SAYGI
Bir fotoğraf karesinden bakıyordun dünyaya. Gözlerinde korku, acı. Kucağında tuttuğun çocuk tek bağındı hayatla. Biliyorum yalnız onun için yaşıyordun her anne gibi. Ben türlü nazını çekerken kızımın, sen yiyecek bir lokmanın telaşındaydın. Yaşamak, bitmeyen bir çileydi senin için.
Buyur ettiğin evde utandım kendimden. Yokluk içinde dimdik durmayı gördüm. Yüzündeki her bir çizgi ile;
“-Dilenci değiliz biz!” diyordun. İstediğin Kafdağı’ndan altın bülbülü getirmemiz değildi. Lakin o kadar zordu bizim için.
“Sizler gibi olmak istiyorum”, “iş istiyorum” yakarışın dayanılmazdı. Yardım ederken kendini önemseyen insanlardan yorgundun belli ki. Kabına sığmayan bir nehir gibi taşıyordun.
Her ev aynıydı seninkiyle. Biraz rutubet, birkaç parça eşya. Evi ev yapan özveri, hepsinde aynı. Senin farkın yoktu diğerlerinden. Benim bir farkım yok diğerlerinden. Yarını hazırlamak, kendimizce ortak paydamız.
Sesini duyurmak isterdim tüm dünyaya. Taş basan bağrına, sonra o taşın altında ezilen seni anlatmak. Yollar sana çıktı her seferinde. Umutlarını taşımak ne zordu bizim için. Yine de kıramadım seni. Yükünü paylaşmak muradı ağır bastı. Lakin aynı kör kuyu, aynı uçurum ve aynı koca dağ. Çıkmak, düşmek, geçmek. Karşımıza dikilen buzullar çözülmeden baharı görmek zor bize.
Her terk edilişinde yeniden boy verişin güç veriyor. Anne yüreğim saygı duymakta sana. Yolların pusularına göğüs gererek ve terk ederek bir hayatı, yeni bir kente girmek sonra. Bir destan gibi yaşamak. Bir metre öteye gidemeyen diğer kadınlar anlamıyor seni. Tuhaf tuhaf bakıyorlar yüzüne. Sırça saraylarında yaşıyor ve dudak büküyorlar bilmediklerine. Sormuyorlar nedir seni sürükleyen buralara? Saygı duymak ise çok uzak böylesi gönüllere. Varsa yoksa benim derdim, başka dert bilmem diyenlerin umurunda mı senin çektiklerin?
Biliyorum zor; acılarını da sevinçlerini de anlatmak. Dileğim düşlerini gerçekleştirmek. Bir yankı olmak sesine, dalga dalga yaymak umutlarını. Ve sana seslenmek kilometrelerce öteden:
Umudun umudum olsun ki bir gün sen kazanacaksın!
“Bir gün her anne gibi sen de kazanacaksın unutma!”
HABER
Gece yarısı çalan telefonla bir hareketlenmedir başladı. Vali yardımcısının sesi bir tedirginliği haber veriyordu. Bu sınır kentinde alışık olduk-ları türden olaylardı bunlar. Telefonun diğer ucundaki jandarma komutanı “Türk soylu Afgan mültecilerin gelmesi bekleniyor. Gerekli tedbir-lerin alınması lazım.” diyordu. Afganlar İran üzerinden geliyordu..
Vali yardımcısı Ali Bey, sıcacık yatağına şöyle bir göz attıktan sonra pencereye yöneldi. Dışarısı bembeyaz görünüyordu. Hâlâ atıştıran kar, pencerenin gerisinde dursa da adamın titreme-sine neden oldu. Ege’nin kıyı kentlerinde geçir-diği çocukluk ve gençlik günlerini hatırladı. Rahmetli annesi oralarda kalması için ne çok uğraşmıştı. Oysa Ali Bey önce başkentte üniversiteyi okumuş, ardından kaymakam olup o il senin, bu il benim dolaşıp durmuş ve nihayet vali yardımcılığına terfi etmişti. Yerleşik bir hayatı olmadığından bir türlü evlenememişti. İşte şimdi bu sınır kentinde, bu uzak diyarda kışı geçiriyordu. Ali Bey odasını terk ederken sabah ezanı okunuyordu. Vilayete vardığında eski taş binanın ışıklarının neredeyse tamamen açık olduğunu görerek şaşırdı. Odasına girmesiyle arkasından kapının tıklatılması bir oldu. Gelen Jandarma Komutanı idi. Komutan Osman, şakaklarındaki kırlar olmasa epey genç gözüken bir adamdı. Tedirgin olduğu her halinden belli olan Osman Bey, durumu kısaca özetledi: “Aldığımız haberlere göre yaklaşık otuz kadar mültecinin buraya yaklaşmakta olduğunu öğrendik. Onları karşılamak üzere bir tabur göndermeyi düşünüyorum.”
Ali Bey koltuğunda biraz doğrulduktan sonra : “Bu tipide onları bulmak hiç kolay olmayacak ama başka çaremiz de yok. Merkeze bildirmeli mi bilemiyorum.” Osman Bey, Ali Bey’in endişesini anlayabiliyordu. Bundan önceki mülteci akınlarında da aynı olmuştu. Merkeze bildirmişler ve karşılık olarak da “mahalli imkanlarla çözüle” şeklinde bir yanıt almışlardı.
Bu iki kişilik toplantıyı bir öncü kuvvet gönderme kararıyla noktaladılar.
* * *
İki gündür yol alıyorlardı. Tipi zaman zaman hızlarını kesiyordu. Kadınlar bebeklerini sıkıca battaniyeye sarmışlardı. Ayakları çoğu zaman karlara saplanıp kalıyordu. Yaşlılardan bazıları olduğu yere yığılıp kalmıştı. Önlerinden giden İsa, onları cesaretlendirmek için elinden geleni yapıyor, sınıra çok yakın olduklarını, yakınlarda bir yerlerde bir köy olduğunu söylüyordu. Tipi bir ara kesildiğinde İsa ellerini gözlerine siper ederek etrafa iyice baktı, sol tarafında bir kayalık olduğunu fark etti ve eliyle o tarafı işaret ederek topluluğa seslendi: “Bakın çok az kaldı, orada mutlaka bir mağara vardır.”
