Geniş anlamı ile düşünülecek olursa, özellikle yükseliş döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda oldukça ileri düzeyde bir devletçilik vardı. Bu devletçiliğin ölçüleri bugünkü anlayışımızdan da ileri giden bir nitelikteydi: Toprak ilke olarak devletin malıdır. Devlet, memuru olan sipahisi eliyle toprağın işletilmesini denetler. Meslek ordularının dünyada henüz bilinmediği zamanlarda sadece Osmanlılar her yönü ile merkezi devlete sıkı sıkıya bağlı düzenli ve sürekli bir askeri güç kurdular [bu konuda da dünyaya örneklik ettiler]. Bu büyük askeri gücün donatımı devlet , temel gereksinmeleri ise Yine devletin üretim merkezleri tarafından sağlanırdı. Ticaret ve özellikle o zamanın sanayisi sayılabilecek el sanatları en sıkı biçimde devlet denetimi altına alınmıştı. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.
Böylesine geniş bir devletçilik uygulamasının, Osmanlı İmparatorluğunu yücelten ögelerin en başında geldiği de belirtilmelidir. Ama ne var ki Batı’daki bilimsel ve teknik gelişmeler Osmanlı kültürüne girmeyince ve ardından çok uzun süren bir ekonomik bunalım dönemi başlayınca söylediğimiz devletçilik anlayışında gerileme ve zayıflama evresine girildi. Devlet, toplumun çeşitli kesimleri üzerindeki denetimini yitirdi. Toprak sistemi bozuldu ve ardından çöktü. Ordu yozlaştı. Ticaret yabancıların eline geçti. El sanatları söndü. Devlet bu arada yeni ortaya çıkan gereksinimlerin giderilmesini de yerine getiremedi: Bilim ve eğitim işleri tam anlamıyla başıboştu. Sağlık işleriyle uğraşılmadı. Kapitülasyonların da etkisiyle iyice bozulan ekonomi kesimi ise hemen hemen bütünüyle devletin dışında kaldı. Devlet adamları 19. yüzyılda eski görevlerine yeniden sahip çıkmak ve yeni kesimlere de el atmak gereğini duydu ise de, derslerimizin başında okuduğunuz çeşitli nedenler bu alanlardaki girişimlerin başarılı sonuçlar vermesini önledi.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Devletçilik
Ulusçuluk ve halkçılık ilkelerine dayanan bir devlet oluşunca, yapılacak ilk işlerden biri de, yeni ve modern ölçüler içinde, geniş anlamda devletçiliği kurmaktı. Zira özellikle "halkçılık" ilkesinin uygulanması için devletin çeşitli düzenlemelerinden kaçınılamazdı. Bu nedenle her şeyden önce devlet asıl temel görevlerine, yani "halka eğilmeye" ilke olarak yeniden sahip çıkmalı, sonra da yurttaşın yücelmesi ve mutluluğu için toplum yaşamının çeşitli kesimlerine doğrudan doğruya veya dolayısı ile müdahale edilmeliydi. Bu çok önemli iş, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasından itibaren devlet geleneğimize yaraşır biçimde, büyük bir ciddilik içinde yürütülmüştür. Bu bakımdan daha Cumhuriyete geçmeden önce devletçilik anlayışı gelişmeye başlamıştı. Zaferden sonra ve Cumhuriyet de kurulunca, Türk Devleti gücünü, biri dışında, her alanda çok etkili biçimde duyurma yoluna girmiştir.
Devletin bu gelişmesi sırasında ekonomi alanına da bazı müdahalelerde bulunuldu:
Aşar vergisinin kaldırılması;yabancı işletmelerin satın alınması;devlet eliyle ulaşım işlerinin, özellikle demiryollarının, düzenlenip yaygınlaştırılması gibi. Ama devlet pek çok alanda gösterdiği kararlı müdahaleyi ekonomi alanında tam olarak gösterememişti; bilinçli bir ölçü koyamamıştı. Bunun nedenlerini biliyorsunuz.
