’un isyanını buna örnek gösterilebiliriz. Onun ordusu sürekli olarak ekinleri mahvetmiş, evleri ve sarayları yağmalamış, ağaçları yerinden sökmüş ve insanları katletmiştir. Söz konusu korkunç kıyım, tanıklar tarafından çekirgelerin saldırısına benzetilmektedir.9
1326’da Kebek’in ölümünden sonra onun politikası, Müslümanlığı kabul etmiş ve resmi din haline getirmiş kardeşi Tarmaşirin tarafından devam ettirilmiştir. Fakat göçebe geleneklerinin taraftarları kardeşini Han’a karşı kışkırttılar.
1334 yılında Moğol isyanı sonucu Tarmarşin öldürüldü ve Hanlık düzeni sözde kaldı. 1340’lı yıllarda Kazan Han Hanlık düzeninin yeniden kurulması yönünde girişimlerde bulundu ve vahaya yerleşerek Zincir-Saray konağını inşa etti. Ancak Emir Kazagan ona karşı isyan başlattı. 1346 yılında Karşi civarındaki savaşta Kazan Han öldürüldü. Çağatay Devleti, göçebe feodallerin yönetimindeki Moğolistan ve Maveraünnehir merkezli olmak üzere ikiye parçalandı. Bununla da Cengiz Han sülalesinin iktidarı fiilen sona ermiş oldu. Fakat sadece Cengiz Han soyundan gelenler han olabileceği için Kazagan bunlardan birisini tahta oturtmakta devam etti. Kazagan 1358’de Moğol hanları tarafından öldürüldü. Onun ölümünden sonra Devlet’i, onun Semerkant’ta yaşayan oğlu Abdullah yönetmeye başladı. Ancak ona karşı isyan tertiplendi ve 1350’li yılların sonunda Çağatay Devlet’i 12 veya 15 hanlığa parçalandı.
Böyle bir ortamda Barlaslı bir beyin oğlu olan Timur siyaset sahnesine çıkıyor. O, göçebe anarşisinin ül
keyi mahvolmaya götürdüğünü görüyor ve Yurdun birleştirilmesi gerektiğini anlıyordu. Aynı zamanda geleneklerin etkisi o kadar güçlüydü ki, sadece meşru bir hükümdar göçebe liderleri “yasal dayanakla” tarafına çekebilirdi.
Cengiz Han’ın Altın soyunun ecdadı, göçebe Moğol kabileler tarafından Sema ve Güneş’e bağlanmaktaydı. Buna göre de kendini Han soyuna bağlamak hükümdarı çevresindekilerin gözünde yükseltiyor ve saygınlık kazandırıyordu.
Çağatay sülalesi kesintiye uğradığı için ona sadece dolaylı bir yoldan istinat edilebilirdi. Timur da Gazan Han’ın kızıyla evlenerek böyle yaptı. Büyük hükümdar, son yıllara kadar çevresiyle ilişkilerinde “Kürekan” (Han güveysi) unvanını vurgulamaya çalışmıştır.
O, ayrıca Cengiz Han’ın yasasına sadık olduğunu da vurgulamaktaydı. O, Yasa’nın şehir istihkamlarının inşasının yasak olduğuna ilişkin hükmüne dayanarak göçebe liderlerin desteğini kazandı. Bu durum Timur’u, bir taraftan Abdullah Han, diğer taraftan ise eniştesi Emir Hüseyin’le karşı karşıya getirdi. Bu çatışmalar, her iki düşmanının yenilgisiyle sonuçlandı.
Bununla birlikte o, Maveraünnehir’in siyasi açıdan önemli merkezlerinin istihkamlarının yeniden inşa edilmesini kendisinin iktidara gelmesine bağlıyordu. Nitekim, Semerkant bozkırındaki inşaatların yapılmasında kendi emirlerini görevlendirmiş ve Emir Ak Boğa’yı bunların üzerinde yetkili olarak atamıştı.
