Ayşe Bİlgen mazlumder



Yüklə 328,79 Kb.
səhifə3/4
tarix20.08.2018
ölçüsü328,79 Kb.
#73115
1   2   3   4

O Kara Gün

14 Temmuz 1959. O gün kara bir gündü. Başımıza geleceklerden habersiz dışarıya eğlenmek için çıktık. Hepimiz Türkmen kıyafetlerimizi giymiştik. Ben ve ablam birlikte eski köprünün üstüne geldik. Orada herkes neşe içinde eğleniyordu. Birdenbire ne olduğunu anlayamadığım, alkışların gürültüye dönüştüğü o anı hiç unutamıyorum. Herkes bir yerlere kaçıyordu. Ablamla ben olduğumuz yerde donup kalmıştık. Ablama baktığım o sırada gözyaş-larının sessizce yanaklarından aşağıya doğru indiğini gördüm. Şaşırıp kalmıştım. Ablam başını uzaktaki bir yere çevirmiş öylece bakıyordu. Ben de başımı kaldırıp baktım ki gördüklerim dehşet vericiydi:

Bir Türkmen çocuğun bir bacağını bir arabaya, diğer bacağını başka bir arabaya bağlayıp asfaltın ortasında sürüklüyorlardı. Bu arada çığlık ve ağlama sesleri o kadar çoktu ki, kulaklarımız sağır olacaktı. O gün binlerce işkenceye şahit oldum.

O anda bir adam benim üzerimdeki Türkmen kıyafetleri çıkarıp bana ceketini giydirdi. Kimse bizi görmesin diye kıyafetlerimizi köprünün altına attı. Bizi oradan uzaklaştırıp evimize götürdü. Ağabeyim de eve bitkin bir halde geldi. Her şeyi canlı canlı gördüm diye ağlıyordu.




Ağabeyim ağlamaklı anlatmaya başladı:

Muhtar Fuat’ın kızı Emel’i öldürdüler. Arabanın arkasında canını alana kadar sürüklediler.

O günlerde bütün Kerkük halkı aynı acıları yaşadı. Çoluk çocuk acımasızca katledildi. Her yeri kan kokusu sarmıştı. İnsanları kepçelerle toplayıp yeni köprünün altına atmışlardı. Yaşadıklarımız bir vahşetti.

Muhammed Çakmakçı kızı, Süreyya Salman




EVLATLIK
Eski sanayi bölgesindeki derme çatma evde sabahtan bir telaş başladı. Genç kadın erkenden kalkmış evin içinde dolanıp duruyordu. Sobanın yandığı odadan çıkıp soğuk koridora geçti. Yere serilmiş olan eski kilime bastığında ayaklarının üşüdüğünü hissetti.
Mutfak olarak kullandığı bölmeye geçti. Yer yine soğuktu. Musluğu açtı, çaydanlığa su doldurdu. Gözü küçük pencereye ilişti. Sokak bomboştu. Gökyüzü kapalıydı. Belli ki öğlen yağmur yağacaktı. Tam da bugün geleceklerdi Hüseyin’i götürmeye. Ama bu havada oğlu nasıl yola çıkardı ki?
Odalardan birinin kapısı açıldı. İçeriden genç bir erkek çıktı dışarı. Yanına kadar gelince seslendi:

“-Mona, oğlanı hazırladın mı?”

Kadın kaygılı;

“-Daha çok erken, biraz daha uyusun.”


Adam bıkkınlık belirten bir şekilde başını salladı. Sonra koridorun bir ucundaki tuvalete yöneldi. Mona da küçük bir tepsiye beton tezgahın üzerinde duran siyah zeytini, üzerinden yenildiği için ekmek kırıntılarıyla kaplı beyaz peyniri ve şekeri koydu. Kirli beyaz badanalı duvarda asılı duran poşetten bir ekmek çıkardı. Sonra kaynayan çayı demledi. Bir süre sonra su bardaklarına çayı doldurup tepsiyle odaya geçti.
Sobanın ılıttığı odada yerde serili şilte üzerinde iki yaşlarında bir çocuk olan küçük Hüseyin uyuyordu. Çocuk ara sıra kuru bir şekilde öksürüyor, öksürürken bir o yana bir bu yana dönüyordu. Adam önündeki tepside duran çayı alıp bir yudum içti. Sonra Hüseyin’i göstererek,

“-Bu senin için çok zor ama, bir düşünsene doktora götürecekler. Okula da gidecek, çocuğun hayatı kurtulacak. Sonra koşullar iyileşince yeniden isteriz, belki başka çocuklarımız olur.”