İsa yanılmıyordu gerçekten de orada birkaç küçük mağaracık vardı. Kalabalık, mağaralara vardığında tipi tekrar başladı. İsa karısı Zehra’yı bir köşeye sinmiş öylece önüne bakarken buldu. Kadın kucağında tuttuğu battaniyeyi açmadan öylece boşluğa bakıyordu. İsa dizlerinin üzerine çökerek battaniyeden bebeği çıkarmak için elini uzattı. Zehra hışımla bebeği kendine doğru çekti, gözlerindeki bakış dişi bir kurdun yavrusunu korumak için her şeyi göze almasına benzer bir bakıştı. İsa çaresizlik içinde kadına yalvardı: “Hadi ver bebeği; ver de ateşin yanına götürüp biraz ısıtayım.” Zehra bebeğe daha sıkı sarıldı. İsa vazgeçerek ayağa kalktı. Erkeklerin toplan-dığı yere yöneldi. Bir plan yapıp karara varmaları gerekiyordu. Yaşlılar tükenmiş durumdaydı. Bir tanesi yerde yatıyordu. Köylerinin aksakalı olan bu adam, bir zamanlar yaman bir savaşçıydı. Oysa şimdi dünyadan umudunu kesmiş, gözle-rini mağaranın soğuk tavanına dikmiş, kim bilir ne düşünüyordu.
İsa boğazını temizleyerek söze başladı: “Tipi çok fazla, ya burada kalacağız ya yolumuza devam edeceğiz.” Arkalardan bir ses: Yiyeceğimiz azaldı ama yine de bir süre kalalım.” Bir başkası, “Bizi yakalarlarsa Hacı İbrahim’in köyündekilere yap-tıklarını yaparlar, zaman kaybetmeyelim. Yoksa kadınlarımız ve kızlarımızı kendilerine cariye ederken bizi de diri diri yakarlar.” dedi.
Herkes Hacı İbrahim’in köyünde olanları hatır-ladı yeniden. Göğe yükselen dumanları uzaktan görünce yangın çıktı sanmışlardı, ta ki köyden kaçan bir çocuğun olanları anlatmasına kadar. Hacı İbrahim’i herkes ne çok severdi. Askerler ilk onun evini basmışlardı. Karısının ve kızının gözleri önünde ilk önce onu yakmışlardı. Köyden ayrılmaya o gece karar vermişlerdi. Yanlarına yeterli yiyecek almamalarının nedeni de buydu. İsa yükselen uğultuları bastırarak “Epey yol aldık zaten bu fırtınada kimsenin bizim peşimize düşeceğini de sanmam. Bence bir süre kalalım sonra devam edelim.” Sonunda iki gün kaldıktan sonra yollarına devam etme kararı aldılar. Bu arada tipinin dinmesi için dua ettiler.
Ertesi gün, İsa herkesten önce uyandı. Mağa-ranın kapısına kadar gidip dışarıya baktı. Tipi hafiflemiş gibi geldi ona. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Sonra Zehra’nın yanına gitti. Karısının neden diğer kadınlarla birlikte kalmadığını pek sorgulamadan yanına diz çöktü. Zehra henüz uyuyordu. İsa, kadının kucağında duran bebeği yavaşça aldı. Battaniyeyi kaldırdığında başı döndü, gözü karardı. Bebek çoktan ölmüştü. O sırada Zehra uyandı. Kucağının boş olduğunu fark edince dövünmeye başladı. İsa onu sakinleştirmeye çalışıyordu fakat kadın bilincini kaybetmiş gibiydi. Bu bebek, onlara on yıl sonra verilmiş bir armağandı. Şimdi ellerinin arasın-dan kayıp gitmişti. Kolsuz kanatsızdı Zehra, uçurumdan düşmek üzereydi, depremler ardı ardına geliyordu. Sesler uzaklaşmıştı kendinden, lal olmuştu, kelimeler anlamını çoktan yitirmişti. İsa’nın ona seslendiğinin, bebeği alıp karlar içine gömüşünün farkında değildi artık. Toprağından uzakta bir değil iki ölü vermişlerdi. Zehra bebeğiyle birlikte umutlarını da kaybetti o gün.
Topluluk bu ölümden sonra ikinci kez ihtiyar-lardan birinin ölümüyle yıkıldı. Ne ki yaşlı ölümü her şeye rağmen daha kolay katlanılır bir gerçekti. Sabah tipinin iyice hafiflemiş olduğunu gördüler. Son bir gayretle yola koyuldular. Zehra en arkadaydı. Bir hayalet gibiydi aralarında. Kucağında bebeğinin battaniyesi ağır adımlarla yürüyordu. Siyah şalı, omuzlarının sessiz hıkçı-rıklarla aşağı yukarı hareket etmesini gizleye-miyordu. İsa ara sıra yanına geliyor, karşılığında sitem ve öfke dolu bir çift bakışla karşılaşıyordu. Yaşlılardan biri bunun normal olduğunu, zaman içinde her şeyin düzeleceğini söylüyordu.
Bütün bir gün sessiz sessiz yürüdüler. Sonra birden nereden geldiği belli olmayan bir çift silah sesi duydular. Herkes olduğu yerde kalakaldı. Nefes almaktan korkar gibiydiler. Etrafı incele-meye başladılar, tek tük ağaç, ileride kayalıklar ve onun gerisinde de dağlar vardı. İsa donmuş gibi duran kalabalığa kayalıkları gösterdi. Bir başkası ise açık arazide gitmelerini, kayalıklarda pusu kurulmuş olabileceğini söyledi. Oysa silah sesi bir daha duyulmamıştı. İsa:
“Bu, avcılardan biri olmalı.” diye ısrar etti lakin bir kere korkmuş olan kalabalığı ikna edemedi. Beyaz karların üzerinde tek bir vücut halinde hareket eden bu kalabalık, uzaklardan bakıldı-ğında siyah kürklü dev bir yaratığı andırıyordu. Yeniden başlayan tipiyle birlikte yaratık beyaz bir hal almaya başladı. Birkaç saat sonra tipi şiddetlendi. Etraflarında sığınabilecekleri tek bir dal parçası, tek bir in, tek bir kayalık yoktu. Gece bastırırken kimsenin adım atacak takati kalmamıştı. İsa var gücüyle bağırıyordu: “Biraz daha gayret, az sonra sınıra varacağız” ama kimseye sesini duyuramıyordu. Koca dev olduğu yere çökmüştü. İsa dizlerinin üzerinde arka tarafa doğru yürüdü. Zehra’yı kucağındaki battaniyeye sarılmış ağlarken buldu. “Ne olur, gayret et. Çok az kaldı.” Karısının ellerini avuç-larının içine almış yalvarıyordu. Zehra bu kez hüzünlü bir bakışla baktı yüzüne. Umarsızdı. Bu dünyayı çoktan terk etmişti. İsa’nın da başından bu yana ilk kez omuzları düştü, başı eğildi. Gözyaşları kar tanelerine karıştı. Gönül dağına kar yağdı...