İktidara geliş sürecinin pek sakin geçtiği de söylenemez. Göçebe beyler, tüm yaşamı boyunca Emir Timur Devleti’nin “hem desteği hem de kösteği” olmuşlardır. İktidara geldiği 1370 yılından başlayarak, daha sonra Emir Kamereddin’le savaştığı 1375, 1376 yıllarında Moğollara karşı bir dizi seferler ve savaşlar yapmak zorunda kalmıştı. Aynı dönemde Sir Derya’da Çagatay yurdunda iktidar iddia eden Celayirler ayaklanmışlardı. O, Celayirleri mağlup ederek Devlet’in doğusunda bir ayaklanma merkezinin oluşmaması için onları değişik bölgelere ayırdı.
1383’teki yeni savaş Kamereddin’in iktidarını sona erdirdi. Fakat 6 yıl sonra Timur Altınordu Cucilerine karşı Sir Derya’da yaptığı savaşta yan kıtaları korumak için iki kez Moğollara saldırmak zorunda kaldı. O, 1398’te Emir Hızırhoca’ya karşı mücadeleye giriyor ve sanki doğuda istikrarı sağlıyordu. Ancak bir yıl sonra Emir Kamereddin yeniden siyasi sahneye çıkıyor ve Timur İrtiş’e kadar büyük bir sefer yapmak zorunda kalıyordu.10
Timur, kendini Cuci topraklarının Moğol varisi olarak tanımlayararak ayrılmaya çalışan Harezm üzerine beş sefer düzenledi. Cuci beyleri arasındaki savaşlarda o, himaye ettiği Toktamış Han’ı öne çıkarıyor ve daha sonra iktidarının güçlenmesi için ona defalarca yardım ediyordu. Ancak Altınordu’da iktidarı tamamen ele geçiren dik başlı Han, Timur’a karşı geldi. Timur ona karşı üç sefer düzenlemiştir (1389, 1392 ve 1394-1395). Özellikle 1391’deki savaş çok şiddetli olmuştur. Timur’un büyük ordusu Semerkant’tan Sir Derya’ya geçmiş ve kışı Taşkent civarında geçirmiştir. Esas vuruşma ise Samara yakınlarında olmuştur.
Gerçekten, sonraki dönemde Timur kendi devletini güçlendirmek için ordusunu, silahlarını, taktik ve stratejisini devamlı olarak geliştirmiştir. O, Cengiz Han’ın askeri taktiklerinin takipçisi olmuştur. Bazı yenilikler getirilmesine rağmen, Çin’den Kafkaslara ve Avrupa’ya kadar olan bir alandaki şehirler üzerine saldırılarda Moğol orduları yapısı, silahları ve taktiklerinde genelde bozkır Türk geleneklerini izlemişlerdir.
Timur’un ordusunun yapısı, XIII. yüzyılda misyoner Plano Karpini tarafından tasvir edilmiştir.11 Onun yazdığına göre, ordu onluklara bölünmüştür. Yüzlükler, binlikler ve on binlikler tim olarak adlandırıldı. Onların başında onbaşı, yüzbaşı, binbaşı duruyordu. Tüm ordunun başında ise hiçbir time tâbi olmayan iki veya üç komutan bulunuyordu. Onların silahları içinde öncelikle yay ve çok keskin, zırhı delebilecek ve kılıca benzer geniş kesici ağzı olan demir uçlu okların bulunduğu 3 büyük okluk bulunuyordu. Hatta silahsız insanı mahvedecek veya kuş ve hayvan avlamaya yarayan oklar, ayrıca balta ve kement de bulunuyordu. Daha zengin savaşçılar yakın dövüş silahı olan eğri ve bir tarafı keskin kılıca, bazıları ise mızrak ve kanca gibi silahlara sahiptiler. Koruyucu zırhlar genelde askerler ve savaş atları için öngörülmüş deri cebelerden oluşuyordu. Bu zırhların hazırlanma şekli şöyleydi: Bir el genişliğindeki öküz derisi üzerine 3-4 şerit katran dökülüyor ve kalın iplerle bazen iki-üç defa dikiliyordu. Cebeler 4 kısma ayrılıyor ve iplerle demir omuzluklarla bağlanıyordu. Yenler üzerinde de demir şeritler bulunuyordu. Başa demir veya bakır miğfer giyiliyor, boyun ve boğaz deriyle örtülüyordu. Atların zırhları yanlardan kuyruktan başa kadar, sırtında, göğsünde ve başında olmak üzere beş şeritten oluşuyor ve demirle kaplanıyordu.