Kısaca belirtmek gerekirse: Ekonomi alanında, özellikle sanayileşmede özel girişime olanaklar tanınması kararlaştırılmıştı; bu konuda özendirici önlemler de alınmıştı. Ama, ekonomi alanında özel girişimin bilgi ve sermaye birikimi hiç denilecek derecede azdı. Yurdun ise öncelikle sanayileşmeye gereksinimi vardı. İşte yukarıda sözünü ettiğimiz "alan" budur. Devlet 1931 yılına kadar ekonomi alanında kendini tam olarak duyuramamıştır. O yıldan itibaren ekonomik devletçilik görüşü benimsendi ve uygulamaya konuldu. Devlet önemli bazı alanlarda üretimi doğrudan doğruya kendisi gerçekleştirecekti; para ve kredi işleri düzen ve denetim altına alınacaktı; planlı sayılabilecek bir ekonomi uygulamasına geçilecekti. Bu türde bir ekonomik devletçiliğin o zamanın koşullarına göre çok başarılı sonuçlar verdiğini de biliyorsunuz. Ama, ekonomik yaşam her gün değişik koşullar altında biçimlenir durur. Bu nedenle ekonomik devletçiliğin de bu koşullara göre değişmesi doğal bir tutumdur. Konu bu yönüyle ve hele günümüzde serbest piyasa ekonomisi ilkesi ışığı altında yeniden tartışılabilir. Böyle bir çalışmayı ancak ekonomi uzmanları yapabilir. Konuyu burada irdelemek bu ünitenin içeriğine girmez. Yalnız şu kadarını belirtmekte yarar vardır: Devlet, ekonomik alanda da varlığını en liberal rejimlerde bile duyurmaktadır. Devlet, para ve kredi işlerini ayarlar; kendi ekonomisini canlandırmak için gümrük siyasetleri çizer; özgür girişimciliğe belli konularda sınırlar koyar. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri gibi en liberal ekonomiye sahip bir ülkede bile devlet dışalıma kotalar koymakta; üretim alanlarında özel girişimin tek elde toplanmasını, tröstçülüğü yasaklamaktadır. İşte bu da Amerikan ölçülerine göre "devletçi" bir tutum sayılabilir. Demek istediğimiz şudur: Ekonomik devletçiliğin ölçüsü serbest piyasa koşullarına göre azalabilir; ama bu alanda da devlet müdahalesi hiçbir zaman sıfıra inmeyecektir. Bu konudaki görüşleri özetledikten sonra şimdi Atatürk’ün devletçilik anlayışının açıklanması bahsine geçebiliriz:
Atatürk’ün Devletçilik Anlayışı
Atatürk’ün devletçilik anlayışını hem geniş açıdan hem de ekonomi bakımından ayrı ayrı değerlendirmek gerektir. O, bu ayrımı gerçekten yapmıştır. Atatürk’e göre devletin çok önemli görevleri vardır.
Yurdun savunulması, asayişin sağlanması için "sıhhati yerinde, gürbüz, anlayışları, milli hisleri, vatan muhabbetleri (sevgileri) yüksek yurttaşlar" gereklidir. İçte ve dışta devletin işlerini görecek üstün yetenekte yurttaşlara gereksinim vardır. Yurttaşlarda devletin yasalarına uyma duygularının bulunması gerektir. [Bu son derece önemli bir özelliktir ve modern devletin yurttaşın "yasaya uyma" görevini zora değil "duyguya" dayandırması esasına son derece uygundur. Böylece Atatürk’ün hukuku ne kadar kusursuz bir biçimde anladığı bir kez daha kanıtlanıyor]. devlet yurttaşların sanat ve mesleklerinde çağdaş ölçülere göre ilerlemesini sağlamak zorundadır [Çağdaş sosyal devlet anlayışı]. İşte bütün bu nedenler dolayısı ile devlet " yurttaşların tahsili, terbiyesi, sıhhati ile alakadar olmak mecburiyetindedir". Bütün bu sözlerden açıkça anlaşıldığı gibi, Atatürk geniş anlamda "devletçilik"in ölçüsünü koymuştur:Yurttaşın gelişmesi, yücelmesi için gerekli alanlara devlet müdahale edecektir, etmelidir. Ama bu eşitlik ve özgürlük esasına dayanan bir müdahale olmalıdır.
