Asıl+ Kendi Gerçekliğinin Üstünü Örtmek ya da Fasıklık Cilt 1



Yüklə 1,31 Mb.
səhifə5/17
tarix06.03.2018
ölçüsü1,31 Mb.
#44364
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17

Cesaire Aime
BATININ ÖTEKİLEŞTİREREK YOK ETME EYLEMİ
İnsan iki karşıt eğilimi aynı kişilikte barındıran ilginç bir türdür: Kan dökücülüğü öngören saldırganlık ve başkalarıyla bir arada yaşama isteği.430

Öteki kelimesi bilinenden ayrı, öbür, diğer anlamlarına gelmektedir. “Tanımlanmış ve meşruiyet kazanmış” bir dairenin içinden baktığınızda, bu dairenin dışında kalanlar, o dairenin içinde olanlara göre ‘öteki’ olarak adlandırılacaktır. Öteki kavramının öncelikle dini, siyasi, kültürel ve ekonomik içerikli olarak kullanıldığında hiç şüphe yoktur.

Ötekiyle olan zorunlu ilişkiyi bu mevcudiyet metafiziğiyle bağdaştırmak için ötekinin sömürgeleştirilerek kavrandığını, zaten bilinene indirgenerek evcilleştirildiğini, tanınır kılındığını görüyoruz. Yani modernist metinde “öteki” evcil bir öteki olarak temsil ediliyor ve bu sahnelenme biçimiyle ötekiliği kalmıyor, bizim ötekilikten arınmış olduğunu düşündüğümüz kendiliğimizin kâr hanesine yazılan bir yardımcı mevcudiyete bürünüyor. Ötekinin farkı bilinenden yansıtma yoluyla kurgulanıyor. Yansıtmanın kaynağı ise kendi bildiği: hem kendi kimliği olarak bildiği, hem de kendi kimliğinin dışsal karşıtı olarak kurgulayıp, kendi kimliğini kurmakta araç olarak kullandığı ötekinin zaten bilinen kimliği oluyor.431

Başına ne gelirse gelsin hep kendi olarak yeniden bulan bilincin özerkliğine zarar vermeyen, anlaşılmış bir tanrıdır. Bilincin her türlü tavrı, son tahlilde bir kendinin bilinci, yani özdeşlik ve özerkliktir. Hegel’in felsefesi, felsefenin duyduğu bu temel alerjinin mantıksal sonucunu temsil eder.432 Bu süreç ötekinin aynı’ya indirgenerek anlaşıldığı, ben ve öteki ilişkisinin bir aynılık ekonomisi içinde düzenlendiği bir süreç Burada ötekilik ben’e öteki olmayıp onun özel bir ötekisi, ona özel, onun nüfusuna kayıtlı ya da mülkiyetinde olan, evcil bir başkalıktır.433 Aksi takdirde Hegelian bir aynılaştırmaya gireriz. ‘Öteki’ kavramının gerçekliğini ret etmeye çalışmak büyük bir yanılgıdır. ‘Öteki’ni dışlamadan ve ‘öteki’leştirmede insani olmayan bir boyut katmadan bunun nasıl sağlanacağı asıl sorundur.

Ali Bulaç’ın güzel bir metaforla konuyu ele alışını vermenin uygun olacağını düşündüm: “Burada kavram, nesne ve sıfat arasında kurulan ilişkinin doğrudan “imaj”la ilgili olduğu hususuna dikkat etmek gerekir. Şöyle ki: Sözgelimi, “köpek” herhangi bir hayvandır. İnsanlar kendi kültürel algılarına göre köpekle bir ilişkiye, girerler. Mesela Batılılar bu hayvanı evlerinde besler, yatak odalarına kadar alırlar. Müslümanlar ise bahçe kapısında tutarlar. Her iki kültürde de “köpek” herhangi bir hayvanın ötesinde bir anlama sahip değildir. Dolayısıyla biz köpeği sevmesek bile, onu öldürmeyi aklımızdan geçirmeyiz. Ancak eğer “köpek” “kuduz” olmuşsa, bizim zihnimizde algısı değiştiğinden -zihinsel tutumun değişmesi dolayısıyla- “tehlikeli ve tehdit edici” bir imaja bürünür; bu durumda kendimizi korumak için “köpeği öldürme” hakkına sahip olduğumuzu düşünmeye başlarız.”434

“Öteki”ni bastırmak veya imha etmek için onu tanımlamak ve bu tanımın geçerli genel çerçevesi içinde imajını değiştirmek gerekir. İmaj değişikliği, eylemlerimizi yönlendiren bütün düşünce ve niyetlerin kökten değişmesini sağlar. Şimdi yukarıda verdiğimiz “köpek” örneğini hatırlayacak olursak, açıktır ki durup dururken kimse kendi doğal dünyasında yaşayan bir köpeği öldürmek istemez; ama birileri -diyelim ki yetkili bir uzman veteriner- köpeğin “kuduz” olduğunu söylerse, köpeği öldürme hakkını kendinizde bulmuş olursunuz. Kuduz köpek ile kuduz olmayan köpek arasındaki fark, zihindeki imaj değişimidir. İmajı değişen nesneye ilişkin zîhinsel tutumumuz değişmiştir; buna bağlı insani tutumumuz da değişecektir.435