* * *
Jandarma Komutanı oturduğu yerden doğrulup karşısında sessiz sessiz duran Tabur Komuta-nı’na yüksek sesle: “Ne demek bulamıyoruz? Otuz insan bu havada nereye gidecek? Sınırı iyice aradınız mı?”
Tabur Komutanı genç bir adamdı. Soğukkanlı bir şekilde “Evet komutanım. Tüm sınırı iki kez aradık. Köylere haber saldık. Lakin kimseyi bulamadık. Sınırda kar kalınlığı iki metreyi geçmiş durumda. Hiçbir izi sürmek mümkün değil.”
Odanın diğer ucunda oturan Ali Bey içinden “Nasıl olur, üç gündür nasıl bulunamazlar?” diye söyleniyordu. Bir ara kalkıp kendisi sınıra gitmeyi düşündüyse de bunun komutana karşı nezaketsizlik olacağını düşünerek vazgeçti. Kalkıp yazı masasının başına geçerek boş bir kağıt alıp yazmaya başladı. “İlgi yazıda adı geçen mültecilere ulaşılamamış olup, komşu ülkelere gitmiş oldukları düşünülmektedir…”
* * *
Gölün üzerindeki sis bulutu kalkmıştı. Pencere-den bakıldığında toprağın uyanmakta olduğu görülüyordu. Üç aydır şehri esir alan kış nihayet geri çekiliyordu. Vali yardımcısı Ali Bey neşeyle makam odasına gitti. Sabah kahvesini yudum-larken telefon çaldı. Arayan Jandarma Komuta-nıydı. Acilen sınıra gelmesini istiyordu. Ali Bey detayları sormadan arabayı hazırlamaları için özel kaleme seslendi. Yol boyunca giderken baharın ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Bir ara bir bahar şarkısı mırıldandı. Neşesine diyecek yoktu. Artık bu şehri sevebilirim diye düşünüyordu.
Sınıra ulaştığında komutanın hızlı adımlarla arabaya doğru geldiğini gördü. Osman Bey’in rengi kaçmıştı. Ne olduysa kanı donduracak cinsten bir şey olmalıydı. Tam da karların eridiği gün, tam da bahar geldiğinde. Ali Bey bunları düşünürken arabadan indi. Komutan: “Çok kötü, sınıra üç kilometre kala. Otuz kişi… Karların altında öylece kalakalmış.” diye bir çırpıda özetledi olayı.
Ali Bey, otuz, sınır ve kar kelimelerini bir araya getirmeye çalışırken cipe binmişler olay yerine doğru yola çıkmışlardı bile. Ali Bey’in zayıf hafızası üç ay öncesine, kaybolan mültecilere gitti birden. Onun da rengi bembeyaz oldu. Cip bir insan yığının önünde durdu. Cipten inip onlara yöneldiler. Birbirine sarılmış, kara paltolu adamlar, kara atkılı, şallı kadınlar. En kenarda bir adam ve bir kadın; İsa ve Zehra. İkisi de bir bebek battaniyesini elleriyle sımsıkı kavramış. Kadının yüzünde bir tebessüm....
Şehre bahar gelmişti. Gölün mavi sularına martılar konuyordu. Kadınlar, adamlar ve çocuklar hayata koşuyordu. Askerler taze toprağın bağrını kazıyordu. Ve Ali Bey üstlerine yazacağı yazıyı düşünüyordu...
YALNIZLIK
Yağmur kara dönüşmüş olmalı. İstanbul yenik düşmüş yine kışa. Herkes bir telaş içinde... Uzak yerlerde sobalar tütüyordur lakin dumanları ısıtmaya yetmiyor burayı. Şimdi dağlarında ülke-min karın en soğuğu vardır. Şimdi onlar karda, tipide. Onlar ayazda. Benim ağrılarım onların yanında nedir ki?
Birazdan gece çöker, birazdan el ayak çekilir. Bir başıma ben bu odada. Ama mutlaka gelen olur, mutlaka “halin nicedir?” diyen. Yoksa bu gece bitmez. Duvarlar ne kadar da soğuk. Yer beton. Ayaklarım buz gibi. Üşüyorum. Seslensem beni duyan olmaz mı?
Parmaklıklar arkasındaki herkesi mi unuturlar böyle, yoksa sadece beni mi unuttular. Allah’ım ben niye buradayım? Bebeğim, biz niye buradayız?...
“Ah bebeğim. Kafkas dağlarında filizlenen bir çiçektin. Savurdu bir rüzgar buraya. Bir gün baban da gelecek. Bir gün aşacağız dağları yeniden. Neden burada olduğumuzu bilmiyorum. Sabah kapıları kırarcasına girip aldılar beni, sonra arabada gördüm diğerlerini. Suçumuz nedir söylemediler. Yarın çıkarsınız dediler.
Konuşuyordu arabada birileri, “Türkiye ziyareti bitip de Putin ülkesine geri dönünce bizi salıvereceklermiş.”
Birileri geliyor. Bebek bezi istiyorum. Para soruyorlar. Parayı nereden bulayım? Altına sara-bileceğim sonuncu bezi kullandım. Emzirdim ama biraz sonra yeniden altını değiştirmem gerek.
Eski bir ninni söylesem. Sesim yankı yankı yayılsa. Dağların ardından ulaşsa babana. Bir ceylan koşup inse pınarlara. Su olup çağlasam. Bu sağır duvar neden ses vermiyor sesime? Neden bir bahar dalı açmıyor tuğlalar arasında. Biz baharı da mı küstürdük kendimize?
O gün tedirgindi herkes ya, ben anlamamıştım. Suçsuz yere bizi neden götürsünler demiştim. Suçumuz yaban olmakmış, kimliksiz olmakmış bu diyarda. Putin’i korumakmış tüm dilekleri. Bir gün bizi de korur birileri.