Daha ağır koruyucu zırh, parmak genişliğinde ve bir el boyunda olup, ince demir şeritlerden oluşmuştu. Şeritlerin birbirinden ayrılmaması için üzerlerinde birleştirici delikler yapılmıştır. Bu tür zırhlar gerek savaşçılar gerekse atlar için kullanılıyordu. Kalıntılarına savaşçı kabirlerinde rastlanan bu zırhlar, arkeologlar tarafından katmerli zırhlar olarak adlandırılmaktadır.12 Siperler, demir çubuklardan yapılır ve Plano Kaprini’ye göre daha çok ordugâhın korunması için kullanılırdı.13
Savaş düzeninde ordu, her birinin ayrı bir görevi bulunan sağ kanat, sol kanat ve merkez olmakla üç temel kısımdan oluşmaktadır. Bunun dışında yan savunma kıtaları ve öncü kıtaları da bulunuyordu. Sonuncu kıtalar gelen emirlere göre okçuluk ve keşif görevlerini üstleni
yorlardı. Savaş sırasında temel kuvvetler o dönemde yaygın olan sıralı okçu akınıyla uzak mesafeden düşman üzerine oklarla saldırma şeklindeki göçebe taktiğini uyguluyorlardı. Düşman saflarına yaklaşıldığında okçu kıtası dönerek geri çekiliyor ve arkadan gelenlere yer açıyordu. Böylece, bu taktik düşmanı ağır kayba uğratıncaya kadar birkaç defa tekrarlanıyordu. Bundan sonra kılıç ve gürzlerle yakın dövüşe giriyorlardı. Eğer düşmanın birbirlerine çok yakın şekilde dizilerek siperlerle korunmaları nedeniyle uzaktan atılan oklar sonuç vermiyorsa, o zaman ordu, düşmanın dövüş nizamını bozmak ve onları yanıltmak amacıyla geri çekiliyordu. Düşman onların kaçtığını zannederek saldırıya geçiyor ve kendi nizamını bozmuş oluyordu. Bu durumda ordu, hızlı bir şekilde toparlanıyor ve düşmanı yeniden ok yağmuruna tutarak, daha sonra yakın dövüşe giriyordu.14
Böyle bir savaş çok dinamikti; fakat araştırmacılara göre merkezin zayıflığı ve ek kuvvetlerin yetersizliği gibi bazı eksiklikleri vardı.15 Eğer herhangi bir yan kıta geri çekilir veya kumandanlar hareket nizamının gözetilmesinde yanlış yaparlarsa, ordu yenilme tehlikesiyle yüz yüze kalıyordu.16
İlk dönemlerde Timur da Cengiz Han’ın geleneklerini devam ettirerek bu düzeni uyguluyordu. Onun Emir Hüseyin’le birlikte 1365 yılında Çinaz civarında Moğollara karşı yaptığı ve “Jangi Loy” (Çamurlu Savaş) adıyla tarihe geçen savaşı buna örnek olabilir. Burada Timur’un başarısına rağmen Hüseyin’in kıtalarının geri çekilmesiyle müttefikler yenilgiye uğramıştır.
Fakat sonraki savaşlar, birincisi, çok daha büyük çapta gerçekleştirilmiş, ikincisi, sadece nizami orduların meydan savaşlarıyla değil, aynı zamanda yerleşik devletlerin ordularıyla, şehir istihkâmlarının kuşatılması ve onlar üzerine saldırı düzenlenmesiyle ilgili olmuştur.