Atatürk bu Genel ölçüyü koyduktan sonra ekonomik devletçiliğe geçer. Bu konuda O, siyasal sistemi de hesaba katarak bilimsel bir ölçü koyar: Cumhuriyet içinde, demokratik bir rejimdeyiz. Demokrasinin esası insana değer vermektir. Her insan ayrı bir değer olduğu için demokrasi bireycidir (ferdiyetçidir). Bu rejimi kurup koruyabilmek için bireyleri, devletin düzeni ve kuralları içinde özgür kılmak gerektir. Bu nedenle birey ekonomi alanında da rahat davranmalıdır. Ama bazı ekonomi alanları toplumun bütününü doğrudan doğruya ilgilendirmektedir. Bugünkü deyimle bunlara "alt yapı" alanları diyebiliriz. Ayrıca bireyin o zamanki sermaye ve bilgi birikimini aşan alanlar da vardı: Şeker, dokuma, demir-çelik sanayileri gibi. Şimdi birey bunlardan birincisini kendisi yapamaz. İkincisini üzerine alabilmesi için de zamanın henüz gelmediğini 1930 yılına kadar olan denemeler göstermektedir. Bu nedenle her iki alanı devlet zorunlu olarak kendi üzerine alacaktır. Ayrıca, devlet olmanın gereği, diğer alanlarda da gözetim ve denetim etkinliğini sürdürecektir ki bu zaten, bugüne kadar en serbest ekonomilerde bile görülen bir özelliktir. Bireye bırakılan ve devletin yüklendiği ekonomik alanlarda akılcı bir ayrım yapılmalı, bilimsel bir sınır çizilmelidir. Atatürk bu son noktada birey ile devletin durumlarını ayrı ayrı inceleyerek her iki tarafın amaçlarının bağdaştırılması gereğini vurgulamaktadır. İşte bu görüşlerin uygulamaya geçirilmesi 1931 yılında başlayan ekonomik devletçilik anlayışını getirdi.
Atatürk geniş anlamıyla devletçidir. O’na göre gereken konularda devlet yurttaşla ilgilenmek zorunluluğundadır. Ekonomik alanda ise Atatürk’ün görüşü esnektir. Atatürk bu bakımdan katı bir devletçilik ilkesi koymamıştır. Fakat devletin ağırlığını bu alanda da göstermesi ve düzenleyici-denetleyici etkisini gerektiği zaman göstermesini istemiştir. Öyle ise O’nun ekonomik devletçiliği değişen zaman ve koşullara her zaman uyabilir.
HALKÇILIK VE DEVLETÇİLİK ARASINDAKİ İLİŞKİ
Bütün Atatürk ilkeleri birbirine bağlıdır. Birini kaldırırsanız, Atatürkçü düşünce zedelenir, hatta çökebilir. Ancak halkçılık ile devletçilik daha yakından birbirlerini tamamlıyorlar. Halkçılıkta esas, devletin halka ait olmasıdır. Öyle ise devlet halkındır ve halkın dertleriyle ilgilenecektir. Halkın geleceği, mutluluğu için, Yine halka ait olan devlet gereken önlemleri alır. Her iki ilke de adları değişik bile olsa Türkiye’mizde günceldir ve anayasal düzenimizin temelleri arasındadır. Anayasamızın "değiştirilemez" türden ilkelerini içeren 2. Maddesini bir kez daha anımsamakta yarar vardır: "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir".
"Toplumun huzuru", "milli dayanışma" ifadeleri halkçılık ilkesinin başka bir deyişle belirtilmesidir. "Sosyal bir hukuk devleti" olmak ise, devletin "toplumu" yani halkı ilgilendiren konularda etkin ve etkili olması gerektiğini gösteriyor. Buradan da geniş anlamıyla devletçilik ilkesi çıkar. Hele Anayasamızın 41 - 65. maddeleri arasında yer alan "Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler" bölümü her iki ilkenin neredeyse somutlaştığı bir hukuksal bütün sayılabilir.
Atatürk İlkeleri (5) / Laiklik -27
LAİKLİK KAVRAMI VE DÜNYADAKİ YİNEL TARİHSEL GELİŞİMİ
Resmi metinlerde "laik" olarak yazılmaktadır. Dilimize Fransızcadan geçmiştir. Fakat kökeni eski Yunancadadır. Bu dilde "Laikos", "halka, kalabalığa ait" demektir. Sözcük, Ortaçağ Avrupa’sında "din işleriyle ilgisi bulunmayanlar" yani rahipler ile onlara meslek açısından yakın olanlar dışında kalanlar anlamını kazandı. (Batı illerinde laik sözcüğü, günlük kullanımda "belli bir uzmanlık alanı dışında kalan" anlamını içeriyor. Örneğin, hekimlerden söz ediyorsak, bu meslek dışındakilere "laik" diyoruz. Batı dillerindeki bu anlam sözcüğünün aslının çizdiği kavrama uygundur. Böylece "laik" bizim alanımızda "din hizmetlileri dışında kalanları" belirten bir sözcük durumunu almıştır.) Kavram böylece doğdu ve giderek ağır bir süreç sonunda siyasal bir niteliğe büründü. Bu niteliği ile laiklik bir devletin temelini ve hukukunu dine dayandırmaması anlamını aldı. Laiklik kavramının düşüncelerde aldığı bu gelişme üzerinde pek çok ünlü filozof daha derin incelemelere daldılar. Bu hareket özellikle 17.yüzyıl sonundan itibaren iyice hız kazanan büyük bir bilimsel etkinlik durumunu aldı. Zira Batı’da, Kilisenin bin yıla yakın bir süre devlet ile içiçe bulunması her alandaki gelişmeleri ağırlaştırmış, hatta bazen köstekleyip engellemişti. Reform hareketinden sonra düşüncelerde doğan siyasal nitelikteki laiklik kavramının ortaya çıkış nedeni budur. Başka bir deyişle, bizim anladığımız biçimiyle laiklik, kiliseye karşı duyulan çok şiddetli bir tepkinin belirtisi olmuştur. Batı’da devleti kiliseden arındırmak için uzun ve zahmetli bir gelişme gözlenir. Düşüncelerde giderek kökleşen laiklik hukuksal bakımdan ilk biçimini Amerika Birleşik Devletleri Anayasasında (1787) bulmuş, ama asıl şiddetli ve hızlı gelişimine birkaç yıl sonra çıkan Fransız ihtilali ile girmiştir.
Din ile devlet arasında kesin bir çizginin çekilebilmesi için her şeyden önce tam bir vicdan özgürlüğüne gereksinim vardır. Din ve vicdan özgürlüğü bugün artık vazgeçilmez en temel haklardan biri olarak görülüyor. Ama sadece gerçek demokrasilerde bu özgürlükten söz edilebilir. Bu hak bir toplumda yoksa veya sınırlı ise din-devlet ayrılığı da söz konusu olamaz. Zira din özgürlüğünü yurttaşlarına tanımayan bir devlet, mutlaka belli bir dini diğerlerine göre daha fazla desteklemekte, ona dayanmaktadır. Bunun sonucu da yurttaşı o dinin gereklerine göre davranmaya çağırmaktır. Bu durumda doğaldır ki din-devlet ayrılığından söz edilemez. Ama bir toplumda eğer din ve vicdan özgürlüğü kesin olarak yerleşmişse işte o zaman devletin laik bir yapıda olduğunu belirtmek mümkündür. Böyle bir düzende devlet hiçbir dini, bir başkasına karşı tutmamakta veya temelini o dine dayandırmamakta, yurttaşları bu konuda serbest bırakmaktadır. Dünyada insan haklarına dayanak olan esaslar bir bütün olarak ilkönce Fransız ihtilali sonucu oluşan siyasal yapılarda görüldü. Bu haklar demeti içinde din ve vicdan özgürlüğü de yerini almıştı. Fransızlar yeni düzenlerini kurarken dini devlet işlerinden mümkün olacak ölçüde uzaklaştırmışlardır. Böylece Avrupa’da kilise egemenliği siyasal alanda kesinlikle sona erme yoluna girdi. Demek ki laiklik de o büyük olayın, yani Fransız ihtilalinin getirdiği çok önemli yeniliklerdendir. Şimdi bu gelişmeye kısaca göz atalım:
19. Yüzyıl ortalarına kadar, iki yüz yıl kadar önce başlayan özgür düşünce akımlarının etkisi Fransız devriminin etkisiyle yayılmaya başlamıştır. Böylece bazı devletlerde laiklik ilkesi bir ölçüde yerleşmeye başladı. Ama tam ve her yerde aynı kalıplar içinde uygulanacak bir laiklik modeli ortaya koymak olanaksızdır. Laiklik din ve devlet gibi çok önemli iki toplumsal kuruma dayanır. Bildiğiniz gibi, her toplumda din ve devlet anlayışları değişiktir. Hele din anlayışındaki değişiklikler çok daha önemli farklılıklara dayanırlar. Bir dinin aynı mezhebi bile değişik yapılı bir toplumda diğerlerine göre başka türlü uygulanabilir. Bundan dolayı din ile devlet arasındaki ilişkilerin ne ölçüde sınırlanması veya kesilmesi her toplumun kendi anlayış ve geleneklerine göre değişmektedir. Bütün bu açıklamalar şu soruyu da zihinlerde uyandırmış olmalıdır: Laiklik gerekli bir devlet temeli midir? Bu konuyu tartışmak yerinde olur.
Bu kısa tartışmaya başlamadan önce "din" olgusu üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü laiklik kavramı din ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Dinler, insanların yaşam üzerinde düşünmeye başlamalarıyla doğmuşlardır. Sonsuzluktan gelen insanın dünyada bir süre yaşadıktan sonra yok olup gitmesindeki sır bir türlü açıklanamamıştır. Bu açıklanamamazlık insanın aklını kullanmaya başlamasından itibaren ona büyük bir ürküntü hatta korku verdi. İnsan aklını kullanarak pek çok sorunu çözüyor, ilerliyor, ama yaşamın ve ölümün esrarını açıklayamıyordu. İşte dinlerin temelinde bu korku, kuşku yatar. İnsanlar ilk zamanlar yaşamı ve ölümü doğa güçlerine bağlamışlardı. Kendilerine yaşama hakkı verdiğine ve kaderleri üzerinde etkili olduğuna inandıkları bu güçlere tapmaya başladılar. Bu tapınma işi toplumsal bir zorunluluk durumuna geldi. İnsanlar her toplumsal ilişkide olduğu gibi, taptıkları ile kendileri arasındaki ilişkiler için hemen kurallar koymaya başladılar. İşte bu kuralların oluşturduğu demet, "din" denilen toplumsal kurumu ortaya çıkardı.
İnsanın gelişmesi dinlere de yansıdı. Doğa güçlerinin yerini ilkönce "ölümsüz, üstün nitelikli" sanal insanlar veya başka yaratıklar aldı. Böylece çok tanrılı dinler doğdu. (İlkçağlar'da çok tanrılı dinlerin ortasında tek Tanrılı Museviliğin doğuşu ama sadece tek kavim içinde kalıp yayılmaması son derece ilginç bir olaydır.) İnsan giderek soyut tek tanrı düşüncesine ulaştı. Doğuş sırasına göre Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık tek ve soyut bir Tanrı inancına dayanan dinlerdir en gelişmişleridir. İşte bu tek tanrılı dinler tam anlamıyla birer büyük toplumsal kurum haline gelmişlerdir. Bu dinler, bireyleri kavrayışları, katı kuralları ile insanları bağlayışları nedeniyle tarihin en önemli ve uzun dönemlerinin oluşmasında en büyük rolü oynamışlardır.
Bilimsel ve teknik gelişmelere rağmen dinler, insanları bir ölçüde ferahlatma, "bilinmeyen" karşısında daha cesur kılma özellikleri ile günümüzde de en önemli toplumsal kurum olma özelliklerin sürdürmektedir. Din, insani bir gereksinimdir. Bu inkar edilmez bir gerçektir. Ama bir başka gerçek daha vardır: Hiçbir din doğrudan doğruya akıl ve bilim yöntemleri ile kendi kurallarını açıklayıp kanıtlayamamıştır. Bu da dinlerin hepsinde ortak olan en önemli özel iğidir. Dinde dünya ötesi kavramlara ancak "inançla" erişilebilir. Bu nedenle dinlerin en büyük temeli inançtır. Öyle bir inanç ki, doğruluğu peşin kabul edilir; yanlışlığı hiçbir biçimde ileri sürülemez. İşte dinlere karşı yöneltilen en esaslı eleştiri de bu noktadan kaynaklanıyor. İnanç kanıtlanmaz ise her kişiye göre değişir. Bu durumu ile inanç insanın yalnız iç dünyasını ilgilendirir. Somut ötesi kavramları herkes kendi görüşüne, inancına göre değerlendirir. Bir din, toplumun bütün bireylerini kendi inanç kalıpları içinde davranmaya zorlarsa, o zaman toplumda ilerleme olanakları yok olur ve donma tehlikesi başlar. Ortaçağ bu tehlikenin gerçekleştiği en önemli zaman dilimidir. Dinlerin temelinde yalnız inancın bulunması, bir dinin anlayış biçimlerini bile farklı kılabilir. Zira din kuralları yorumlanarak değişik uyguluma tarzları ortaya çıkabilir. İşte mezhepler böyle doğdular. Mezhepler bütün dinlerde vardır. Bazen aynı dinin çeşitli mezheplerinin mensupları birbirlerini "düşman" olarak dahi gördüler. Hangileri haklıydı? Bilinmez! Bu anlamsız ve kanlı düşmanlık açıkça gösteriyor ki, insanların inançlarına karışmamak en iyi yoldur. İnançlı bir Müslüman la inançlı bir Hıristiyan’ın, eğer inançları sağlamsa, dinlerinden vazgeçmeleri mümkün değildir. İnanç öylesine karışık bir duygudur ki, aynı dinin aynı mezhebi içinde bile değişik düşünenler bulunur ve işin en ilginç yanı bunların hepsi "en doğrunun" kendi inançları olduğunda birleşmişlerdir.
Devletlerin temelleri binlerce yıl dine dayandı. Her devlet, içinde yaşayanları kendi dinine göre yönetti. Hükümdarlar egemenliklerini dinden aldıklarını ileri sürdüklerinden, yönetimlerinin de o dine göre biçimlenmesinden kaçınılamazdı. Böylece dinler giderek toplumsal özelikleri yanında siyasal nitelikler de taşımaya başladılar; siyasal kurumlar durumuna da eriştiler. Asıl işlevleri bir yana bırakıldı. Yönetimde çok büyük ölçüde söz ve yetki sahibi olan din adamları da katı kurallar ile toplumu yönlendirdiler. İnanç esasları bakımından en akılcı din sayılacak Müslümanlıkta da aynı olay gözlenmiştir. Hatta, Müslümanlıkta "din adamı" yani ruhbanlık mesleği olmadığı halde "ulema" [din bilginleri] Batı’daki ruhban sınıfının yerini tutmuştur. Toplumdaki gelişme isteği böylece donmuş kalıplara dökülüyordu. İşte devlet yönetimi içinden dinin çıkartılması, bu bakımdan hayırlı, büyük bir gelişme sayılmalıdır. Fakat burada da Yine önemli bir noktaya değinmek gerektir: Laiklik, devletin dine karşı cephe alması değildir. Din, çok önemli bir toplumsal kurumdur; inkar edilmez bir gerçektir. Bu gerçeğe karşı gelen devlet, laikliğin özü olan "vicdan özgürlüğü"nü de yok etmiş veya yozlaştırmıştır. Bu durumda laiklikten söz edilemeyeceği gibi, demokrasinin de o devlette varlığı silinmiştir. Öyle ise, laikliğin amacına uygun bir biçimde yarar sağlayabilmesi için devletin din temeline dayanmaması yanında, yurttaşın inancına karışmaması ve kimseyi de karıştırmaması gerektir.
TÜRKİYE’DE LAİKLİK
Eski Türklerde Din ve Vicdan Özgürlüğü
Daha henüz Müslümanlaşmadan önceki dönemlerinde Orta Asya’!da yaşayan Türkler çeşitli dinlere girmişlerdir Bu dinler arasında özellikle Şamanizm önemli bir yer tutmuştur. Bu dinin "kam" denilen hizmetlileri devlet işlerine karışmazlardı. Diğer yandan, Türklerin ana yurtları olan Doğu ve Batı Türkistan’da kurulmuş çeşitli Türk hanlıklarında zamanına göre çok ileri sayılacak din özgürlüğü vardı. Aynı devletin aynı kökten gelen yurttaşları değişik dinlere bağlı olarak bir arada ve barış içinde yaşamışlardı. Kimse, kimsenin dinine karışmazdı. Türklerin yanında Orta Asya geleneklerini sürdüren Moğollarda da aynı özellik vardı. Öyle ise eski Türklerin kurdukları devletler o zamanın ölçülerine göre laik sayılabilirler. (Bu konudaki en yetkin bir uzmanın görüşüdür. Bk: Sadri Maksudi ARSAL, Teokratik Devlet ve Laik Devlet, [Tanzimat adlı kollektif yapıtta], İstanbul 1940, s 72-76.)
Osmanlı Devleti’nde Durum
Bundan bin yıl kadar önce Türkler, eski dinlerini yavaş yavaş bırakıp Müslümanlığı kabul ettiler. Giderek bütün Türkler -bazı ufak istisnalar dışında- (Müslümanlığı benimseyinceye kadar Türkler bütün dinlere rahatlıkla girdiler. Fakat İslamlaşma başlayınca Türklerin yüzde doksanından fazlası bu dine mensup oldu. Bugün, İslamlıktan önce girdikleri dinleri koruyan ufak Türk toplulukları yaşamaktadır. Doğu Türkistan'da ve Moğolistan'da az sayıda Şamanist ve Budist Türk vardır [Moğolların ise hemen hepsi Budisttir]. Romanya ile Moldavya'da Hıristiyan Gagavuz Türkleri yaşamaktadır. 1923 yılına kadar Anadolu'da da sayıları tam bilinmeyen bir Hıristiyan Türk topluluğu yaşardı (Karamanlılılar adıyla anılırlardı. Kiliselerinde bile ibadetlerini Türkçe yapan bu Türkler "din esasına göre" düzenlenen Türk-Yunan nüfus değiş-tokuş dolayısı ile Yunanistan'a gönderildiler ve orada Yunanlılar tarafından çok kötü ve aşağılayıcı bir tarzda yaşamaya mecbur edildiler.) İslamlaştı. Yeni kurulan İslam-Türk devletlerinde eski laik yapı kaybolma yoluna girmişti.
Türklerin girdikleri eski dinlere göre son derece ileri ve etkileyici bir din olan Müslümanlık, sadece somut ötesi, tanrısal alemi değil, aynı zamanda bütün yaşam ilişkilerini de düzenliyordu. Bu alandaki kurallar da tanrısal nitelikli olduğundan onlara uymak gerekiyordu. Müslüman Türk sultanları İslam yurttaşların bu buyruklara uyup uymadıklarını denetlemek hakkına sahiptiler; bu aynı zamanda onlar için bir görevdi. Diğer yandan, bütün ileri dinlerde olduğu gibi, İslamlıkta da yayılma ülküsü vardı. Türkler böylece hem çok iyi Müslümanlar oldular, hem de sahip bulundukları askerlik ve yöneticilik yetenekleri dolayısı ile bu dini yaymada çok büyük hizmetler gördüler. Dinsel hoşgörünün giderek kaybolmasına rağmen Türkler, 15. yüzyıla kadar yönetimde ve yaşama geleneklerinde bir ölçüde serbest davranabilmişlerdir Özellikle Anadolu Selçukluları hiçbir İslam ülkesinde görülmemiş bir dinsel hoşgörüye sahiptiler. Osmanlılar da ilk zamanlarında bu mirası devraldılar.
Osmanlılar ileride dünyanın en görkemli imparatorluklarından biri olacak devletlerini kurarken ortaya çıkan sorunlara pratik çözüm yolları aramışlar, yararlı ve kalıcı sonuçlara ulaşmışlardır. Bu tür sonuçlara giden yöntemler uygulanırken dinsel kurallara sıkı sıkıya uymak zordu. Bundan dolayı ilk Osmanlı padişahlarının bazı durumlarda devlet yönetimi için rahatça kararlar aldıklarını görüyoruz. İşin ilginç yanı onları, kuruluş döneminin aydınlık düşünceli ulemasının desteklemesidir. (Osmanlı Devleti'nin yüzlerce yıl kalıcı olan ilk kurumlarının temelini atan Vezir Çandarlı Kara Halil İbrahim Paşa, İznik kadısı idi: yani ulemadandı. Onun gibi başka ulema da 15. yüzyıla kadar devlet yönetimine katılmışlardır.) Bu destek ile bazen açıkça Şeriat dışına çıkabilmişlerdir. Bu konuda önemli örnekler vardır. Bunların içinde en çarpıcı olanlarından biri İslam hukuku ile bağdaşması imkansız, hatta ona aykırı "devşirme" kurumunun Osmanlılarca bulunup bir devlet gereği olarak uygulanmasıdır. Yine bazı Osmanlı hükümdarları İslam ceza hukukundan sapan kurallar koymuşlardır. Öte yandan, Osmanlı Türkleri Müslümanlığın günlük uygulamasına sıkı sıkıya sarılmışlardı. İlk zamanların serbest devlet siyaseti ile bu sıkı bağlılık bir çelişki sayılabilir. Ama bir süre sonra bu çelişki kalktı. 16. yüzyılın ilk yarısından itibaren devlet, ölçüsü durmadan artan biçimde her bakımdan İslam esaslarına dayanılarak, son derece muhafazakar biçimde yönetilmeye başlandı. Kuruluş döneminde bazı önemli konularda gösterilen esnekliğe rağmen Osmanlı Devleti’nin o zamandaki yapısını da "laik" olarak nitelemek mümkün değildir. Zaten 18. yüzyıl sonuna kadar dünyada hiçbir laik devlet de yoktu. Bunu unutmamak gerektir. Osmanlı Devleti’ne dönersek, söylediğimiz bazı İslam dışı uygulamalara rağmen Müslümanların din özgürlükleri yoktu. Müslümanlar dinsel kalıplara sıkı sıkıya uymak zorunda idiler. O zamanın bütün devletlerinde görülen bu özellik, elbette Osmanlılarda da vardı. Yani devlet laik değildi. Buna rağmen 16. yüzyıla kadar önemli İslam dışı düzenlemelerin yapılması ilginçtir.
Osmanlı ülkesinde ehl-i kitap olup da, devletin egemenliğini kabul etmiş, Müslüman olmayan yurttaşlar vardı. "Zimmi" denilen bu yurttaşlar ise inançlarının uygulanmasında tam anlamıyla özgür bırakılmışlardır. Onların kendi dinsel örgütlerinin uygulamalarına, devlete zarar verilmediği takdirde hiç karışılmamıştır. Bu hoşgörülü davranışların zimmiler üzerindeki uygulamaları da çok gevşek biçimde denetlendiği için bu yurttaşlar giderek Osmanlı egemenliğinden kopma sürecine girmişlerdir.
19. yüzyılda yapılan önemli hukuk düzenlemeleri, devletin yapısında ayrıntıya ilişkin noktalarda bazı değişiklikler getirmiştir. İslam da yeterli kuralları bulunamayan ticaret, usul, ceza hukukları ve maliye gibi alanlarda dine bağlı olmadan düzenlemelere gidilmiştir. Fakat herhangi bir alan din kurulları ile düzenlenmişse oraya dokunulamıyordu. Bu nedenle devletin yapısal özelliğindeki dinsel ik sürüp gitmiştir. Bundan dolayıdır ki, bütün yenileşme çabaları Genellikle bütünüyle, bazen de bir bölümüyle olumsuz sonuçlanmıştır. 1876 yılında kabul edilen ve belli başlı temel hakları sınırlı da olsa tanıyan Anayasa’da Müslüman olmayanlara din özgürlüğü tanınırken, Müslümanlardan bu hakkın esirgenmesi, devletin dinsellik [teokratik] karakterinden sıyrılamayacağını da gösterdi.
Dostları ilə paylaş: |