“Yahu bu kadını niye getirdiniz kucağında bebekle?” demişti biri. Diğerleri suskun. Bizim çilemizmiş burada doldurmamız gereken. Olsun yine de sağ ve salimiz. Yine de düşünüyorum, yine de düşlüyorum. Bir gün köyün en yüksek tepesine tırmanmış, oradan karşı dağları seyre dalmıştım. Kartal yuvasındaydım sanki. Evler küçüktü, insanlar küçük. Bir tek bulutlar büyüktü. Uçağa bindiğimde de aynıydı manzara. O tepede otururken hayaller kurmuştum; bir düğündü neşenin dağlarda dalgalandığı, neşe olarak kayalara çarpıp geri döndüğü. Sonra bir evdi köyün dışında; ocağı her daim tüten. Sönmüş ocak uğursuzluktu. Her işe koşardım yorulmadan.
Tepelerden aldılar beni. Bir çukurda gördüm sevdiklerimi. Anne, baba, kardeş. Her birinin acısıyla yeniden yuvarlandım uçurumlara. En son erim beni bırakıp geri döndü dağlara. Sormadı ne olursun diye? Sormadım ne olurum diye? Acı ve sabır değil mi kadınlığın mayası? Nasıl dayandıysa anam, ninem öyle dayanma-lıydım.
Şimdi yine sabır düştü bana. Burada sabaha kadar beklemek. Gün doğarken yeni umutlar da doğar elbet. Gözlerimden uyku çok ırak. Köyden yükselen dumanlar geliyor gözlerimin önüne. O gece de uyumamıştım hiç. Evler yerle bir olmuş-tu. Kan kokuyordu her yer. Haykırışlar dinme-mişti sabaha dek. O gece ay gözükmemişti gökte. Yıldızlar ise çok uzaktı. Koşmak istemiştim tepelere. Tepeler bombalanıyordu. Dağlardan taş toprak yağıyordu. Yüzümde kan ve toprak, ellerimde toprak. Mahşerin bir adıydı gece.
İşte bebeğim gece korkutuyor beni. Uyku sinsi bir düşman. Kirpiklerim kenetlendiği anda kıyamet kopuyor. Beynim uyuşuyor. Gözlerimde dehşet ve kulaklarım sağır. Bu gece nöbet tutan askerim. Bu gece uyumamalıyım.
Büyüsen hemen, konuşsan benimle. “Anne üzülme” desen.
Yalnızlık ne zormuş bebeğim. Sürüden ayrı kuş, nasıl da yolunu kaybedermiş. Kervanı kaçırmak istemiyorum. Sabah olsa çıksam buradan. Korku adım adım geliyor yanıma. Ya seni alırlarsa benden, ya beni ayırırlarsa senden.
Sabaha bir şey kalmadı bebeğim. Çıktığımızda dışarı, bulutlara, denize selam vereceğim. Tutup seni göğe doğru kuşlara selam vereceğim. Yeter ki çökmesin gece bir daha üstümüze.
BİR BİLET
Nadya okuduklarına inanamıyordu. Sevinçle ayağa kalktı. Pembe boyaları yer yer dökülmüş odanın içinde bir o yana bir bu yana dolanmaya başladı. Komiserlikten gelen mektupta, Finlan-diya’ya gönderileceği yazıyordu.
Köşede kendisini şaşkınlık içinde izleyen Şeyda’yı kucağına aldı. Küçük kız annesinin bu haline bir anlam veremedi. Yine de neşe içinde gülmeye başladı. Nadya bir süre sonra sakinleşti. Kanepeye oturup düşünmeye başladı. Van’da geçirdiği günleri hatırladı. Ardından Sivas’a gelişlerini. Şahit olduğu olayları. Yıkımları, dost-lukları. Gözleri doldu.
Bir süre sonra oturduğu yerden kalktı. Nasıl dayanmışsa onca zorluğa kızı için, yine katlanacaktı. Odayı toparladı. Battaniyeleri bir köşeye yığdı. Sonra kızı ile Belediye’ye gidip yemek aldı. Dönüşte komşularından Hatice ile ayak üstü konuştu:
“-Biliyor musun yakında Finlandiya’ya gideceğim?” derken sesi, bir çocuğun neşesini yansıtıyordu.
Kendi odasına girmeden doğruca karşı kapıya yöneldi. Solda kiraya ortak olduğu Hüseyin ve Hasan’ın odası vardı. Otuz yaşlarındaki bu iki adamdan Hüseyin Afgan, Hasan İranlı idi. Odanın kapısı kapalıydı. Herhalde işe gittiler diye düşündü. Sonra soldaki kapıya yöneldi. Dar bir mutfaktı burası. Duvara tutturulmuş raflara tabaklar gelişigüzel konulmuştu. En alt rafta bir köşeye makarna paketleri üst üste dizilmişti. Musluğun önünde, akşamdan kalma kirli tabaklar duruyordu.
Nadya raftan temiz bir tabak aldı. Belediye’den getirdiği pırasa yemeğinden bir miktar koydu. Sonra iki kaşık alarak odasına gitti. Küçük kızı annesinin ona tuttuğu ilk lokmada yemeği çıkardı. Yüzünü ekşitti. Nadya biraz sert;
“-Yemezsen aç kalırsın.” Kız oralı olmadı. Kalkıp bir köşeye çekildi. Kadın dayanamadı. Duvarın dibindeki poşetten Hüseyin’in iki akşam önce Şeyda için getirdiği küçük keklerden çıkardı. Kızcağız büyük bir iştahla keki yedi.
Nadya yemeğini yedikten sonra mutfağa geçti. Kirli tabakları yıkadı. Karanlık ve rutubetli mutfak serindi. Kendisini kapıda izleyen kızına;
“-Sakın betona basma. Hadi git kapıda oyna” dedi. Küçük kız sokak kapısının önünde bir taşa oturup etrafı izlemeye koyuldu.
Nadya ise içeride Finlandiya’yı düşünmeye başladı. Demek bütün sıkıntılarım bitecek, kızım okula gidecek. Ben de bir iş bulur çalışırım. Genç kadın tüm geçmişini unutmak, yeni bir hayat kurmak için kendisine söz verdi. İran’da bıraktığı kocası ve çocuklarını, Van’da onunla evlenip bir sabah tüm parasını alarak kaçıp giden adamı, kendine atılan iftiraları. Her şeyi zihninin derinliklerine gömmeye karar verdi.