Deneyimli ve yetenekli bir ordu kumandanı olan Timur, güçlü ve çeşitli birimlerden oluşan bir ordu kurabilmek için döneminin tüm teknolojik ve askeri buluşlarından yararlanmıştır. Bu ordunun temelini eskiden olduğu gibi Türk süvariler oluşturuyordu. Ancak Ali Yazdi’nin verdiği bilgilere göre, Timur ilk kez kabilelerden oluşan yan kıtalardan vazgeçerek orduyu yedi bölüme-kula ayırmıştır. Bu bölümlerden her biri müstakil bir birlik idi. Onların kumandanları bizzat Timur’a tabiydi ve onun taktiklerini uyguluyorlardı.
Özellikle başlangıç dönemlerinde piyadeler savunma amacıyla daha geniş biçimde kullanılmaya başladı. Koruyucu siperlerle (çaporlarla) korunan piyadeler süvarilerin önüne yerleştiriliyordu. Onlar, saldırıya geçen düşman süvarilerinin uzaktan atılan okları karşısında bir siper oluşturuyor ve düşman güçlerinin saldırısını zorlaştırıyorlardı.17
Daha sonra, yan kıtalarıyla desteklenen sağ ve sol kanat süvari birlikleri savaşa giriyorlardı. Önceki yapılardan farklı olarak Timur ordusunun merkezinde Başkomutalık karargahıyla birlikte ağır silahlarla donanmış çelik zırhlı büyük süvari birlikler de bulunuyordu. Bu birlikler kanatları yan saldırılardan korumağa destek oluyor ve sıkı korunan düzenli sıralara son darbeyi vurmak için devreye sokuluyordu. Tarihçiler, ağır çelik zırhlı gömleklerin ortaya çıkmasını, yayın öldürücü gücünün artması ve bundan korunma zaruretine, ayrıca mızrakların kullanıldığı yakın dövüşün öneminin artmasına bağlıyorlar. Benzer levha şekilli zırh, Moğol Dönemi’ndeki Türk göçebe ordusunda da mevcuttu. Ancak bu, genelde karargahı koruma işlevini yerine getiren birliğin teçhizatında kullanılıyordu. Timur ilk kez bu büyük çaplı darbe gücünü savaşın son aşamasında kullanmıştır.
Timur’un Semerkant’ta yaptığı geçit törenlerinin birisinin tasviri çok ilginçtir. O, hükümdara layık bir şekilde süslenmiş tahtında, tepeden tırnağa kadar demir zırh giymiş altı yüz askeri birliğin geçidini izlemiştir. Süvariler bayraklarla ve askeri marş eşliğinde nizami sıralarla adımlıyor, Timur’a yaklaştıklarında ise komutanlar öne çıkarak Emir’in “kutsal” amacına kendi sadakatlerini ifade ediyorlardı.
Her bir birimin, silah ve zırhları rengine ve parçalarına göre farklıydı. Bu bağlamda, o dönemin tarihçilerinin zaferlerden sonra Timur’un özellikle silah ustalarını başkente toplamasına ilişkin verdikleri bilgiler çok anlamlıdır. Bunların içinde Şam’ın ünlü çelik ustaları da bulunuyordu.
Clavijo Semerkant Kalesi’ni tasvir ederken, orada hazine ve saraylar dışında, Emir Timur’un ordusu için zırhlı gömlekler, miğferler, yay ve oklar üreten imalathanelerin de bulunduğunu söylemektedir.18
2001 yılının Kasımı’nda Taşkent bölgesinin Şehrukiye harabelerinde tarafımızdan Timurlular Dönemi’ne ait savaşçıların çelik zırh takımı (zırhlı gömlek, miğfer ve deri gömlek) bulunmuştur.