Kadın kırgın kırgın adamın yüzüne baktı. Hayatta bu adamdan başka kimsesi yoktu. O da oğlunu kendinden ayırıyordu. Haklıydı, çocuk kendileri ile birlikte perişan oluyordu. Çocuğun bir kimliği bile yoktu. Aslında kendilerinin de kimliği yoktu. Üç kayıp hayattı yaşadıkları. Sakin olmalıydı. Gelenler ona çok iyi bakacaktı biliyor-du.
Adam bir iki lokma yedikten sonra ayağa kalktı. Serinkanlı bir sesle;

“-Birazdan gelirler artık uyandır” diyerek odadan çıktı. Üzerine soluk siyah bir mont giyip evden ayrıldı.


Mona çocuğun yanına diz üstü çöktü. Doğum yaptığı günü hatırladı. Sancı, acı ve sevinç. Oğlunun ağlama sesini duyduğunda hüzünle karışık bir mutluluğu yaşamıştı. Sürgün bir hayata doğmuştu Hüseyin. Bir neşeydi, mutluluktu lakin, gün be gün arttı yoksullukları, yalnızlıkları. Kadın kaçıp gelirken ülkesinden hesaba katmamıştı hiç yaşadıklarını. Bir sığınaktı adam onun için. Fırtınanın, boranın zaman zaman uğradığı. Aldırmazdı kadın küfürlü sözlerine, dayağa. Hüseyin’e sarılır ağlardı içli içli. Bebek yüreğinin sevgi atışlarını dinlerdi öylesi zamanlarda. Zamanla kasırgalar başladı yuva bildiği dört duvar arasında. Çaresizdi, yalnızdı. Sustu kadın, hep sustu.
Bir gün adam bir haber getirdi. Diyordu ki;

“--Sana kötü davrandım. Ama ben de çaresizim. Sizi kurtaracak gücüm yok. Hüseyin’i bari kurtaralım”. Anlamamıştı, oğlunu nasıl kurtara-caktı. Ta ki yanında iki kişi ile gelene kadar. Bir kadın; orta yaşlarda ve bir adam; gözlüklü kır saçlı. Evlat sahibi olmak istiyordu ikisi de. Hüseyin’i görünce kadının yüzünde güller açmış-tı. Erkek sevecen.

“Olmaz, oğlumu vermem!” diye haykırdı onlar gittiğinde.
Adam;

“-O zaman o da bizimle çürür bu çöplükte. Hem bize para da verecekler.”

Kadın yıkılmıştı. Para, çöplük, oğlu. Ne ağır bir imtihandı yaşadığı. Kaçmak istemişti ama gidecek bir yer bulamadı. Kendisine acıdıkça zavallı hissetti, çaresizliği arttı.
İşte geleceklerdi bugün. Alıp gideceklerdi oğlunu. Parayı almıştı adam. Pazarlığı bozarsa sonu ölümdü. Yaşamak, bundan sonra neye yarardı ki?
Mona oğlunu alnından öptü. Küçük çocuk kömür gözlerini açtı. Gülümsedi. Kadın yataktan çıkarıp kucağına aldı onu, bağrına bastırdı. Sonra üşümesin diye elinde tuttuğu hırkayı giydirdi. Tekrar bağrına bastı. Konuşmak zordu bugün. Boğazı düğüm düğüm. İdam sehpasında bir kadın. Birazdan kayacak ayağının altından yer. Birazdan yıkılacak dünya.
“-Sana çay koymamı ister misin?”