Etik ile zihniyet arasındaki ilişkiyi zihniyet farklılıkları ile açıklayanlar vardır. İnsan, davranışlarını ‘zihniyet’ denen inanış ve ölçütlere göre belirlerken bir takım değer yargılarında da bulunmaktadır. Fârâbî’ye göre, biz zihnimizde duyusal varlıklardan edindiğimiz küllîleri bir kez oluşturduğumuz zaman, bu varlıklar birçok şekle bürünse de, yani nesne olarak değişseler de zihnimizdeki bu küllîler değişmez. Onlar değişse bile, biz onların hakkında sahip olduğumuz küllîler yoluyla zihnimizdeki dengini ve özünü bulabiliriz. Fakat bazı insanlara göre, varlık değiştikçe zihnimizdeki özü de değişir. Dolayısıyla, varlıklar hakkında her zaman yeni hükümler vermek gerekir. Çünkü varlık değiştikçe, zihindeki karşılığı da değişmekte dolayısıyla söz konusu şehrin insanlarının görüşlerine göre hükümler, dış dünyadaki varlığa endeksli olarak değişmektedir.436 Dolayısıyla, bu insanlara göre, kâinatta kanunları konulmuş belirlenmiş bir düzen yoktur. Dolayısıyla, bu düzene uygun olarak kurulduğu söylenen erdemsiz şehir de sahte bir zemine dayanmıştır.437 Guenon, Batının ilerlemeden ilkesiz ve gayesiz değişmeyi anladığını vurgulamaktadır. Değişmezlik ile hareketsizliği karıştırdığı belirtmektedir. Batılıların, ilerlemenin inkârı gibi gördükleri, Doğu medeniyetlerinin sabit ve istikrarlı mahiyetini tenkit ettiğini söyler.438

Batı Varoluşçuluğu’na göre, insanın ne olduğu her zaman, ancak o anki kararında ortaya çıkar. İnsanın belirlenimi, öz belirlenimdir. İnsan, olmaya karar vereceği şeydir. Bir belirsizlik durumundan yola çıkarak kendini tasarlar. Kendisiyle bu belirsizlik ilişkisinde insan kendini kudret olarak kavrar ve yaşamı için, kuramsal ve kılgısal olarak açık bir soru olduğunu keşfeder.439

Nesne ve imaj ilişkisi, kendini tanıma ve “öteki”ni tanımlama durumunda olan modern insanın temel saplantısıdır. Hegel, kendini tanımak isteyen öznenin ilk yaptığı şeyin “öteki”ni tanımlamak olduğu varsayımını esas alır. Tanımlayan özne, aslında tanımladığı şeye müdahale eder, yani “öteki”ni değiştirir. Bu da iki şekilde olur: Ya “öteki”ni kendine benzetip asimile etmek veya asimile olmaya yatkın değilse imha etmeye kalkışmak. Farklı dinî ve etnik kimliklere uygulanan asimilasyon politikaları ile dini/etnik arındırma veya soykırım (jenosit) olaylarının gerisinde bu farklı olan “öteki”ni tanımlayan öznenin tutumu yatmaktadır.

Bu zihindeki temel ayrılık Doğu ve Batı medeniyeti için değerlerin özelliğine ve davranışlara aksetmiştir. Her toplum ve medeniyetin bir ‘öteki’ kavramı mutlaka vardır. Olması da kaçınılmazdır. Batı felsefesi, Öteki’ne karşı dehşetle, önüne geçilmez bir alerji ile maluldür. Avrupa kendini tanımlamak için, kendi kimliğini inşa edebilmiş bir Öteki'ne ihtiyaç duymuştur. Eğer Öteki yoksa, icat edilmeliydi: Batı için bu “Öteki” İslam’dı.440

Doğu için değişmeden kalabilen değerlidir. Bu da doğal olarak eski olanı değerli kılmıştır. Batılılar için tarihte önemli olan inkılaplardır. Batı, Doğu’nun aksine değiştikçe, değişebildiği kadar değerlidir.441 Batı’nın 6. ve 17. yüzyıllarda oluşumu süreci, Kendi ve Öteki dikotomisi, vahşi miti ve dahili düşman-yahudiler- fikri üzerine oturmaya başlamıştır.442 Tüm Batı uygarlığı tarihi, Batı’nın “öteki”ne müdahale ederek değiştirme ve aynılaştırma mücadelesi tarihidir. Aynılaştıramadığı “öteki” sürgünlerle ya da katliamlarla yok edilmiştir. Batı’nın Modernizm kitabında farklı olana hoşgörülü olmak, ötekini kendi haline bırakmak, kendini ötekine, ötekiliğe açmak diye bir şey yoktur. Ötekini asimile etmek, evcilleştirmek, öteki olarak dışlamak, yok etmek vardır. Onun için modern olmak demek, sömürgeleştirmeye konumlanmış olmak demektir. Batı’nın modernizm anlayışı öteki ve ötekilik üzerinde uygulanan bir zor üzerinde temelleniyor.443 Ötekinin bilinmesi onun bu çeşit bir “indirgemeyle,” “epistemik şiddet” uygulanarak bilinene uydurulması, “kuşa benzetilmesi” ya da “Adam edilmesi” yoluyla oluyor.444 (not.7 )