Zırhlı gömlek birkaç büyük levha takımından oluşmuştur. Birbirine lehimlenmiş ve ek olarak esnek şekilde bağlanabilmeleri için köşelerinde iki sıralı üçer delik bulunan 10-11x7-8,5 cm ebatlı daha büyük levhalar savaşçının göğsünü koruyordu. Bunlar gerek zırh delen oklara, gerekse de mızrak darbesine dayanıklı idi. İçlerinde dik dörtgen şekillileri de bulunan 8x6-6,5 cm ebatlı daha küçük levhalardan oluşan takımlar savaşçıyı
yandan koruyordu. Ayrı ayrı levhalar, muhtemelen, omuzları koruyan takımın parçaları olmuşlar. Kısmen saklanmış miğfer (uçluğu bulunmuyor) sferik koni şeklindedir. Deri gömlek ise zırhın altına giyiliyordu.
Benzer zırhlı gömlek levhaları Orta Asya’dan Moğolistan’a kadar savaşçı mezarlarında bulunmuştur. Bunlar genelde, Kuyak olarak adlandırılan Türk zadegan askeri birlikleri ile ilişkilendirilir.19
Şimdi tekrar Timur ordusunun kurgusuna dönelim. Cengiz Han’dan sonra Timur, gerek savaştan çok önce gerekse savaş arefesinde keşif yapılmasına büyük önem vermiştir. Aynı zamanda o, göçebe ordularının hilelerini ve tuzaklarını iyi şekilde öğrenerek sefer sırasındaki dinlenme molalarında bile kampın savunma istihkamları, seyyar kuleleri ve duvarları, zincirlerle bağlanmış sefer arabalarıyla çevrelenmesin emretmiştir.
Bu araçların geniş bir şekilde kullanılmasının en tipik örneği, Kunduzça civarındaki ünlü savaşta Toktamış’a karşı olan askeri harekettir.
Sir Derya’nın sağ sahilinde inşa edilmiş, Büyük İpek Yolu hatlarının kesişme noktasında ve Çay Geçidi’nin yakınında bulunan, 1219 yılında Cengiz Han tarafından dağıtılmış Benaket’in stratejik önemini dikkate alarak 1392 yılında şehrin yeniden yapılması emrini verdi. O, burada küçük oğlu Şehruk’un adına muhteşem bir kale inşa ettirdi.
Şehrin uzun yıllar yapılan arkeolojik araştırmaları, burada M.S. XIV-XV. yüzyıllara ait ilginç bir istihkamı ortaya çıkarmıştır. Kale, Timur’un doğuya seferleri zamanında ordularının bir araya getirilmesinde ve Uluğbey Devleti’nin sonraki tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Özbek hanları döneminde ise onların Taşkent kolunun ikinci başkenti olmuştur.20
1397-1398 yıllarında Timur, Moğolistan’dan gelin gelecek Tukel Hatun’u beklerken, Sir Derya havzasında kendi servetini ve gücünü sergileyen düğün töreni düzenleyerek varisi ve muhtemel veliahdı olan torunu Muhammet Sultan’ı doğu topraklarının hükümdarı olarak tayin etti. O’na Moğolistan’a kadar olan kaleleri güçlendirme emri verdi. Bu, Moğol kabilelerinin fethi de dikkate alınırsa, gelecekte Çin’e düzenlenecek seferler için hareket noktalarının oluşturulması gibi değerlendirilebilir. Aşpara güçlendiriliyor, onun doğusunda Issık Kul’a kadar kaleler inşa ediliyordu. Bu kalelerdeki askeri birliklere İran’dan, Azerbaycan’dan, Hindistan’dan ordular ve Çağatay tümenleri sevk ediliyordu.
Timur sadece kalelerin güçlendirilmesine değil, aynı zamanda Sir Derya’nın sağ sahili boyunca yaşayan bozkır nüfus için de kendisinin ve devletinin otoritesini yükseltmeye de çok önem veriyordu. O, bu amaçla Maveraünnehir’in sınırında bir nevi ideolojik merkezler olan çok güzel mimari abideler yapılması konusunda emirler vermiştir. Bunlardan en önemlisi, muhteşem bir türbe olan, göçebe Türklerin inanç önderi, evliya Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesidir. Rivayete göre, bu yapının başlangıç ölçülerini Timur kendisi vermiş ve türbenin Semerkant’taki merkez camiinden küçük olmamasını emretmiştir.