Akşam Hüseyin ve Hasan eve geç vakit geldiler. İki adam da sessizce odalarına gitmek üzereyken Nadya kendi odasının kapısını açıp onlara seslendi. Finlandiya’ya gideceği haberini verdi. Bundan sonra kiraya ortak olamayacaktı. Hüseyin;
“Senin için iyi olmuş. İnşallah biz de gideriz buradan” dedi. Sonra bir ihtiyacı olup olmadığını sorup odalarına gittiler.
Nadya yeni bir heyecan içinde geçirmeye başladı günlerini. Yolculuklarına bir hafta kala kızı hastalandı. Küçük Şeyda ateşin etkisi ile sayıklıyor, baygınlıklar geçiriyordu. Çaresizlik içindeki Nadya ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Aklına çocuğun koltukaltına ıslak bez koymak geldi. Yine de ateşini düşüremedi. Gün boyu kızın başında bekledi. Akşam üzeri eve gelen Hüseyin Şeyda’yı ortalıkta göremeyince Nadya’nın kapısını vurdu. Kadın perişan bir halde kapıyı açtı.
“-Kızım ateşler içinde” dedi. “Doktora götürmemiz lazım.” Birlikte kızı alıp çarşı içindeki bir polikliniğe götürdüler. Sabaha kadar kızın başında beklediler. Poliklinikten ayrılırken ceplerindeki tüm parayı verdiler.
Küçük kız yavaş yavaş iyileşmeye başladı. Nadya yolculuk tarihinin gittikçe yaklaştığını biliyor, para bulması gerektiğini düşünüyordu. Sivas’tan Ankara’ya otobüsle gideceklerdi ve bunun için para lazımdı. Uçak bileti onlar adına alınmış, ücreti ödenmişti. Şeyda biraz daha kendini toparlayınca Nadya kızını da alarak yukarıdaki mahallede oturan Sacit’in evine gitti.
Kapıyı uzun bir süre açan olmadı. Kadın tam geri dönecek iken kapı aralandı. Nadya karşısındaki kadını görünce bir iki adım geri attı. Karşısında Sacit’in karısı Zeynep duruyordu. Zeynep öteden beri sevmezdi Nadya’yı. Buz gibi bir sesle;
“-Ne istiyorsun?” dedi. Nadya istemeye istemeye konuştu:
“Sacit yok mu? Biz, Finlandiya’ya gideceğiz de.” Kadın hemen sözünü kesti:
“-Ne yapalım gidecekseniz? Yok Sacit, yüzünü görmüyorum haftalardır.”
Nadya kendine kızdı. “Neden geldim buraya?” diye söyleniyordu. Buraya geldiklerinde Sacit kendisine çok yardım etmişti. Bu umutla gelmişti ama hayalleri yıkıldı. Eve döndüğünde kendisini yorgun hissediyordu. Parayı nereden bulacağını bilmiyordu. Bir çare olarak muhtara gitmek geldi aklına. Kızını kucağına alıp muhtarın işlettiği bakkala gitti. İçerisi kalabalıktı. Çekinerek muhtarın yanına kadar gitti.
“-Bir sıkıntım var” dedi belli belirsiz. Kır saçlı muhtar kadına bir yer gösterdi. Diğer adamlar birer ikişer dükkandan dışarı çıktı. Nadya durumunu anlattı. Adam onu dinlerken önün-deki kağıda bir şeyler yazdı. Sonra:
“-Belki sana para veremeyiz ama otobüs bileti ayarlayabiliriz” dedi. Ve ekledi:
“-Yarın öğleyin gel.”
Nadya gözlerinde minnet, dilinde “sağ ol” oradan ayrıldı. Bir gün sonra gitmezse bir daha hiç gidememek düşüncesi onu tedirgin ediyordu. Akşam boyunca kızının çantasını hazırladı. Sabahı zor etti. Muhtar sözünde durmuştu. Nadya’ya bir otobüs bileti verdi. Gece kalkacak olan bir otobüsten iki numaralı koltuğa ait bir bilet. Para konusunu açmadı. Nadya elinde tuttuğu biletle uçarcasına eve geldi. Hüseyin ve Hasan evdeydiler. Şaşırdı. Elinde tuttuğu bileti onlara gösterdi. İki adam ona bir zarf uzattılar. Nadya heyecanla zarfı açtı. İçinde yüz milyon lira vardı. Kadın başını kaldırdı.
“-Bu ne?” diyebildi ancak. Hasan mahcup cevapladı onu:
“-Bu parayı bir arkadaşım borç verdi. Ben nasıl olsa bir süre daha buradayım. Çalışıp öderim. Size lazım olur.”
Nadya bir şey söyleyemedi. Hasan onu şaşırt-mıştı. Kendisiyle pek konuşmazdı. Ondan çekinirdi.
Gece onu otogara Hüseyin götürdü. Şeyda’ya yolda yemesi için bir şeyler aldılar. Sonra vedalaşıp otobüse bindiler. Nadya otobüs kalkar-ken hafiflediğini hissediyordu. Kucağında uyuyan kızına baktı bir süre. Sonra başını arkaya yasladı. Otobüs hareket etti.
GULALEY
Meryem, akşam karanlığı çökerken kardeşlerine seslendi. Sokakta oynayan çocuklar ablalarının sesini duyunca sıvaları dökülmüş eski binaya girdiler. Gulaley doğum yapalı bir hafta oluyordu ve dinlenmesi gerekiyordu. Kızı Meryem belki de onun en büyük yardımcısıydı. Kardeşleri oynar-ken o vaktinden önce yağan bir kar, bahardan önce açan bir çiçekti.
Çocuklar eve gelince karşılarında Meryem’i bul-du. Elleri belinde başındaki örtüden saçları dışarı çıkmış anne edasıyla hepsine emirler yağdırmaya başladı:
“-İbrahim ellerini yıka! Halit, Süleyman ayakka-bılarını dışarıda bırak!” Kızlar ise genelde abla-larının öfkesi ile karşılaşmadan sessiz bir ırmak gibi yanından akıp giderlerdi. Şu sıralar onlar için en eğlenceli şey yeni doğan bebeği izlemekti.
Gulaley, çocukların gürültüsüyle uyandı. Yattığı yerde doğruldu. Kızlar yanında uyuyan bebeği izliyordu. Gulaley çocuklarına bakarken titredi. Onları yetiştirmek için çalışması, eşine yardımcı olması gerekiyordu. Kabil’de öğretmenlik yaptığı günler aklına geliyordu. Oysa burada ancak kendi çocuklarını eğitebiliyordu. Bu düşünceler içinde iken heybetli bir dağ gibi ayağa kalktı. Odanın bir köşesine yığdığı giyecekler arasından bir hırka alıp omuzlarına attı. Duvarın neminden neredeyse ıslanmış olan hırka onu ısıtmak yerine iyice üşümesine yol açtı. Zaman içinde buna alışabileceğini düşündü. Bu evin rutubeti en çok da yeni doğan bebeği etkiliyordu.
Gulaley koridora çıktığında diğer odada çocukların birbiriyle güreş tuttuğunu gördü. Yüksek sesle:
“-İbrahim, yapmayın oğlum.” Nedense İbrahim’i ikna ederse diğerlerinin de ona uyacağını düşünüyordu. İbrahim, Süleyman ve Halit’in önünde rehber, liderdi sanki. İbrahim başını kaldırdığında annesinin soluk benzini gördü. Usulca kenara çekildi. Diğerleri de onu takip etti.
Gulaley yer minderlerinden başka eşya bulunmayan odaları dolaştı. Ferzat’ı, kocasını aradı. Kendisi uyumadan önce evdeydi ya şimdi? Merakla Meryem’e sordu:
“-Kızım baban nerede ?”
Meryem kaynatmakta olduğu çorbanın altını kısarak annesinin yanına geldi. Merakla o da etrafına bakındı. Ev işlerine o kadar dalmıştı ki babasının gittiğini fark etmemişti bile. O sırada kapı vuruldu. Gelen komşu kadındı. Elindeki tepside iki tabak yemek tutuyordu. Halime Hanım ellili yaşlarda, yalnız yaşayan bir kadındı. İstanbul’da yaşayan çocukları ara sıra telefon ederler, yaz tatillerinde de kısa süreli gelirlerdi. Yaşlı kadın kocasının ölümünden sonra kendisini mahallenin fakirlerine yardıma ada-mıştı. Gulalaey ve ailesi ilk geldiğinde mahalleli onlar hakkında ileri geri konuşurken Halime Hanım onlara kucak açmıştı. Ferzat’ın doktor olduğunu öğrendiğinde kadının gözlerinden yaşlar süzülmüştü.
“-Demek doktorsun ha, ah oğlum niye senin çalışmana izin vermezler ki?”
Ara sıra eşini dostunu muayene olmaları için getirir. Ferzat muayeneyi bitirdiğinde ise dillerinde dualarla beraberlerinde getirdiklerini evin bir köşesine bırakıp giderlerdi. Bebek doğduğundan beri her gün eve uğruyor, Gulalaey’i ve yeni doğanı kontrol ediyordu. Bilge bir edayla;
“-Loğusa kadının kırk gün mezarı kazılırmış, kendine dikkat et” diyordu.
Halime hanım en çok da Meryem’e üzülüyordu. Ev işinden arta kalan zamanda Meryem’in kardeşlerinin kitaplarını okuduğunu gördüğünde daha da duygulanıyordu.
“-Ben de doktor olmak istiyorum Halime Teyze. Dedelerim kurtuluş savaşında bu topraklar için savaşmış, ben de doktor olup bu ülke için çalışmak istiyorum.”
O zamanlar Halime hanım gün görmüş gözlerini yere diker, içinden bin bir beddua ederdi kızcağıza bunu reva görenlere. Halime Hanım da Ferzat’ı soruyordu. Cebinden çıkardığı ilaçları göstererek;
“-Bunlar ne işe yarar bir soracaktım” dedi.
Gulaley içten bir tebessümle kadıncağızı odaya buyur etti. Kocası birazdan gelirdi.
O gece Halime Teyze geç vakit evine döndü lakin Ferzat görünürlerde yoktu. Çocukların çoğu uyumuştu. İbrahim ve Meryem ise bir köşede kitap okuyordu. Gulaley bebeği ile meşguldü. Bir ara tatlı bir uykuya daldı. Uykunun arasında kapının vurulduğunu duydu. Kalkmak istiyor fakat kalkamıyordu. Kapının vuruşları arttı. Gulaley kapıyı açtığında karşısında Ferzat’ı gördü. Ferzat gülümsüyordu. Odaya geçtiler. Gulaley’in soran gözleri karşısında kocası sessizce konuşmaya başladı:
“Payam’ın yanından geliyorum. Geceleri onun çalıştığı poliklinikte ihtiyaç oldukça hasta bakacağım. Dosyamız yeniden açılana kadar böyle idare edeceğiz.”
Gulaley karışık duygular içine girdi. Kocasının çalışmasını istiyordu; öte yandan yakalanırsa sınır dışı edileceklerdi. Dosyalarının yeniden açılacağına dair bir umudu da yoktu. Çocuk-larıyla Pakistan’a, oradan İran’a kaçışları aklına geldi. Beş ay İran’da bir tanıdığın yanında kaldıktan sonra bu kez buraya gelişleri aklından çıkmıyordu. Çocuklarla birlikte kat ettikleri onca yolu düşününce, bir sokak ötesine bile gitmek istemiyordu. Gulaley kocasının verdiği bu haber ile ilgili olarak bir yorum yapmaktan kaçındı. Ferzat bunu iyiye yordu. Karısının sezilerine güveniyordu. O olmasaydı belki de çoktan öldü-rülmüş olacaktı. Ferzat yerde yatan çocuklara baktı. Onlar için çalışmak, dahası yaşamak zorundaydı.
Ertesi günler Payam Ferzat’ı almaya geliyor, birlikte polikliniğe gidiyorlardı. Payam ülkesinin en iyi diş hekimlerinden biriyken, burada çaresizlik içindeydi. Bu nedenle geceleri polik-linikte her işe koşuyordu. Ferzat önceleri onun bu haline çok üzülüyordu. Çok az ücret veriyorlardı. Payam para biriktirip kaçakçılar yoluyla ülkeden çıkmayı hedefliyordu. Söyle-diğine göre İtalya’da bir kardeşi vardı ve onu bekliyordu. Oraya gittiğinde işi hazır olacaktı.
Bir gece Gulaley sabaha kadar beklediği halde Ferzat eve dönmedi. Gulaley ne yapacağını bilmiyordu. Yavaşça Meryem’i uyandırdı. Ona bebeğe bakmasını söyledikten sonra İbrahim ile birlikte sokağa çıktı. İbrahim babasıyla polikli-niğe gitmişti ve ona yolu gösterebilirdi. İbrahim uykulu gözlerle annesinin yanında hayalet gibi yürüyordu. Sokakta kimseler yoktu. Ara sıra uzaklardan bir köpek havlaması geliyordu o kadar. Gulaley polikliniğin önüne gelince havayı koklayan dişi bir kurt gibi etrafa göz attı. Sonra bir duvar kenarına çekilip İbrahim’e ne yapması gerektiğini anlattı:
“-Yavaşça içeri gir ve babanı sor.”
İbrahim bir savaşçı edasıyla omuzlarını dikleş-tirdi. Büyük bir iş yapıyor olmanın gururuyla floresan lambalar ile aydınlatılmış, üzerinde “24 saat açık” levhasının altından içeri girdi. Gulaley durmadan dualar ediyordu. Ferzat ‘a bir şey olursa ne yapardı? Az sonra İbrahim geri döndü. Cesur savaşçı gitmiş, yerine ürkmüş bir çocuk gelmişti.
“Babamı ve Payam amcamı polisler götürmüş” dedi.
Gulaley olduğu yerde donup kaldı. Şikayet mi olmuştu? Yoksa bir olaya mı karışmıştı? İbrahim annesinin elinden tuttu. Onu sürüklercesine eve götürdü. Gulaley sabaha kadar etrafındakilerin farkına varmadı. Tek bir şey söylüyordu: “İstemiyorum, yeniden yollara düşmek istemi-yorum”.
Sabah gün ağarırken uykuya daldı. Yeşil bir bahçedeydi. Etrafında çocuklar vardı. Üzerinde pembe çiçekli bir elbise, ellerinde güller, çocuklara bir şeyler anlatıyordu. Sonra birden kendini çalılıkların arasında siyah bir örtüye bürünmüş bir halde buluyordu. Gulaley kapının yumruklanmasıyla uyandı. Gelen Ferzat idi. Yanında iki polis duruyordu. Uykusuz bir gece geçirdiği belli olan Ferzat, Gulaley ve çocuklara hazırlanmalarını söyledi. Meryem bir çığlık attı. “Hayır ben burada kalıp okumak istiyorum. Doktor olmak istiyorum. Lütfen beni götürmeyin.”
Ferzat boğazında düğümlenen bir şeyi yutmaya çalışarak kızına emretti:
“-Meryem hemen hazırlan!”
...........
Gulaley kucağında bebek, etrafında çocuklarıyla eski binanın önündeydi. Birinin adını seslen-diğini duydu. Başını çevirdiğinde Halime Teyze’nin elindeki tepsiyle kendine doğru gelmekte olduğunu gördü. Yaşlı kadın “Neden?” diye mırıldandı. Polisler kadına “izinleri bitmiş gitmeleri gerek” dedi.
Yaşlı kadın polislere elindeki yemeği göstererek;
“-Bari çocuklar bir şey yesin” diye yalvardı.
Polislerden esmer olanı;
“-Çok vakit kaybettik, çabuk olsunlar” dedi.
Çocuklar aceleyle yerken Gulaley ve Ferzat onları izliyordu. “Ne olacak?” sorusu ikisini de düşün-dürüyordu.
Biraz sonra hepsi bir minibüse bindirildi. Halime Teyze arkalarından el sallarken Gulaley ‘in gözlerinden yaşlar dökülüyordu.
ATEŞ
Mitra uzun zamandır göğsündeki kitleden şikayetçiydi. Komiserliğin kendilerine verdiği kağıtla hastaneye gitmeleri gerekiyordu. Kızının ısrarı üzerine o gün hastaneye gitmeye karar verdi. Eski bir binaya kurulu olan hastanenin içi oldukça kalabalıktı. Yaşlılar, kadınlar ve çocuk-lar. Mitra bir ara geri dönmeyi düşündü ise de kızı Leyla’nın baskısıyla yerine oturmak zorunda kaldı. Sırasını beklerken uzaklara daldı. Memle-ketindeki hastaneleri hatırladı. Düşünceleri aile-sine, oradan tüm sevdiklerine yöneldi. Sol yanın-da bir sızı hissetti. Gayri ihtiyari elini sol göğsü-nün üzerine koyduğunu gören kızı telaşlandı: “Anne ağrın mı var?” “Ah zavallı çocuk ne kadar da telaş ediyor” diye düşündü. Ona cevap olarak sadece gülümsedi. İsmi okunduğunda birden heyecanlandı. Odaya doğru ilerlerken içinden dualar ediyordu.
Doktor kırk yaşlarında, esmer bir adamdı. Masasında oturmuş, “şikayetin ne?” diye soru-yordu. Bir ara başını kaldırıp gözlerine doğru baktı. Sonra uzanmasını söyledi. Mitra tedirgin bir şekilde uzandı. Doktorun kendisini muayene ederken sorduğu soruları anlamaya çalışıyordu. Doktorun ellerindeki dokunuş. Birden kadınsı bir sezgiyle doktorun niyetinin kötü olduğunu anlayıp onu elleriyle itti. Mitra başının döndü-ğünü hissediyordu. Her yer kararıyordu sanki. Adamın sesini duymuyordu. Odadan nasıl çıktığını bilemedi.
Leyla annesinin solgun bir şekilde odadan çıktığını görünce korktu. Kadıncağız onu sakin-leştirirken hâlâ kendinde değildi. Ne yapmalıydı? Doktoru şikayet etse, kimse ona inanmayacak; dava etse ailecek sınır dışı edileceklerdi. Susma-ya karar verdi.
Birkaç gün boyunca sustu Mitra. Bir köşeye çekilmiş hiç konuşmuyordu. Uzaklardan gelen sesler ilgisini çekmiyordu adeta. Kocası bir şey sorduğunda tek kelimeyle cevap veriyor ya da duymazlıktan geliyordu. Yalnız kalmaya o kadar çok ihtiyacı vardı ki. Yalnız kalıp saatlerce ağlamaya, içinde birikenleri birilerine anlatmaya.
Zaman zaman gözleri dalıyordu. Kızının “anne bir şeyin mi var?” sorusuna karşılık başını sallıyordu. Kızına bunu nasıl anlatabilirdi, nasıl onu da bu yüke ortak edebilirdi? Kocasına veya polise ne diyebilirdi ki? Mitra bir çemberde hissediyordu kendisini, içinden çıkamadığı bir ateş çemberinde.
Uykularında bile bir yangın yerindeydi sanki. O günü tekrar tekrar yaşıyordu. Hastaneyi, kori-dorları ve o doktoru görüyordu. Doktorun ellerini bir kor gibi hissediyordu bedeninde. Sözlerini sonra “çok güzel bir kadınsın”; “ilaçlara boş yere para verme bana gel, karşılığında çok ilaç veririm, para da veririm” diyen sesi ve yüzüne bakıp gülmesi. Kan ter içinde kalarak uyanıyordu. Yataktan kalkıp doğruca ellerini yüzünü yıkamaya koşuyordu. Kocası onun bu hareketine bir anlam veremiyor, çoğu zaman kızıyordu.
Bir gece yine kalktı ve banyoya gitti. Kapının arkasındaki çamaşır ipini alıp su borularına bağladı. Tam kendisini asacakken kızının kapıyı açıp çığlık atmasıyla kendisine geldi.
Yalvarıyordu kızı: “Neden anne, neden?”
O sabah oğlu, kızı, kocası bir araya gelip konuşma gereği duydular. Türkiye’ye gelişlerinin üçüncü yılıydı. Daha ne kadar burada kalacak-ları ya da nereye gidecekleri belli değildi. Mitra sessizce oturduğu köşeden onları izliyor-du. Uzun bir süre kızını süzdü. İran’dan buraya, dedesinin onu erken yaşta para için evlendir-mesinden korumak için kaçışları aklına geldi. Sonra burada yaşadıkları. Zavallı kız tek başına markete bile gidemiyordu. Bir ara Leyla’nın “Anne sen neden bir şey söylemiyorsun” sözlerini duydu.
“Ben” dedi sustu. “Gitmek istiyorum; ebediyen gitmek buralardan. Ve bakmamak bir daha arkama. Kirlenmişliğimden kurtulmak istiyo-rum. Bunun için kimsenin beni bulamayacağı bir yere kaçmak istiyorum” diyemedi. Yaşlı gözlerini kapatarak başını önüne eğdi.
Anlamsızdı aslında bu tartışma. Ülkelerine geri dönemezlerdi. Avrupa’da bir ülkeye gitmeleri şimdilik hayaldi. Bir kapana kıstırılmış zavallılar gibi beklemek zorundaydılar. Tecrit edilmişlerdi dünyadan. Artık kendi hallerinde yaşamaya mahkumdular. Kışın tüm sıkıntıları iki katına çıkacaktı. Ve onlar böylece bekleyecekti.
O gece yine bir kâbustaydı Mitra. Yine ateşler içinde hissediyordu kendisini. Bir ateş yaksam, atlasam içine, kurtulsam bu azaptan diye düşündü. Yanında uyuyan kocasına baktı. Anlatsa olanı biten inanır mıydı kendisine? Yoksa o da kendisini mi suçlardı? Ya onu boşarsa? Hayır hayır, ona anlatmamalıydı. Mitra dualar ederek uykuya daldı. Düşünde içindeki ateşin büyüyüp evi sardığını gördü.
Ertesi gün kızı ve oğlu markete gitmişti. Kocası ise televizyonun karşısında uyuyakalmıştı. Mitra yatağının altından çantasını çıkardı. Bundan yirmi yıl önce evlenirken başına örtülen al örtüyü eline aldı. Kokladı. Yıllar öncesinin mutluluğunu, temizliğini hissetti. Birden göğsüne bir ağrı saplandı. Ardından bir ses işitti:
“İlaç lazım olursa bana gel. Para vermen gerekmez.” Şaşkınlıkla etrafına bakındı. Evde kocası ve kendisinden başka kimse yoktu. Bu ses nereden gelmişti. Galiba deliriyorum diye söylendi kendi kendine. Yatağın kenarına oturdu. Elinde örtü geçmişe daldı. Evliliklerinin ilk günlerini hatırladı. Neşesini, mutluluğunu. Yüzü hüzünlendi birden; kocasının idamla yargılanışı geldi aklına. Onları bırakıp ülkeyi terk edişi. Kızıyordu için için kocasına. O böyle davranmasaydı ülkelerini terk etmeyeceklerdi. Başlarına burada yaşadıkları hiçbir şey gelme-yecekti. Mitra birden erkeklerin tümüne kızgın olduğunu fark etti. Yaşadıkları karşısında yapa-bildiği tek şeyin onlara içinden öfkelenmek olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Yalnız-lığını biraz daha duyumsadı.
Televizyonun karşısında uyuyan kocasına baktı. Onun bu kadar rahat uyumasını kıskandı. Günlerce uyuyamamış olmanın asabiliğini ilik-lerinde hissetti. Şuurunu kaybediyordu, düşün-mek onun için çok zor bir eylemdi artık. Biraz yüzünü yıkamak için girdiği banyoda yüzünü görünce irkildi. Gözlerinin altında morluklar oluşmuştu. Aynaya uzun uzun baktı. Birden aynanın alev alıp tutuştuğunu sandı. Yüzü yanıyordu. Musluğu açıp yüzünü yıkadı. Tekrar başını kaldırdığında bunun bir hayal olduğunu anladı. Sonra doktorun kendisine gülen yüzünü gördü aynada. Alevler yeniden canlandı. Mitra aynaya su atmaya başladı. Bir süre sonra bitkin düştü. Yere, ıslak betona diz üstü çöktüğünde köşedeki sepetin içinde geçen gece kızının kendisini kurtardıktan sonra bıraktığı ipi gördü. Dizlerinin üzerinde emekleyerek ipi aldı. Sonra ipi su borularına bağladı. Lavabonun altındaki plastik sandalyeye çıktı. İpi elinde tutarken aynaya doğru döndü. Alevlerin sönmek üzere olduğunu gördü. Kendisini suyla temizleye-meyeceğini düşünüyordu hâlâ. İpi boynuna geçirdi. Artık sesler duymuyor, hayaller de görmüyordu. Kendisini yavaşça bıraktı.
Dostları ilə paylaş: |