Ötekiyle olan ilişkinin böyle yazılışına bakarak modernizm metninin tekkültürel bir dokusu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.445

Sömürgecilerin üstünlük duyguları ve dünyanın uygarlaştırıcı olarak bir misyona sahip olduklarına dair inançları “öteki”yi bir barbara dönüştürmeye bağlıdır.446 Sömürgeci, sömürgeleştirilen insanı, “kötülüklerin sembolü” yapar. Sömürgeci için zenci, Nijeryalı da olsa Angolalı da olsa insan değildir; o her şeyden önce vahşi bir varlıktır. Sömürgecilik için bu uçsuz-bucaksız kıta fanatizmin, boş inançların, hor görmeye alıştıkları, Tanrı'nın lanetine uğramış olan vahşilerin, yamyamların ve zencilerin barındıkları bir beldedir.447

Batı uygarlığının vahşeti, her zaman, kendilerin­den başkasını düşünmeyen kişi ya da grupla­rın, sınırsız bir iktidarı ele geçirmek uğruna gi­riştikleri kavgalara, düşünce özgürlüklerinin or­tadan kaldırılmasına ve hoşgörüden yoksun, ilkel kitle mitlerinin yayılmasına dayanır. Bu kitle mitlerini kültürler arası farklılığa dayandırırlar. Önce kültürleri ayıran bir cephe yaratır, ardından da Batı’yı Öteki’ne hâkim olmaya, onu denetim alanında tutmaya, olmazsa (üstün bilgisi, uzlaştırıcı gücü sayesinde) yönetmeye davet ederek açıklar.448 Bu ayrımlama ile karşıdakini anlamaktan çok, iktidarını sürdürmede gerekçe hazırlama amaçlanmıştır. Bunun siyasal örneğini ABD’nin İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından sıcaklığı hâlâ hissedi­len dost ve müttefik bir Sovyetler imgesinden uzaklaştırmakta kullandığı totaliter rejim suçlamasında görürüz.449 Komünizmin doğası gereği "düşman" ya da "saldırgan" olduğu gösterilecek ve Amerikan dış politikasının formülasyonunu belirle­meye başlamış olan "özgür'/'özgür olmayan" dünyalar kutuplaş­masını rasyonalize etme çalışmalarına gereksi­nim duyuluyordu. Bundan dolayı, Nazizmle savaştan 5–10 yıl gibi kısa bir süre sonra komünizmin öz olarak Nazizme benzediği ileri sürülmeye başlanacaktı.450 Bu yöntemle daha önce sadık bir ‘köpek’ olarak kamuoyuna sunulan Sovyetler imgesi yok edilmekte ve ‘kuduz köpek’ imgesi devreye sokulmaktadır. Amerika ve Batı Avrupa işine gelmeyen her devlet için bu politikayı devreye sokmuştur ve halen sokmaya devam etmektedir. Son Irak ve Afganistan müdahalesi bu anlayışın kamuoyunu yönlendirmede çok işe yaradığını göstermektedir.

İnsanların özgün kültür ve tarihlere sahip olduğunun, değişik dinsel gelenekleri ve etnik kimlikleri bu­lunduğunun kabul edilmediği; bunların yerine önceden tasarlanmış tutumlar, yarım gerçekler, tanımazlıktan gelme ve kapalı zihin korkusu ile yetiştirilmiş iki-boyutlu (manihestik-ikili) karakterler olarak görüldüğü durumlarda, stereotip (yineleyen kanaat) iş başındadır. Yineleyen kanaatler açısından bakıldığında, bir kişi gerçek anlamda bir insan değil, beynine yarım gerçekler ve mitler yüklenmiş bir özne'dir. Yineleyen sabit düşünceler, insanları çeşitli yollarla değersizleştirir, ama kullandığı en sinsi yöntem, insanları kendi tarihlerinden yoksun bırakmasıdır. Derisi renkli halkların kendilerine özgü tarihleri ve kültürleri bulunduğu hiçbir zaman kabul edilmez. Çünkü her şeyin, standart olduğu iddia edilen beyaz burjuva top­lumu koşullarıyla uyum içinde bulunması gereklidir. Derisi renkli insanlar tarafından yapılan, üretilip ortaya çıkarılan hiçbir şey, tarihsel açıdan orijinal, dinamik ya da yaratıcı sayılmaz. Bu kural, derisi renkli insanlara kendi tarihlerini yanlış öğretme konusunda da uy­gulanır. Gerçekten, Yineleyen sabit kanaat’in en sinsi ve haince öğesi; baskı altında tutulan halkların kendi tarih ge­lenekleriyle, kendi toplumsal yapıları, sevgileri, uğraşları ve değişimleriyle olan ilişkilerini koparmasıdır.451

Sömürgeci vicda­nını yatıştırmak için diğer insanı bir hayvan gibi görme eği­limi içine girer.452 Onlar, gerçek insan değildirler. Bir tür hilkat garibesidirler.453 Beşeri karakterden ve gerçeklikten yosun, ‘doğal’ insanlardı; bu yüzden, Avrupalılar bu insanları katlederken, cinayet işlediklerinin farkında bile değillerdi.454 Yerlilere hammadde gibi davrandılar ve onları yabani ağaçların meyvelerini toplar gibi ya da hayvan yaşamının bir başka biçimimiymiş gibi kullandılar.455 Hatta bu ‘varlıklar’la ilk karşılaştıklarında aradaki benzerlik ve kök ortaklığı rahatsız etmiştir.456 Zaten sömürgecinin sömürgeleştirdiği in­sanı anlatmak için kullandığı dil zoolojik bir dildir. Sömürge­ci tasvir yapmak ve en uygun sıfatı bulmak istediği zaman devamlı olarak Ortaçağ hayvan öykülerine başvurur.457 Churchill 1942 yılında yaptığı bir konuşmada; “Hintlilerden nefret ediyo­rum. Hayvani bir dinleri olan, hayvani bir halk,” demişti458 son Irak savaşı sonrasında Amerikalılar Ebu Garip hapishanesinde mahkumlara hayvanca muamelede bulunmuştur. Amerikalı er Lyndie England’ın yer aldığı ve yerde yatan bir Iraklı mahkûmun boynuna doladığı bir tasmayı tutarken poz ver­diği fotoğraf, fetişizmi ve sekste baskın kadın rolünü öne çıkarır. Büyük ihtimalle ha­pishanede mahkûmların işkencesine dahil edilmiş ordu köpeklerine ait bu tasma, toplumsal cinsiyet rollerini tepe taklak ederken, mahkûmu köpekleştirmesi yalnızca ikincil bir onur kırıcı davranıştır.459 Zihinlerinde ve vicdanlarında her zaman hazır ve nazır olan insan varlığı, Batılı insanın kafasını karıştırıyordu. Buradaki amaç, kendisi dışındaki varlıkların yetersiz ve aşağılığını kabullenerek ırkçılığını ve sömürgeleştirmesinde yaşayacağı ikilemi, vicdan azabını ve zihinsel karışıklığını engellemiş olacaktı.460

Sömürgeci kamuoyu sömürgelerdeki kişiler hakkında sürekli Cezayir örneğindeki yaklaşımı sergilediler. 1954'ten önce sömürgeci(yargıçlar, polisler, avukatlar, gazeteciler ve adli tıp uzmanları)lerin belirlediği Cezayirli insanın en önemli sorunu olarak suçluluğu­nun olduğu konusunda hemfikirdiler. Cezayirli insan “doğuştan suçlu” insandır. Teori oluşturulmuş ve bilimsel kanıtları da bulunmuştu. Bu teori yirmi yılı aşkın bir süre üniversite eğitiminin konusunu teşkil etti. Tıp öğrenimi gören Cezayirli öğrencilere bunlar öğretildi. Yavaş yavaş ve farkın­da olmadan sömürgeciliğe razı olduktan sonra, elit kesim Ce­zayir halkının yapısal eksiklikleriyle oyalandılar. Doğuştan ya­lancı, hırsız ve doğuştan tembeldir Cezayir insanı onlara göre. Burada bu teoriyi sergilemeyi, bundan somut neticeler çıkarmayı ve bilimsel açıklamalar getirmeye çaba gösterdiler. Cezayirli insan sık sık insan öldürür. Cezayirli insan vahşice öldürür. Cezayirli insan bir hiç uğruna öldürür. Hırsızlık olayı onlar için adi bir olaydır. Cezayirli insanın suçluluğu özelinde tüm sömürge insanlarında sıralanan benzer gözlemler, sömürge insanlarının suça eğilimini kanıtlamış olacaktır.461

Seni ilk defa ayaklanırken görüyorum /



adını duyduğum, uzak, inanılmaz savaş tanrısı /

... /

Nihayet bir tanrı. Barış tanrısını elimizde artık sık sık tutmadığımız için, /

birden savaş tanrısı bizi tutuverdi... /

Ne mutlu bana, tutulanları görüyorum.”

Rilke
VAHŞETE ÇAĞRI ve “UYGARLIK”!
İnsanların ve ulusların doğal nitelikleri ve beşeri ayrıcalıkları konusunda bir tür tek yargıç işlevini ‘güç’ görmekteydi.462 Savaşın halen var olmasında siyasal sahnede -anlaşmazlıkların çözümünde- savaşın yerine başka bir nihai hakemin ortaya çıkmamış olması rol oynamıştır.463 Savaşı uluslararası anlaşmazlıklarda nihai ve amansız hakem olarak değerlendirme yanlışlığı en küçük anlaşmazlıkta insanı yıkıcılığa sürüklemiştir. İnsanın esir olduğu yanlış tutkular, yalnızca kurbanı değil, yıkıcının kendisini de yıkıma uğratırlar. Bu tutkular bir çelişki oluştururlar: kendine anlam kazandırma uğraşında yaşamın kendisine karşı yönelmesini ifade ederler.464 Sömürgecilik, sömürgeciyi medeniyetten çıkarmış, kelimenin tam anlamıyla onu vahşileştirmiş, alçaltmış, gizli içgüdülerini, açgözlülüğünü, onda­ki şiddeti, ondaki ırksal düşmanlığı ve ahlaki zafiyeti uyandırmıştır.

Vietnam'da her kafa kesilişinde, ya da göz çıkartılışında ve Fransa'da bu duruma razı olduklarında; küçük bir kız çocuğuna her tecavüz edilişinde ve Fransa'da bu duruma razı olduklarında; Madagaskarlı'ya her işkence yapılışında ve Fransa'da bu duruma razı olduklarında; medeniyet bir baş­ka ezici yükün altına giriyor, evrensel bir gerileme başlıyor, bir kangren oluşuyor, hastalık mikrobu yayılmaya başlıyor.465

Avrupa uygarlığı, beyaz insanın üstün olduğu düşüncesi ile tek şeytan olarak Avrupa’dan ayrılırken ulus-devletin üstünlüğü şeklinde yedi şeytan olarak kıtasına geri dönmüştür. Avrupa’da statükoyu korumak, Avrupalı halkları acımasızca sömürge halklarının durumuna mahkûm etmek ve Avrupa’nın işlerine sömürge yöntemlerini sokmakla mümkün görülecekti.466 Artık pandoranın kutusu açılmıştır. Kötülük tüm yönleriyle ortaya saçılmıştır. Bundan Batı da müstağni kalmamıştır. Batı doğaya, insana karşı aşmaması gereken şiddetin sınırını aşmıştır.467 Aşılmaması gereken bir sınır hangi “meşru” nedene dayanırsa dayansın, bir kez aşıldı mı, artık eski biçimiyle ne doğanın ne de insan toplumunun yaşayabilmesinin mümkün olmadığı bir noktaya kadar gidecektir.468 Sömürgecilik Avrupalı halkların davranışı üzerinde gerçek ve dolaysız ‘bumerang etkisi’ yaratmıştır.469 Batının şiddet ‘bumerang’ı kendi halkına dönecektir.470 Kendisinin de yaşamasının mümkün olmadığı nasyonal ya da bilimsel denen ‘vahşetin’ sosyalizmine varılacaktır.

Farabi’nin bozuk insanların anlayışı olarak dillendirdiği görüş ilginçtir. Bu anlayış Batı insanının Nietzche’de dillendirdiği üstüninsan düşüncesidir. Özellikle I. Dünya Savaşı esnasında Almanya’da hem de düşünce ve sanat insanı tarafından savaşın gerekliliği esrime olarak çok rahat telaffuz edilebilmiştir. “Yaşadığımız dünyada gördüğümüz şudur ki birçok hayvan başka hayvanlara saldırmakta, bunda herhangi bir gö­rünen çıkarı olmadığı halde onları ortadan kaldırmaya, yok etmeye çalışmaktadır. Sanki o tabiat tarafından tüm dünyada başka hiçbir hayvan var olmasın, sadece kendisi var olsun diye yaratılmıştır. Veya sanki başka herhangi bir hayvanın varlığı kendisi için zararlı olduğundan, onu ortadan kaldırmak İçin varlığa getirilmiştir. Oysa diğer hayvanların salt var olma­ları dışında ona herhangi bir zararları yoktur. Sonra diğer hayvanların kendisine zararlı olmak gibi bir niyetleri olmasa bile, kendisine yararlı olabilecekleri ölçüde diğer hayvanları köleleştirmek ister. Türler, aralarındaki ilişkiler bu şekilde ola­cak bir tarzda varlığa getirilmişlerdir. Ve birçok durumda bir ve aynı tür içindeki bireyler arasındaki ilişkiler de bu kabil­dendir. O halde bu varlıklar birbirleriyle mücadele etmek ve birbirlerini yenmek üzere çaba sarf eden bir tabii özellik, öz­gürlük içinde varlığa getirilmişlerdir. Onlar arasında başkala­rını ezme konusunda en başarılı olan da en mükemmel varlığa sahip olur. Bu mücadelede galip gelen daima ya diğerini orta­dan kaldırmaya çalışır- çünkü diğerinin tabiatı kendi varlığı için zararlıdır veya kendi varlığında bir eksiklik meydana ge­tirecek bir yapıdadır- veya onu kendi hizmetine koşmak ve kölesi yapmak ister- çünkü diğerinin sadece kendisi için var olduğunu düşünür-.

Bundan başka biz bu dünyada düzensiz olarak cereyan eden şeyler olduğu, varlıkların mertebelerinin korunmadığı, şeylerin layık olmadıkları halde varlık kazandıkları veya yok olduklarını görüyoruz. Onlar şöyle derler: Gözlemlediğimiz ve bildiğimiz şeylerde bu ve benzeri durumların olduğu açıktır. Bundan sonra bazıları derler ki: Bu durum varlıklar için tabiidir. Onların tabiî yaratılışları budur. Tabiî cisimlerin tabi­atları ile yaptıkları şeyleri, seçme özgürlüğüne (ihtiyar) sahip canlı varlıkların bu seçme özgürlükleri ve iradeleri ile düşü­nüp taşınma yetisine sahip akıllı varlıkların da bu yetileri ile yapmaları gerekir. Bu insanlar bundan dolayı şu görüşü savunurlar: Kendilerinde ne mertebeler, ne nizam, ne herhangi birisine özel olarak ait olan şeref mevkii veya benzeri bir şey olmadığına göre şehirlerin birbirleri ile dövüşmesi, birbirlerini yenmeye çalışması gerekir. Her insan da sahip olduğu her iyiyi, nimeti, yalnız kendisine ayırmalı, başkalarının sahip olduğu nimetleri de zorla onun elinden almalıdır. Kendisine karşı çıkan herkesi yenmek konusunda en başarılı olan kimse, en mutlu kimsedir.471

Hitler’in çocukluk dönemine denk bir tarihte söylenmiş olan bir savaş çığırtkanlığına dikkatinizi çekmek istiyorum. Amerika Birleşik Devletler’inin en önemli Başkanlarından Roosevelt Yıprandırıcı Yaşam adlı ki­tabında, ırkçı görüşünü şöyle açıklıyor:

“Kuşkusuz, bizim bütün milli tarihimiz, bir yayılma hareketinin öyküsüdür... Barbarların ya uzaklaşıp git­meleri, ya da boyunduruk altına girmeleri... kudretli uygar ırkların savaşma güdüsünü hiçbir zaman yitirmemelerinden dolayıdır.” 472 Roosvelt 1897 yılında bir arkadşına şöyle yazıyordu: “Herhangi bir savaşı sevinçle karşılayacağıma eminim, çünkü şu anda bu ülkenin bir savaşa ihtiyacı olduğunu düşünüyorum…”473 Zamanın anti-emperyalist düşünürü olan William James, Roosvelt’in, savaşı insan topluluğunun “ideal var oluş biçimi” olarak ele aldığını ve yücelttiğini, barışı ise ancak zayıflar ve yeteneksizler tarafından savunulan ve gelişkin bir yaşam tarzına uymayan ağlamaklı bir durum gibi gördüğünü belirtir.474

Filipinlerde görev yapan bir kara subayı, daha açık konuşuyordu: “Sözleri ağzımızda gevelemenin hiçbir anlamı yok... Biz, Amerikalı Kızılderililerin kökünü ku­ruttuk ve sanırım çoğumuz bundan gurur duyuyoruz... ve gerekirse, gelişme ve aydınlanma yolunu tıkamak isteyen bu ikinci ırkı (sarı ırkı kastetmekte) da yok etme yönünde, vicdani engellere takılmamalıyız.”475

Alman filozof Herder, tarihi oluşun şiddet ve mücadelenin ürünü olduğunu ileri sürüyordu. Herder, ‘Beşer Tarihi Felsefesinin Ana Hatları’ adlı eserinde, “Köklü nebat, ancak fırtınalar içinde gelişir. [...] yakılan şeylerin külleri arasında tohum, daha gür çimlenmeye başlar ve kanla sulandığı vakit, umumiyetle solmaz bir çiçek olarak fışkırdığı görülür.” demektedir.476 İdealizmin başat filozofları Fichte ve Hegel savaşı kutsayacaklardır. Ficbte, ‘Çağımızın Hususiyetleri’ adlı eserinde mücadeleyi tarih felsefesine temel yapmıştır. O, devletlerarasındaki savaşı, "Tarihin canlı ve ileri prensibi"ni getiren bir mekanizma olarak görmektedir. Devletlerarasındaki bu mücadele bütün insan ırkının kendini gerçekleştirmesini kolaylaştırır.477

Fichte gibi Hegel de devleti ve anayasayı kutsadığı gibi savaşı da kutsar. Hegel’e göre, sa­vaşlar birçok sebepler dolayısıyla sıhhate yararlıdır. Birinci­si, bırakınız "ebedî" barışı, uzun süren barış dönemleri bile milletler içindeki çürümenin sebebidir. Barışın kötü tarafı, der Hegel, insanların durgunlaşmalarıdır. Onların mizaçla­rı sabitleşir ve daha kesinleşir ve savaş belli dürtülerle siya­si yapıyı sağlıklı halde muhafaza etmesi için arzulanan bir şeydir. Buna ilaveten, Hegel savaşın millî birlik üzerindeki kurtarıcı etkisini vurgular: "Savaşın sonucu olarak milletler güçlenir, fakat iç çatışmalara bulaşmış halk da dışarda sava­şa girmekle yurtlarında barışı elde edebilirler." 478

Hegel, devletlerarası ilişkileri idare eden herhangi bir kanunun yahut ahlâkın olduğunu reddeder. Hegel’e göre dünya tarihi bir çeşit “dünya mahkemesi”dir. Bu mahkemenin çatışan milletler ve değerlerden hangisinin daha mükemmeliyet sahibi olduğuna karar vermede tek çare olarak savaşa bir araç olma niteliği verir. 479

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Bismark anıların­da savaşın halkın sadakatini canlandırmak ve muhafaza et­mek için tek araç olduğunun altını çizmiştir.480 Bu düşünce her iki dünya savaşında da Alman halkının düşüncelerine yansıyacaktır.

1.Dünya Savaşının başlaması, Almanya’da bir yayın seline neden olur. O zamanlar Alman kalemlerinden bir buçuk milyon şiir çıkmış olsa gerek. Şiddet, yaratıcılık gerekçesine dayanılarak haklılaştırılır. Siyasal terimler yerine biyolojik terimlerle şiddet yüceltilecektir.481 Alman idealizmin sonucu olarak savaşa övgü düzen Rilke de övgüsünde yalnız kalmayacaktır.

Alman aydınları bir yandan militarizmden kopmak istemiyorlar, ama aynı zamanda Faktum brutum [çıplak gerçek] olarak militarist olduklarını itiraf etmek de istemiyorlardı: Bunu anlamlı bir şey haline getirmek istiyorlardı. Eşsiz benzersiz bir yorumlama ateşi, bu savaş tutkunlarını tutuşturuverdi: “Bu savaşı taşıyan ve ona ruh veren, kültürümüzün, tinimizin ve tarihimizin en derin güçleridir aslında” Thomas Mann gibi yazarlar tarafından bile bol keseden kültür felsefesi tipolojileri, savaşçı amaçlar için tasarlanır. Savaşı bir tinler muharebesi olarak yorumlayarak savaşa, özgün felsefi bir katkıda bulunmak isterler. Bunun için de metafiziksel rezervlerini seferber ederler. Taşkın bir hitabetle Max Scheler, “Savaşın Dehası”nı kutlar, 1915 tarihli büyük makalesinin başlığı böyledir. Scheler, sub specie belli [savaş görünümü altında] koca bir antropoloji tasarlar. Savaş insanın içinde saklı olanları ortaya çıkarır. Scheler kibarlığını ko­rur: Düşman güçlerini yargılamaz, savaşma haklarının olduğunu tes­lim eder. Savaşta, tıpkı bireylerde olduğu gibi, başkasıyla karıştırılamayan kendi yapılarını bulduklarında, birbirleriyle çarpışması gere­ken kültürlerin kendini ortaya koymasının sırrını görür. İşte bu yapı­nın sertleştiği noktada ateşe atlamalıdırlar. Savaş ölümle yüzleştirir, bu yüzden milleti ve bireyleri kendilerini bir bütün olarak, yine de kırılabilen bir bütün olarak kavramaya zorlar. Savaş büyük bir ayrım sanat­çısıdır: Asıl olanı asılsızdan ayırır, gerçek özü açığa çıkarır. Savaş dev­letin sadece bir toplumu mu yönettiğini, yoksa kamusal bir iradeyi mi ifade ettiğini kanıtlayacak “Examen rigorosum”udur [sözlü doktora sı­navı]. Savaş geldiğinde, hakikati görmenin vakti gelmiştir: “Barışın, sa­dece küçük, gri tonlardaki bir orta bölgesini görmeye izin verdiği, bü­tün, büyük, kapsamlı insan resmi... işte bu resim şimdi madden karşımızda duruyor. Savaş önce insan doğasının kapsamını, erişimini öl­çer; insan bütün büyüklüğünün, bütün küçüklüğünün bilincine va­rır.”482

Savaş hangi tinsel özü ortaya çıkarır? Bazıları der ki, bu, idealiz­min bir zaferidir. İdealizm uzun süre maddeciliğin ve faydalılık düşüncesinin altında ezilmiştir; şimdi kabuğunu kırar ve insanlar kendilerini yine maddi olmayan değerler için, millet için, anavatan için, şeref için kur­ban olarak sunmaya hazırdır. Bu yüzden Ernst Troeltsch savaş heyeca­nını, “paranın putlaştırılması,” “tereddütlü kuşku,” “zevk düşkünlüğü” “doğanın yasalarına körlemesine teslim olma” karşısında zaferini İlan eden “tine inancın” bir geri dönüşü olarak adlandırır. Diğerleriyse savaşta, uzun bir barış döneminde katılaşma tehlikesi gösteren yaratıcı gücün serbest kalışını görüyordu. Onlar savaşın doğal gücünü kutlar; nihayet, derler, kültür yine temel olanla temas bul­maktadır. Savaş “bütün kültür yıkıcılarının en şiddetlisi, aynı zamanda tüm kültür yaratıcılarının en güçlüsüdür,” diye düşünür Otto Von Erke. Savaş çok şeyi değiştirir, Max Scheler onun felsefenin kendisini değiştireceğini umar. Artık kimse “salt formalist kılı kırk yarmalarla yetinmeyecek, “dünyanın bağımsız, kökensel izlenimine” olan açlık büyüyecektir. 483