Burada büyük mimarlar ve ressamlar çalışmış, yapıya dayanıklılık, ihtişam ve güzellik veren en iyi inşaat ve süsleme malzemeleri kullanılmıştır.
Bu yapı, türbeden, o dönemde göçebeler arasında yaygın olan sesli zikrin yapıldığı ibadet salonundan, cami ve kütüphaneden, aşevi ve hücrelerden, defin zamanı ziyarethane işlevini de yerine getiren ve dervişlerin bir arada yaşadıkları cemaathaneden, dervişlerin sesli zikirlerini yaptıkları bölümden oluşan karma bir yapıya sahiptir. Bu konak, İslam öncesi inancı yansıtan ve göçebe Türk halkları arasında yaygın olan ecdadın ruhuna saygı şeklindeki sûfi geleneklerine uygun olarak azizlerin kabirleri yanında yapılmıştır. Burada kadeh şekilli büyük bronz kabın bulunmasını bazı araştırmacılar, eski Sak-Masegetlerin ataların ruhunu anma bayramı olan “Sakey”den gelen ayinlerin bir kalıntısı olarak değerlendirmektedirler. Emir Timur’un türbe üzerindeki yazısında da burayı Hoca Ahmet Yesevi’nin ruhunun bulunduğu “Cennet bahçesi” olarak zikredilmiş olması tesadüfi değildir.21 Burada sadece işlevsellik değil, hayvancılıkla bağlı inançların yankılarını taşıyan sanatsal dekoratif ve mimari tarzlar da yer almaktadır.22
Zoo-antropolojik ve kozmik unsurlar bulunduran epigrafik süslemeler ve dekorun koyu-lacivert, firuzeyi ve beyazın tonlarının uyumundan oluşan renk çeşitliliği sufizmin öncelikle kozmik açıdan; doğa güçlerinin sürekli değişimi şeklindeki doğa olaylarının, suyun her şeyin başlangıç olması tezinin bu dünyaya ve öteki dünyaya uyarlanması yani her şeyin aynı kökten gelmesi açısından dünyaya bakış felsefesiyle bağlıdır. Bu, göçebe halkların İslam dönemindeki dini yaşamını önemli ölçüde bozan geleneksel halk inançlarında açık şekilde görülmektedir.23
Bu abidelerde Emir Timur devletinde sûfi tarikatlarına gösterilen ve Türkler arasında egemen olan erken dini dünyaya bakış felsefesinin bir çok ögelerini tekrar ortaya çıkaran bir himayeciliği görmekteyiz. Ataların, mitleştirilmiş kutsalların, meditasyon ve özellikle sesli zikir ayinleri eşliğinde gerçekleştirilen çok gelişmiş kültleri göçebe savaşçılara, “beyaz keçe üstündeki” hanların seçiminde önemli rol oynadıkları askeri birlikler dönemini hatırlatıyordu.24
Böylece, örgütlenmiş askeri-idari ve ideolojik ortam Timur’a göçebe Türklere dayanan ve gerek bozkır savaşında, gerek vahalardaki savaşlarda ve gerekse kalelerin kuşatılmasında savaş emirlerini başarıyla yerine getirebilecek döneminin en güçlü ordusunu kurmaya olanak sağlamıştır. Bu orduda ateşli silahların ilkel örnekleri de kullanılıyordu. Timur’un taktikleri, varisleri tarafından da savaşlarda uygulanmıştır. Fakat devletin parçalanması ve Geniş Bozkır’da yeni büyük göçebe güçlerinin ortaya çıkması Timur devletinin egemenliğinin giderek zayıflamasına neden olmuştur.
Nitekim henüz Şahruh ve Uluğbey dönemlerinde doğudaki göçebelerle olan iyi ilişkiler giderek çatışmalara ve savaşlara dönüşür. 1420’li yılların sonu 1430’lu yılların başında Aral boyundaki Cuci kabilelerinin büyük bir bölümü, bu soydan olan Şeybani Ebulhayr Han tarafından birleştiriliyor ve Özbek ulusu adını alıyor.
Dostları ilə paylaş: |