Çocuk kafasını evet anlamında salladı. Mona çocuğu yatağın üzerine bırakıp sobanın üzerin-deki çaydanlıktan çocuk için açık bir çay doldurdu. Sonra odadan çıktı. Geri döndüğünde elinde yarım paket bisküvi vardı. Çocuk bisküviyi görünce sevindi. Özel bir gün olmalıydı bugün, annesi bisküvi verecekti ona. Tepsiye koydu, çocuğu kucağına alıp sobanın yanına oturdu. Paketten çıkardığı bisküvileri çaya batırıp çocuğa tutmaya başladı. Çocuk bu kahvaltıdan zevk almış gibiydi. Bu arada kapı vuruldu. Kadın çocuğu yere bıraktı. Odadan çıktı. Koridoru geçip sokak kapısına giden çıplak merdivenleri indi. Kapıyı korka korka açtı. Onlar gelmişti.


Gözlüklü adam ve kızıl saçlı orta yaşlardaki kadın yukarı çıktı. Odaya girdiler. Güller açtı yine yüzlerinde. Mona’nın yüzü hazan. Gözlüklü adam söze başladı:

“-Çok fazla vaktimiz yok. Çocuğu hazırlarsan iyi olur.”

Kızıl saçlı kadın;

“-Onu görmek istersen kocana söyle adresimizi biliyor.” dedi. Mona karanlıkta kalmıştı. Güneşi göremiyordu. Hüseyin’e sarılmış, tek kelime etmiyordu. Gözlüklü adam bir iki defa öksürdükten sonra;

“-Gerçekten vaktimiz dar. Biraz acele et!”
Mona komut verilmiş bir robot gibi çocuğu bıraktı. Kapının ardındaki çiviye asılı duran küçük kırmızı montu getirdi. Oğluna giydirdi. Başı öne düştü. Bir el hissetti omzunda. Kızıl saçlı kadın,

“-Seni anlıyorum ama endişe etme, ona çok iyi bakacağız” dedi. Sonra Hüseyin’e seslendi:

“-Bak yavrum bir süre seni gezmeye götüreceğiz. Daha sonra annen de yanımıza gelecek. Ah aklımdayken bunu görmüş müydün?” diye söylerken siyah çantasından oyuncak bir kam-yon çıkardı. Ardından turuncu parlak ambalajı olan bir çikolata. Sonra ekledi:

“-Gittiğimiz yerde bunlardan çok var ve hepsi senin.”


Hüseyin oyuncağa ışıldayan gözlerle baktı. Sonra annesine dönüp;

“-Çabuk gel oldu mu anne?” dedi.


Gözlüklü adam bir kez öksürdü. Kızıl saçlı kadın çocuğun elinden tuttu. Çocuk kadının elini bırakıp koşarak annesine sarıldı. Mona oğlunun başını okşadı. Onu kucağına alarak odadan çıkan kadın ve adamı izledi. Sokak kapısının önünde kızıl saçlı kadın Hüseyin’i kucağından aldı. Çocuk oyuncağı sımsıkı tutmuştu. Arabaya bindiklerinde çocuk ağlamaya başladı. Mona koştu. Gözlüklü adam arabayı hızla çalıştırdı. Araba dar yolda gözden kayboldu. Mona nefes nefese kalmıştı. Ama arabaya yetişemedi. Geri döndü.
Sokak kapısını kapattı. Merdivenler dönüyordu. Gözlerinin önü kararıyordu. Olduğu yere çöktü. Kollarını kavuşturdu. İleri geri sallanmaya başladı. Neden sonra ağlamaya başladı. Bir ağıt yakarcasına ağladı ağladı.

BİRLEŞEN YOLLAR
Gün ağarırken bir telaş başladı. Beraberinde getirdiği pek çok haberle Mahmudov geri dönmüştü. Fakat genç adam hiç olmadığı kadar sessizdi. Toza kire bulanmış sakalı, uykusuz gözleri ve yorgun bedeniyle Mahmudov’un iyice yıpranmış olduğu görülüyordu. Uzun bir yoldan gelmişti ve herkes onun getireceği haberi bekliyordu. Mahmudov sessiz adımlarla doğruca kampın girişindeki odaya geçti. Toplanmak için kullandıkları bu küçük odaya geçmesi, onun söyleyeceklerinin herkesi ilgilendirdiğini ve önemli olduğunu gösteriyordu.
Kadınlardan biri aceleyle sobayı yakmaya çalıştı. Bir diğeri ise ocağın ve çayın bulunduğu yere geçerek çay hazırlamaya koyuldu. Erkeklerin pek çoğu ise Mahmudov’un yanına oturmuş ona soru üstüne soru soruyordu. Genç adam sabırla soruları tek tek cevapladı. Bir yandan da önüne konan sıcak çay ile peynir ve ekmeği yedi.
Odanın kapısı açılıp içeri Güneş girdiğinde Mahmudov sözünü yarıda kesti. Acılı gözlerle kırkını çoktan geçmiş olan bu kadını süzdü. Güneş doğruca gidip sobanın yanına çöktü. Ve soran gözlerle Mahmudov’a baktı. Genç adam sabahtan beri omuzlarını bir kat daha çökerten ağır yükten kurtulmak için yutkunarak anlatmaya başladı:
“-İbrahim’e nihayet ulaştım. Aslanlar gibi çarpışı-yordu. Ta ki o güne kadar. O gün....”
Sözün bu yerinde boğazına bir şeyler düğüm-lendi. Bombanın onu nasıl paramparça ettiğini anlatamazdı. Onu beleyenlere bunu yapamazdı. Sessizce “o gün şehit oldu” diyebildi.
Bu söz üzerine erkeklerin başı öne düştü. Kadınların gözleri Güneş’de asılı kaldı. Güneş’in aklı çocuklarında ve Zeynep’te. Üşüdüğünü hissetti. Konuşamadı. Yavaş yavaş kalkıp odayı terk etti. Ayaklarının onu taşımadığını hisse-diyordu. Bahçeyi geçerek kıyıya doğru yürüdü. Denizle aralarındaki beton avluyu aşıp sulara doğru gitmek geliyordu içinden. Lakin burada pek çok şey gibi deniz de onlara yasaktı. Bahçenin duvarına oturarak ağlamaya başladı.
Ülkesinden geldiğinden beri ilk kez ağlıyordu. Her zaman güçlü kadın rolündeydi. Bundan beş yıl önce kocası eve Zeynep’i ikinci eş olarak getirdiğinde bile ağlamamıştı. O, sıradan bir kadın değildi. Aldığı eğitim, yetiştiği ailesi buna izin vermezdi. Zeynep ile çok az, bazen hiç konuşmazdı. Onu yok sayarak hareket ederdi. Bu şekilde kıskançlık duygusunu yenebileceğini sanıyordu. Oysa İbrahim artık yoktu. Üç çocuğuna ve Zeynep ile bebeğine de bakması gerekiyordu. Güneş, tarif edemediği duygularla yerden bir taş alıp denize doğru fırlattı. Sonra sabah ayazından kızaran ellerini ceplerine sokarak odasına doğru yöneldi...
Zeynep kendisine her zaman soğuk davranan bu kadının söylediklerine inanamıyordu. “Hayır olamaz” diye bir çığlık attı. Ardından hıçkırıklara boğuldu. Beşikteki bebeğine baktı. Bunu kabullenmesi çok zordu. Kocasını kaybetmişti. “Allah’ım bu çok ağır bir sınav!” diye yakardı... Güneş onu teselli ihtiyacı duymaksızın kapıyı çekip çıktı. Yıllardır içinde biriken acıyı Zeynep’in bu gün yaşamaya başladığını fark etti. Ona acıdı. Zeynep ise sessizce giden bu kadına kızıyordu. Belki de yalan söylemişti. Gidip bu haberi doğrulatmalıydı. Bebeği battaniyesine sarıp Mahmudov’u bulmak üzere odadan çıktı. Geri döndüğünde omuzları düşmüştü. Kolları bebeği taşıyamıyordu. Onu yatağa bıraktıktan sonra olduğu yere çöktü.
Bu savaşta kaybettiği erkekleri ve kadınları düşünmeye başladı. Annesi ve ablasının, evlerinde yanarak can verişini, babasının ölüm haberi ve erkek kardeşinin esir düştüğü haberi ve şimdi de kocasının, İbrahim’in şehit olduğu haberi. Zeynep yapayalnız kaldığını düşündü. Korkuyordu. Bu ülkede, dillerini bilmediği bu yerde gidecek kimsesi yoktu. Güneş eğer ona buradan gitmesini söylerse yapabileceği hiçbir şey yoktu. Onu savunacak kimsesi yoktu.
Ertesi günlerde Zeynep çok az dışarı çıkmaya başladı. Güneş ise, acısını belli etmemeye çalı-şıyor, kendini çocuklarına adıyordu. Bu arada bulduğu bir temizlik işine gidiyordu. Zeynep’in varlığını önemsemiyordu, ta ki o akşam Zeynep kapıyı çalıncaya kadar. Güneş karşısında onu görünce şaşırdı. Zeynep yalvarır gibi konuşu-yordu:
“-Bebeğin çok ateşi var. Ne yapacağımı bilmi-yorum.” Güneş üzerine şalını alarak Zeynep’in peşi sıra gitti. Bebeğin ateşi gerçekten çok yüksekti. Güneş sirkeli su hazırlayıp bebeğin koltukaltına ve kasıklarına sürdü. Sonra koşa-rak odadan çıkıp ilaç aramaya gitti. Geri döndüğünde beraberinde Ahmedov vardı. Uzak-tan Güneş’in akrabası olurdu. Kampın en yaşlısı, hem de en bilgilisiydi. Yedi çocuk büyütmüştü. Onların hem anneliğini hem baba-lığını yapmıştı. Bebeğe çantasından çıkar-dığı bir şuruptan içirdi. Sonra Güneş’e bir şeyler söyledi.
Zeynep tüm bunları uzaktan izliyordu. Bir rüyadaydı sanki. Yalnızca adamın Güneş’e;