Avrupa'yı birleştiren de barış ve dayanışma değil, sömürgecilik ve fetihtir.484 Bunun tipik örneğini, aydınlanma efsanesinin bir düşünürü olan Leibniz'in Avrupa'da barış vizyonunun altında yatan temel fikri, meşhur "Mısır Plânı"nda görürüz. (1672). XIV. Louis'ye Avrupa'da barışı sağlamanın en etkin yolunun, Fransa öncülüğündeki ortak Avrupa güçlerinin Osmanlı idaresi altındaki Mısır'a yapacağı istila olduğuna inandığını belirttiği bir teklif yapar.485

18. yüzyıl ve sonrasındaki Batılı düşünür ve yazarların fikirlerini Batılı iktidarlar kendi maksatlarına uydurmuşlar ve onları bir zulüm ve dehşet silahı olarak kullanmışlardır.486

Son yüzyıldaki Batı’da savaşı kutsallaştırma sadece kapitalist ve emperyalist düşüncede olmamıştır. Komünist düşüncede de bunun tezahürüne şahit oluyoruz. Engels’e göre, “tarihte şiddetin başka bir rolü daha vardır, devrimci bir rol; Marx’ın sözlerine göre, eski toplumun ebesidir o, göğsünde de yepyeni bir toplum taşır; toplumsal hareketin donmuş ve ölmüş siyasal biçimlerini alt etmekte ve parçalamakta kullandığı bir araçtır.”487 Yine Engels, öncelikle şiddeti ‘iktisadi gelişmenin hızlandırıcısı’ olarak görecek488 ve büyük bir soğukkanlılık içerisinde: “Gele­cek dünya savaşı dünya yüzeyinden yalnız gerici sınıfları ve hükümdar soylarını değil, bütün gerici halkları da silecektir. Bu da ilerlemenin bir başka yanıdır.”, diyebilecektir. 489 Çarlık Rusya’sında çıkarılan halk isyanları, Sovyet döneminin ilk dönemlerinde olumlanırken, daha sonra ise gerici hareketler olarak mahkûm edilecekti. 490

Batı şiddeti öyle yüceleştirdi ki, şiddeti sömürgelerde uyguladığında şiddetten kendi evini (Avrupa’yı) uzak tutacağını, Batı insanının şiddet duygularını söndüreceğini düşünüyordu. Essai sur la colonisation (Sömürgecilik üzerine bir deneme, Paris, 1907)'nin yazarı, Cari Siger diye birisinden: “Sömürgeler, büyük bir serbestliğe sahip olacak olan şiddet içeren faaliyetler için geniş bir alan sunar. Bu yüzden sömürgeler bir dereceye kadar, modern toplumlar için bir emniyet sübabı işlevini yerine geti­rebilirler. Sömürgelerin bize tek faydası bu olsaydı bile, yine de bu çok büyük bir fayda olacaktı.”491 Bir Fransız yazar “Yalnız işçi yığınlarını değil, oria sınıfları da kucaklayan ar­tan yaşam güçlükleri, bütün eski uygarlık ülkelerinde "genel ba­rış bakımından tehlikeli sabırsızlık, öfke ve düşmanlıkların; kendi toplumsal ortamlarından uzaklaşmış ve eğer içerde patla­malar istenmiyorsa dışarıda büyük bir işte kullanılmaları gereken enerjilerin" birikmesine yol açıyor.” 492 Ve bir İngiliz kapitalisti Rhodes “eğer iç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyalist olmanız gerekiyor”493 diyerek, sömürge siyasetinin iktisadi nedenlerine, toplumsal nedenlerin de eklenmesi gerektiğini belirtmektedirler.494 Batılı savaş makinesinin Avrupalı-olmayan dünyada toplanması isteği, Avrupa Aydınlanmasının altında yatan ütopik ya da ironik gerçeklikti.495 Hep endişe kaynağı olagelmiş emperyalizmin anayurt üzerinde bir ‘bumerang etkisi’ yaratma endişesi vardı. Bu bir dönem 40–50 yıl dikkate değer bir şekilde savuşturulacaktı.496 Ama yanılacaklar ve şiddetin eşiği anakarada da aşılacaktı. Sömürgecin kendisini de bir hayvana dönüştürmeye497 yönelecek ve Cesaire’in deyişiyle ‘bumerang etkisi’ kendisini Nazizmle gösterecekti. Çünkü şiddetin her tür kullanımı kullananın ahlakını bozmuştu, artık.498

Onlar öldürdüler; onlar yağmaladılar; onların miğfer­leri, mızrakları, açgözlülükleri vardı; köleciliği savunanlar ise sonradan geldiler. Bu alanda baş suçlu; kurbanları Kızılderililer, Sarı ırktan insanlar ve Zenciler olan, “Hıristiyanlık=medeniyet”, “paganizm=vahşilik” gibi sahtekârca denklemler üreten ve bunlar sayesinde ardı sıra iğrenç sö­mürgeci ve ırkçı sonuçlar getiren Hıristiyan ukalalığıdır.”



Yüklə 1,31 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin