Barış Konferansına Hazırlanma
TBMM Hükümeti daha Saltanat kaldırılmadan önce, barış konferansına hazırlanmaya başlamıştı. Hazırlıklar sırasında üç önemli nokta üzerinde durmak gerekiyordu: Konferansın yeri; Türkiye'yi temsil edecek kişinin saptanması; konferansta görüşülecek konuların belirlenmesi. Anlaşma devletleri yaptıkları çağrıda, konferans yeri olarak Lozan'ı önermişlerdi. Buna karşılık TBMM Hükümeti İzmir'i uygun görüyordu.
TBMM Hükümet, Lozan ile Türkiye arasındaki haberleşmenin çok zor olacağını ileri sürmüştü. O zamanların iletişim koşulları düşünülürse, bu doğru bir gerekçe idi. Bizim açımızdan bir başka özellik ise sık sık İzmir'e giden Başkomutan'ın konferans hakkında saati saatine doğru bilgi alabilmesi ve gereken yanıtları vermekte gecikmeden yardımcı olabilmesi idi. Ama karşı taraf bu önerilerimizi kabul etmedi. Çünkü Lozan, tarafsız bir devlet olan İsviçre'de bulunuyordu. Böylece konferans savaşa katılmış hiçbir devletin ülkesi üzerinde toplanmamış olacaktı ki bu da uluslararası geleneklere uygundu. Bu nedenle TBMM Hükümeti Lozan'ı konferans yeri olarak kabul etti.
Konferansta Türkiye'yi kim temsil edecekti? Bu çok önemli bir sorundu. TBMM Hükümetinin kadrolarında gün görmüş, deneyli diplomatlar yoktu. İstanbul'da yaşayan eski Osmanlı diplomatlarından yararlanmak da yeni Devletimizin felsefesi açısından düşünülemezdi. Bu durumda o sıralarda Bakanlar Kurulu Başkanı olan Rauf Bey Lozan'a gitmek istedi.
Mondros Ateşkes Anlaşmasını Osmanlı Devleti adına Rauf Bey imzalamıştı. Bu anlaşma, bidiğiniz gibi Osmanlı Devleti'nin teslim belgesiydi. Pek çok aksaklık bu ateşkes nedeniyle belirdi. Eğer Mondros Ateşkesi adaletli bir düzenleme getirseydi, belki Kurtuluş Savaşını yapmak da gereksiz olurdu. Bu müthiş teslim belgesini imzalarken, gerçek bir yiğit ve yurtsever kişi olan Rauf Beyin İngilizler tarafından nasıl aldatıldığını da biliyorsunuz. Rauf Bey şimdi Lozan'a giderek, dört yıl önce yaptığı yanlışı düzeltmek ve tarihe böyle bir özellikle geçmek istiyordu. Kişisel açıdan haksız sayılmazdı. Ama Lozan, böyle kişisel kazanımlar için bir alan olamazdı. İyi direnen ve pazarlık edebilen bir kişiye ihtiyaç vardı. Bu nedenle Mudanya Ateşkes görüşmelerinde olumlu bir sonuç alan Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşayı bu güç göreve getirmeyi Başkomutan uygun buldu. İsmet Paşa 26 Ekimde TBMM tarafından Dışişleri Bakanlığı'na seçildi. O artık Lozan Konferansında baştemsilcimizdir. İsmet Paşanın yanına, yine temsilci olarak Rıza Nur ve Hasan (Saka) beyler verildi. Bu üç temsilci, o zamanın koşulları içinde en yetenekli ve genç aydınlardan bir kurul oluşturdular ve Lozan'a gitme hazırlığı içine girdiler.
En önemli konu, konferansta görüşülecek sorunlar üzerinde Türk tarafının taktiğini belirlemekti. Bu iş için ise çok uzun ve ince hazırlıkların yapılması gerekliydi. Çünkü Lozan'da sadece birkaç yıllık Türk-Yunan savaşının hesabı görülmeyecek, dünyayı en aşağı üç yüz yıl uğraştıran "Doğu Sorunu" (Şark Meselesi) çözülecekti. Fakat böylesine bir geniş konuyu bütün ayrıntılarıyla kapsayacak bir hazırlık için zaman yoktu. Bu nedenle Türk Temsilciler Kuruluna, kısa fakat kesin bir yönerge verildi. Bu yönergede özelikle iki konuda kesinlikle ödün verilmemesi istenmiştir. Yönerge maddeleri içinden bunları şöylece aktarabiliriz:
"1. Doğu Sınırı: Ermeni yurdu söz konusu olamaz; olursa görüşmelerin kesilmesini gerektirir.
.
.
8. Kapitülasyonlar kabul edilemez. Eğer görüşmelerin kesilmesi gerekirse, yapılır..."
Demek ki TBMM Hükümeti iki ana konuda hiçbir özveriye razı değildir. Gerekirse konferanstan çekilme kararı alınacak ve savaş durumu geri gelecektir. Diğer konularda ise Temsilciler Kurulu'na pazarlık yapma esnekliği tanınmış, ayrıca sık sık Ankara'ya bilgi verilip yanıt istenmesi buyrulmuştur.
Lozan Barış Konferansı
Bir haftalık gecikmeden sonra 20 Kasım 1922 tarihinde çalışmalarına başlayan konferansta İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, yeni kurulan Yugoslavya devletleri karşısında Türkiye tek başına idi. Bu devletlerin içinde özel ikle Yunanistan, İngiltere, Fransa ve İtalya ile çok önemli sorunlarımız vardı.
Sakarya zaferinden sonra Fansızlar, yeni Türk Devleti ile bir antlaşma imzalayarak savaştan çekilmişlerdi. Bildiğiniz gibi 20 Ekim 1921'de imzalanan "Ankara Antlaşması" Fransa'nın Türk Kurtuluş Savaşından çekilmesini sağladığı için çok önemlidir. Ancak, Fransa, Birinci Dünya Savaşı yenenlerindendi. Ankara Antlaşması ise sadece bir "önbarış" idi. Yani, üzerinde ileride tekrar durulabilecek bir barış. Fransa bu durumda, dostlarını yalnız bırakamazdı. Kaldı ki, Fransızlarla da aramızda, özellikle kapitülasyonlar nedeniyle bazı önemli sorunlar vardı. Boğazlarla ilgili görüşmelere ayrıca Sovyetler Birliği ile Bulgaristan da katılmıştır. Bütün bu sayılan devletler ilk planda kendi çıkarlarını savunacaklar, yeri gelince de birlikte davranacaklardı. Konferansta Türkiye'yi destekleyen hiçbir devlet yoktu. Yapayalnızdık. Türk Temsilciler Kurulunu çok ağır bir görev bekliyordu. Ayrıntılarını bir yana bırakırsak, Lozan'da görüşülen konuları başlıca iki ana grupta toplayabiliriz: Yunanistan ile Türkiye arasındaki sorunlar ve Türkiye ile diğer devletler arasındaki sorunlar.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlar şöylece özetlenebilir: Büyük zaferden sonra Anadolu'yu Yunanlılar tamamen boşaltmışlardı. Bu konuda artık bir sınır sorunu yoktu. Sadece Doğu Trakya sınırının çizilmesi hususu vardı. Bundan başka Ege Adalarının durumu, Türkiye'deki ve Yunanistan'daki Türklerle Rumların değiş- tokuşu ve Yunanistan'ın Anadolu ve Trakya'da yaptığı yakıp yıkmaların, katliamların doğurduğu zararların giderilmesi de önemli sorunlar arasındaydı. Konferansa katılan diğer devletlerle olan sorunlar da şöylece özetlenebilir:
Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu ile yüzyıllarca süren ilişkilerinde yoğun sorunlar çıkmıştır. Özellikle kapitülasyonların uygulanmasından doğan pek çok ekonomik, parasal ve yargısal anlaşmazlıklar vardı. Avrupalıların Osmanlı Devleti üzerinde kurdukları baskıyı kaldırmak zamanı gelmişti. Önceki pürüzler giderilmeli ve yeni Türk Devleti, her türlü sınırlamadan uzak bir biçimde dünyadaki yerini almalıydı. Batılılar ise bu konularda Türklerle tam bir anlaşmaya varmayı düşünmüyorlardı. Eğer bazı ödünler vermek zorunda kalırlarsa, ileride, Türk Devleti'nin güçsüzleştiği sırada bu ödünleri geri almayı da tasarlıyorlardı. Bu genel sorunlardan başka şu önemli noktalar üzerinde de bir uzlaşmaya gidilmesi gerekliydi: Osmanlı Devleti'nin yeni Türk Devleti'ne ne kadar borç bıraktığı hesaplanacaktı. Ayrıca Osmanlıların yabancı kurumlara kendisine zararlı koşullarla verdiği ayrıcalıklardan doğan son derece karmaşık konular konferasta görüşülecekti. Bunlar öylesine karışık işlerdi ki, yanlarında Türk-Yunan anlaşmazlığı çok basit kalıyordu.
Konferansın ilk evresinde yukarıdaki sorunların bir bölümünün çözümü üzerinde anlaşmaya varılabildi: Fransa ile sınır sorunumuz yoktu. Bu konuda Ankara Antlaşmasının esasları yinelendi. Irak sınırının ileride bir başka konferansta çizilmesi kararlaştırıldı. Bütün dünyayı ilgilendiren Boğazlar üzerinde de, bazı özverilerimizle belli bir uzlaşmaya erişildi. Ermeni Yurdu safsatası da tarihe karıştı. Ama kapitülasyonların kaldırılması ve Osmanlı borçlarının bölüşülmesi konusunda bir anlaşmaya varılamadı. Her iki konuda da Batılı taraflar, yeni Türk Devleti'nin kabul edemeyeceği kadar ağır koşullar ileri sürüyorlar, ödüne yanaşmıyorlardı. Bunun üzerine Türk Temsilciler Kurulu 4 Şubat 1923'te Lozan'ı terketti. Konferans kesilmişti.
Bu kesinti üzerine tekrar yoğun diplomatik çabalar harcanmaya başlandı; çünkü hiçbir taraf yeniden savaş istemiyordu. Bu temaslar sonucunda 23 Nisan 1923'te konferans tekrar toplandı. Batılıların daha ılımlı bir hava içine girdikleri bu yeni evrede anlaşıldı. Özellikle her konuda Türklere zorluk çıkartan ve dostlarını peşinden gelmeye mecbur eden, Yunanlıları da çok kayıran İngiliz Baştemsilcisi Lord Curzon, konferansa gönderilmemişti. Bu çok iyi bir işaretti. Konferansın ikinci evresinde Türk Temsilciler Kurulu özel ikle kapitülasyonlar ve Osmanlı borçları konularında gerçek bir diplomatik zafer kazanmıştır. Çözülemeyen tek sorun olarak Yunanistan'ın bize verdiği zararların ödenmesi kalmıştı. Yunanistan giriştiği büyük macerayı ağır bir sonuçla bitirmişti. Ezilerek yenilmişti. Bitkin ve çaresizdi. Yeni bir siyasal rejim içine giriyordu. Ekonomik ve toplumsal açıdan tam bir felaket içinde bulunan Yunanistan, savaşta Türklere ağır ve haksız zararlar verdiğini kabul ediyordu. Ama bu zararları ödeyemeyecek durumda bulunduğunu da ısrarla belirtiyordu. Bu konuda da dostlarından büyük destek görüyordu. Sonunda Doğu Trakya'da, Meriç Irmağının batısında ,daha önce Yunanistan'a bırakılmış "Karaağaç" bu savaş tazminatına karşılık tutularak bize verildi. Orasını zarar- ziyana karşılık saydık. Böylece son pürüz de giderildi ve Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı.
Lozan Barış Antlaşması
Büyük bir diplomasi anıtı olan Lozan Barış Antlaşması 143 maddelik esas metnin yanında 14 ayrı sözleşme ile bir bütün oluşturmaktadır. Bu bütünün içerdiği belli başlı hükümleri şöylece özetlemek mümkündür:
• Sınırlar:
Suriye Sınırı: Fransızlarla daha önce imzalanan Ankara Antlaşması'nda gösterilen sınır kabul edilmiştir.
Irak Sınırı: Bu sorun çözülemedi. Sorunun, içinde en önemli yeri alan Musul konusu da birlikte olmak üzere, dokuz ay içinde İngiltere ile Türkiye arasında "dostça" çözülmesi karara bağlandı.
Batı Sınırı: Misak-ı Milli'ye göre çizildi. Ama bazı bölgelerin de elden çıkması önlenemedi, zira oraları Osmanlı Devleti tarafından daha önce imzalanan barışlarla terk edilmişlerdi. Bu nedenle Batı Trakya ile Ege Adalarını alamadık. Karaağaç ve yöresi ise,yukarı da açıklandığı gibi, savaş tazminatına karşılık olarak Yunanistan tarafından bize bırakıldı. İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adası dışındaki diğer Ege Adaları, Balkan Savaşları sırasında yitirildiği için bize geri verilmedi. Onlar Yunanistan ile İtalyan egemenliği altında kaldılar. Ancak Yunanistan Midilli, Sakız, Nikerya ve Sisam adalarını askersizleştirecekti.
• Kapitülasyonlar:
Lozan Barış Antlaşması ile yargısal, parasal, yönetsel ve ekonomik alanlarda yüzlerce yıl süren bütün kapitülasyonlar, her türlü sonuçları ile birlikte toptan kaldırılmışlardır. Türkiye'deki yabancı ticaret kuruluşları da belli ve kısa bir geçiş döneminden sonra Türk yasalarına hiçbir önkoşul göstermeden uyacaklardır.
• Azınlıklar:
Bütün azınlıklar Türk uyrukludur. Doğu Trakya ile Anadolu'daki Rumlarla Yunanistan'daki Türkler değiş-tokuş edileceklerdir. Ama İstanbul'un yerlisi Rumlarla Batı Trakya'daki Türkler bu zorunlu değişimin dışında kalacaklardır.
• Savaş Tazminatları:
Birinci Dünya Savaşı dolayısı ile bizden istenilen tazminattan geleceğe bir borç bırakılmadan ve hiçbir edimde bulunulmadan büyük bir başarı ile kurtulmak sağlanmıştır.
Yunanistan ise, yukarıda da kısaca belirtildiği gibi, Kurtuluş Savaşı dolayısı ile Türkiye'de büyük yakıp yıkmalar ve zulümler yaptığını, bunların ne askerlik kurallarına ne de uluslararası geleneklere uyduğunu, bu nedenle tazminat vermesi gerektiğini kabul ediyordu. Buna karşılık Türkiye, Yunanistan'ın çok güçsüz ve ekonomik bakımdan çökmüş durumda bulunmasından dolayı, savaş tazminatı hakkından Karaağaç ve yöresini almakla vazgeçiyordu.
• Devlet Borçları Sorunu:
Osmanlı Devleti'nin 1854 yılından başlayarak, Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar Batılı ükelerden aldığı borçlar çok büyük bir toplama erişmişti. Lozan'da bu borçlar, Osmanlı Devleti'nin parçalanması ile ortaya çıkan yeni devletlere gelirleri oranında bölüştürüldü. Bize kalan bölümü ise düzenli taksitlere ayrılmıştı. Borçların ödenmesi üzerinde her türlü yabancı gözetim ve denetimine de son verilmişti.
• Boğazlar Sorunu:
Dünyanın her zaman en önemli siyasal sorunlarından birini oluşturan bu konu üzerinde Lozan'da uzun ve şiddetli tartışmalar yapıldı. Sonunda aşağıdaki çözüm yoluna varıldı:
- Boğazlardan Geçiş:
Askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında Boğazlardan serbestçe geçebileceklerdi. Savaşta Türkiye tarafsız ise geçiş yine serbestti. Türkiye bir savaşa girmiş ise düşmana yardım etmeme koşulu ile tarafsız gemiler Boğazlardan geçebilirlerdi. Düşman gemilerine ve uçaklarına ise Türkiye dilediği gibi davranabilecekti.
Askeri gemiler ve uçaklara gelince: Barış zamanında Karadeniz'e doğru geçişte, bu denizde sahili bulunan devletlerden en güçlü donanmaya sahip olanın elindeki gemi (ve uçak) toplamından fazlası geçirilmeyecek. Bunun dışında savaş gemilerine ve uçaklarına geçiş serbestti. Ancak bu geçişlerden doğabilecek sonuçlardan dolayı Türkiye sorumlu tutulmayacaktı. Savaş sırasında ise Türkiye'nin tarafsız veya savaşta bulunması durumuna göre, ticaret taşıtları gibi, fakat barış zamanındaki savaş taşıtları hakkındaki sınırlamaya uyularak hareket edilecekti. Boğazlardan geçişi uluslararası bir kurul düzenleyecekti. Bu kurulun başkanı Türk olacaktı.
- Boğazların Savunulması:
Boğazların her iki yakası askersizleştirilecekti. Bu konuda Türkiye Uluslar Kurumu'nun güvencesi altına konulmuştu. İşte bu önemli sorun böyle çözüldü. Sovyetler Birliği, Lozan Antlaşmasının sadece Boğazlarla ilgili Sözleşmesini imzalamıştır. Lozan Barış Antlaşmasını bir süre sonra Belçika ve Portekiz devletleri de imzalamıştır.
Lozan Barışı Üzerinde Değer Yargısı
Bu barışla neler elde edildi ve neler elde edilemedi? Değerlendirme sonucu olumlu mudur yoksa olumsuz mu? Bu konuları kısaca tartışalım:
Lozan Barışı ile yeni Türk Devleti varlığını bütün dünyaya kabul ettirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bıraktığı sorunların hemen hepsi çözülmüştür. Bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi sınırlandıran pürüzler yok denilecek düzeye indirilmiştir. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yaşayan ve sayıları bir hayli fazla olan Rumlar Yunanistan'a gönderilmişler, böylece Yurdumuzun Türkleşme süreci tamamlanmıştır. Ermeni iddiaları tarihe gömülmüştür. Bütün bu başarıları Türk Temsilciler Kurulu tek başına, hiçbir tarafın yardımı olmadan kazanmıştır. Lozan Barışı ile Akdeniz'in doğusunda barış kurulmuştur.
Türkiye bazı isteklerini Lozan'da gerçekleştiremedi. Bunları kısaca sayalım: Batı Trakya ile Ege Adaları (İmroz ve Bozcaada dışında) geri alınamadı. Musul ve Hatay sınırlarımız dışında kaldı. Boğazlar üzerinde denetim ve savunma hakkımız kurulamadı. Batı Trakya ve Ege Adaları üzerindeki haklarını Osmanlı Devleti'nin Balkan savaşları sonunda imzaladığı antlaşmalarla yitirdiğini söylemiştik. Devletlerarası hukuka göre, bu antlaşmalar geçerli idi. Türk Temsilciler Kurulu bu konuda yine de çok direnmiş; ama sözü geçen antlaşmaların geçerli olmadığını karşı tarafa kabul ettirememiştir. Boğazlar üzerindeki hak kısıtlamalarını ileride, 1936 yılında kaldırtmayı başardık. Yine Hatay da Atatürk'ün son çabaları ile, ölümünden bir yıl sonra Anayurda katıldı. Yalnız Musul bütün uğraşlara rağmen kazanılamadı. Bunu ileride göreceğiz.
Demek ki, Lozan'daki bazı önemli sakıncalar bir süre sonra giderilmiştir. Öyle ise bu barışın olumlu yanları son derece ağırlıklıdır. Akıl almaz zorluklar, yokluklar, özverilerle kazanılan zafer, siyasal alanda daha fazla bir getiri sağlayamazdı. Lozan'da Batı Trakya, Adalar gibi konularda daha da ısrar edilse idi barış kurulmaz ve geleceğimiz karanlıklar içinde kalırdı. Bu barışı o günün koşulları içinde değerlendirmek gerektir. Türkiye o zamanki olanaksızlıklarına rağmen elde edebileceği her şeyi, özel ikle tam ve gerçek bağımsızlığını kazanmıştır. Bu Antlaşma günümüzde de geçerliğini sürdürmektedir. Bu bakımdan yirminci yüzyılın en uzun ömürlü barışını kurmuştur. Bu gidişle yirmi birinci yüzyıla da geçecektir bu antlaşma. Lozan Barışı ile dünyanın en tehlikeli bölgelerinden biri güvenlik altına alınmıştır.
Lozan Barış Antlaşması'nın tarihsel bakımdan bir başka önemli yanı daha vardır. Hukuksal olarak Birinci Dünya Savaşı, Lozan Barışının imzalanmasıyla bitmiş sayılmalıdır. Çünkü, bu savaşın en son denilen barış antlaşması Sevr'de 10 Ağustos 1920'de imzalandı; ama hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. O barışın yerine geçen, Lozan'daki antlaşmasıdır. Öyle ise Birinci Dünya Savaşı kesin olarak 24 Temmuz 1923 tarihinde sona ermiş sayılmalıdır.
Cumhuriyetin İlanı - Halifeliğin Kaldırılması ve Bu Devrim Adımlarına Tepkiler -12
GİRİŞ
Barışın kurulmasından sonra yeni Türk Devleti bir daha savaş içine girmedi. Belki 1925 yılında çıkan Şeyh Sait Ayaklanması silahlı bir çatışma sayılabilir. Ancak bu bir iç sorundu; savaş değildi. Türkiye bugüne kadar belli bazı savaş tehlikeleri geçirmekle birlikte, doğrudan doğruya bir savaşın içine girmemiştir.
Türk Kurtuluş Savaşının aynı zamanda kalıcı bir barış ortamı getirdiğini gösteriyor. Bu ortamı sürekli kılmak için ilkönce içeride tam bir siyasal istikrara, huzura ihtiyaç vardır. Siyasal yaşam ise istikrara kavuşmak için pek çok engelleyici etkenlerle doludur. Bir devletin içindeki üst kadro, bu etkenleri mümkün olduğu ölçüde azaltmaya ve küçültmeye çalışır. Sözünü ettiğimiz etkenler her devlette ve her rejimde vardır. Zira "siyaset" devlet yönetme sanatıdır. Her sanatın uygulanmasında olduğu gibi, siyaset yaşamında da çeşitli düşünceler, görüş açıları elde edilecek sonuçları etkiler. Hele günümüzün çok sesli, çoğulcu (plüralist) demokrasilerinde, bu tür etkenler daha da artmıştır. Çünkü demokrasilerde esas olan kişi özgürlüklerinin genişliği ve mümkün olduğu kadar az sınırlandırılmasıdır. Şimdi, gerçek anlamıyla rejimini seven, onun istikrar içinde gelişmesini isteyen her bilinçli yurttaş, çoksesliliğin gereklerini, yapıcı bir yönde kullanır. Herkesin düşüncesine saygı gösterir, ama aynı saygıyı başkalarından da kendisi bekler. Demokrasinin "zorluğu" da burada yatar. Siyasal bakımdan olgunlaşmış yurttaşlar, düşüncelere karşılıklı saygı göstererek, özgürlükleri zedelemeden, istikrarlı ve rahat bir biçimde kendilerini yönetecek olanları seçerler. Başka bir deyişle, demokrasilerde "siyasal iktidar" denilen ve yurttaş iradesiyle beliren devlet gücüne sahip olanlar, rejimin kuralları içinde kendi dilediği siyaseti izlerler; başarısız kalırlarsa yine yurttaşlar tarafından değiştirilir.
Türk Devriminin başlangıcından beri çoğulcu bir yapının kurulmasına özen gösterildi. Mustafa Kemal Paşanın en büyük amacı, ilkönce her bakımdan tam bağımsız bir devleti bütün kurumlarıyla sağlam bir biçimde yaşama geçirmekti. Bu devlet, kalıcı ögesini doğrudan doğruya ulusa dayanmasıyla bulacaktı. İşte "ulusal egemenlik" denilen kural, bu niteliği yerleştirmek için gereken en önemli temeldir. Eğer siyasal iktidar ulus tarafından belirlenmez ise, kişinin özgürlüğü sözde kalır. Zira bu iktidar ulusun içinden değil, dışından çıkmaktadır. Ulusun dışından kaynaklanan iktidar ilk planda kendi önceliklerini gerçekleştirmek amacındadır. Öyle ise, Türk Devriminde yapılacak ikinci önemli iş, ulusun sahip olduğu egemenliği sınırsız bir biçimde kullanabilmesi, ona ortak başka hiçbir güç kabul etmemesidir.
Kurtuluş Savaşını başlatan TBMM oldu. Bu Meclis "kayıtsız-şartsız" egemenliğe sahip Türk Ulusunu temsil eden tek makam olmalıydı. Ama, bildiğiniz gibi, binlerce yıl monarşik rejimlerde yaşamış ulusa ve onu temsil edenlere bu gerçeği iyice belli etmek gerekti. Ulusal egemenlik ilkesi iyice yerleştikten sonra, demokrasinin gereği olan çoğulculuğa geçilebilirdi. TBMM'nin kuruluşu ve adım adım bilinçlenmesi, bu yolla zafere giden yolu açması, yukarıda belirttiğimiz gelişme sürecinin yürümesi açısından çok olumlu işaretlerdi. Ama, 1922 yılı sonbaharında, zaferi kazanan TBMM'nin bir bunalıma doğru sürüklendiğini görüyoruz. Bunun sebebi ne olabilir? Kişisel bazı önemli çekişmeleri bir yana bırakırsak, şu tanıyı koyabiliriz: TBMM ile kurulan rejim henüz tam bir kimliğe kavuşmamıştır.
Bu bunalımın nedeni bir geçiş dönemi içinde bulunulmasıyla açıklanır. Bildiğiniz gibi bugünkü devletimiz bir "Cumhuriyet"tir. Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Bu devlet biçimi genellikle ulus egemenliğine dayanır. Bu devlet biçiminde temel ilke, devletin başkanı ile en üst yöneticilerinin seçim yolu ile işbaşına gelmeleridir. Bu sistemin kurulduğu her devlet biçimi mutlaka demokratik olmak özeliği taşımaz. Bildiğiniz gibi bu rejimde egemenlik kayıtsız-şartsız ulusundur. Seçimle iş başına gelen TBMM ulus adına egemenlik hakkını kullanır. Ama 23 Nisan 1920'de bu esas üzerinde kurulan devletin bir başkanı yoktur. Gerçi TBMM'nin bir başkanı vardır; ama o, devletin değil, bir kurumun başkanıdır. Halbuki hiçbir devlet başkansız yaşayamaz. Devleti temsil edecek, yürütme gücüne yön verecek, yasaları yürürlüğe sokacak, ulusun birliğini simgeleyecek bir kişiye her devlette ihtiyaç vardır.
Saltanat kaldırılıncaya kadar, pek çok kişi, bu arada önemli sayıda milletvekili için padişah devletin doğal başkanı idi. Hatta, TBMM baş amaçlarından biri olarak "padişahı kurtarmayı" da benimsemişti. Ulusal egemenlik ilkesi ile bağdaşmasa da Saltanat varlığını sürdürürken, bir devlet başkanı sorunundan söz etmek yersiz gibi görülüyordu. Mustafa Kemal Paşa TBMM'nin Başkanı, sonra da aynı zamanda Başkomutan olarak bir çeşit devlet başkanı gibi davranıp, bu boşluğu doldurmayı başarabiliyordu. Ama her şeye rağmen O, bir devlet başkanı değildi. Hele saltanatın kaldırılmasından sonra bu boşluk iyice bir sorun haline geldi. Bir yandan Lozan'da barış görüşmeleri sürerken, bir yandan da rejimin içinde belli bazı aksamalar göze çarpmaya başlıyordu.
CUMHURİYETİN İLANI
Büyük Zaferden Sonra Siyasal Gelişmeler
Başkomutan ve yakın çevresi, kazanılan büyük zaferin siyasal alandaki ürünlerini almak için var güçleriyle çalışırlarken, savaş bittiği için rahatlamış olan TBMM'de güçlü bir karşıcalık (muhalefet) belirmeye başlamıştı. Gazi'ye karşı olan, ama bunu tam olarak ifade edemeyen pek çok İkinci Grup milletvekili, şimdi, özelikle Halife ve Saltanat yanlısı önemli bazı İstanbul gazetelerinin de desteği ile amansız bir mücadeleye girişmişlerdi. Bu karşıcalığın ana düşüncesi şuydu: Gazi Mustafa Kemal Paşanın işi bitmişti. Askerlik sanatının gereğini yerine getirmiş ve yurdu kurtarmıştır. O'nun artık yapabileceği bir şey kalmamıştır. Bir köşeye çekilmeli; politikaya karışmamalıdır. Bu düşünceye sahip olanlar arasında öyle aşırı ve insafsız düşünenler vardı ki, bunlar Gazi Mustafa Kemal Paşanın bir daha milletvekili seçilip Meclise gelmemesi için bir yasa önerisi bile hazırlamışlardı. 2 Aralık 1922'de Meclis'te görüşülen bu öneride, milletvekili adayı olacakların, Türkiye'nin o günkü sınırları içinde doğmak veya belli bir yerde en aşağı beş yıl sürekli oturmuş bulunmak koşulunu taşımalarını öngörmüşlerdi (Bu öneriyi verenler: Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Selahattin ve Canik Milletvekili Emin). Bu yasa önerisinin doğrudan doğruya Gazi Mustafa Kemal Paşayı hedef aldığı belli idi. Çünkü O, gençliğinden beri cepheden cepheye koşmuş ve hiçbir yerde sürekli olarak beş yıl oturamamıştı. Kaldı ki doğum yeri Selanik de artık sınırlarımızın dışındaydı. Gazi Mustafa Kemal Paşa bu öneri üzerine Meclis'te çok hazin ve o derece sert bir konuşma yapmıştı. Öneri hemen reddedildi. Ancak bu olay Gazi'ye karşı olanların ne kadar aşırı gidebileceklerini göstermektedir. Gerçekten, Gazi'ye karşı muhalefet, O'nun kurulu düzeni değiştirme amacına sahip bulunmasından kaynaklanıyordu. Hele saltanatın kaldırılmasından sonra rejimin nasıl bir nitelik alacağı tartışılıyordu.
Halbuki Gazi Mustafa Kemal Paşa, kendine çizdiği stratejinin sadece ilk perdesinin kapandığını biliyordu. O'nu yeni görevler bekliyordu. Kurtarılan yurt kalkınmaya, gelişmeye, ilerlemeye muhtaçtı. Yüzlerce yıl denenmiş modellerle bu hedefe ulaşılamazdı. Gazi Mustafa Kemal Paşa, kendisine bilinçli veya bilinçsiz bağlı bir avuç aydınla bu yeni mücadelesini yürütecek ve hedeflerini halka benimsetecekti. Bu amaçla Başkomutan'ın zaferden sonra yurt içinde uzun yolculuklara çıktığını görüyoruz. Her gittiği yerde ulusal egemenliğin öneminden, çağdaşlaşmak gereğinden söz ediyordu. O, anlaşılıyor ki halka, bir siyasal kültür aşılamak istiyordu. O'nun bu yolculuklarında yaptığı konuşmalar çok önemlidir ve dikkatli bir gözlemci bu sözlerden yepyeni, devrimci bir dönemin başladığını anlayabilir.
Dostları ilə paylaş: |