“-Zavallı kız iyi gözükmüyor. Bebek kadar o da İbrahim’in bir emanetidir. Ona da göz kulak ol.” dediğini duydu. O gece Güneş kendi odası ile Zeynep’inki arasında gidip geldi. Bebeğin ateşinin düştüğünü ve normal uykuya geçtiğini görünce derin bir nefes aldı. Bir ara uykuya dalmış olan Zeynep’in sıkıntı içinde sayıkladığını gördü. Bu kız aslında ne kadar toy diye düşündü. İçinde bir merhamet uyandı. Kendi-sinin ona göre daha şanslı olduğunu, buradaki herkesle aynı köyden olmanın güveni içinde bulunduğunu fark etti. Ya onun kimi vardı? Zeynep için üzüldü. Ve Ahmedov’un sözlerini hatırladı. Bir karar verdi.


Ertesi gün kapı vurulduğunda Zeynep uykudan henüz kalkmış bebeğin ateşine bakıyordu. Gelen Güneş idi. Elinde bir tepsi içinde sıcak çorba vardı. Yüzünde bir gülümseme. Zeynep çorbayı içerken o da bebeği kucağına almıştı. Daha çok kendi kendine konuşur gibiydi:
“-Zeynep ölüme yapılacak bir şey yok ama bu bebeğin ve çocukların bize ihtiyacı var. Bundan sonra çocukları birlikte büyüteceğiz. Onları İbrahim’e yakışır evlatlar yapacağız.”
Zeynep elinde kaşıkla kalakaldı. Gözlerinde minnet duygusuyla Güneş’e baktı. Gözleri dolu doluydu. Güneş de ona tebessüm etti. Ve “hadi çorbanı iç de bebeğini emzir, zavallıcık acıkmıştır.” dedi.


Yüklə 328,79 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin