Bütün bunlarla birlikte, sadece Kırşehir’deki Caca Bey Medresesi’nin vakfi
yesinde yazılı ve hepsi de zamanla ortadan kalkmış yapıların varlığı bile, Selçuklu sanat ortamının, bu dönemin tarihî anılarıyla örülmüş ve kimisi başkent olan Konya, Aksaray, Sivas, Kayseri, Erzurum ya da Antalya’nın bugünkü kent dokuları içindeki seyrekleşmiş Ortaçağ maddi görüntülerine bakılarak yazılamayacağını da ortaya koyuyor. Nitekim, elimizdeki tek özgün Orta Çağ sokağının, Sivas’ta Çifte Minareli Medrese ile Keykâvus Şifahanesi arasında kalmış olması, Ortaçağ kültür mirası ve tarihî çevrenin korunması adına acınacak bir durumdur. Aynı gözlem, bütün Mevlevî kaynaklarında sözü edilen büyük fresk ya da kağıt üzerine yapılmış resim etkinliği için de yapılabilir. Bunlardan bugüne hiçbir şey kalmamış olması da, aynı anlayışla tahrip edilmiş olduklarını göstermektedir.
Diğer yandan sorun yalnızca, maddi çevreyi/kültürü oluşturan anıtların ya da artifaktların, büyük ölçüde ortadan kalkması da değildir; nitekim, başta camiler olmak üzere, özellikle ilk yapıldıkları dönemden başlayarak, çeşitli nedenlerle, devamlı değişiklikler ve ilâveler geçirerek günümüze ulaşmış ve çoğu özgün halini kaybetmiş yapılar da, Selçuklu mimarisi konusunda tutarlı yorumlar yapılmasını güçleştirmektedir. Bu bağlamda, Selçuklu başkenti Konya’da, Alâeddin Tepesi’ndeki camiyi, bugünkü durumuna bakarak, Melik Şah’ın İsfahan’daki Mescid-i Cuma’sı ile eş zamanlı yapıldığı halde, İran’ın eyvanlı cami tipinin Anadolu’da yerleşmemiş olduğuna kanıt olarak göstermek ne denli yanıltıcı ise, aynı şekilde, bir zamanlar saray camisi olarak da işlev gören bu yapıda, cephesinin yamalı hali ve iç mekândaki düzensizlikler ile avlusundaki hanedan türbesine bakılarak, Mainz, Speyer gibi Ren Katedralleri ya da Bizans İmparator mezarlarının yer aldığı ünlü Havariyun Kilisesinin görkemi ve özeni yanında, sunduğu sadelik ve tevazunun, Selçuklularda dini yapının prestij ve politikadan bağımsızlığını açıkladığı yorumu da o denli tartışma konusudur.
Biz, Selçuklu sanatını ya da daha genel anlamda Anadolu Orta Çağını, bağlı bulunduğu tarih kesitiyle birlikte, mukayeseli bir kültür tarihi yazıcılığı boyutunda henüz incelemeye başlamadık. Bu, sanat tarihinin, olguların üzerinde durmayan Ortaçağ vakanüvisliği tarzında, benzerlikleri çoğu kez tartışmalı biçimsel ilişkiler kurmaktan ibaret olmadığını anlamayı gerektiriyor. Böyle olmadığı içindir ki, bir tür topluluk refleksine dönüşmüş attitudeler halinde, neredeyse Selçuklu Çağı’ndaki her yaratmayı, genellikle Yakın Doğu veya Asya’daki Türk öncüllerine bağlama gayreti içine girilmekte, sözgelişi motif ya da figürlü temaların, hattâ kimi ahşap tekniklerinin kökenleri Asya prehistoryasının derinliklerinde ve Hun kurganlarında aranmaktadır. Fakat böyle bir yaklaşım, neden sözgelişi, İran’da, 14. yüzyılın başına ve hiç değilse Olcaytu zamanına kadar Moğol yasalarıyla yönetilen ve hâlâ şaman geleneklerine bağlı oldukları iddia edilen İlhanlılar Dönemi’nde bile Anadolu’daki gibi bir figürlü plastikten bahsedilemediğini, ayrıca Asya’da İslâmiyet’i kabul ederek varlığını 13. yüzyılın ilk yarısına kadar sürdürmüş olan Karahanlıların, belki de Şamanizm ile İslâm hukukunu uzlaştırmak çabası içinde, yazılı edebiyatta İslâm öncesi inançlarına referans verirken, binalarında ya da seramiklerinde bu (pagan?) inançları sergileyecek figüratif uygulamalara yer vermediğini açıklayamamaktadır.
Gerçi Anadolu’da, eşzamanlı olarak 11-12. yüzyıllar ve sonrası için İran’a ya da Asya’ya bağlanabilecek, birbirini etkileyen geçişli sanat gelişmeleri ve biçimsel yakınlıklar ya da birebir örtüşmeler vardır; nitekim böyle olmasa idi, ne Van Ulu Camii ne de Hasankeyf-Zeynel Bey Türbesi mimarlık tarihinde bir yere oturtulabilirdi; fakat köken sözkonusu olduğunda, özellikle Anadolu’nun çarpıcı zenginlikteki figür evrenini Asya’nın bronz çağına kadar geri götürmek fazla safdilliktir.
Bu bağlamda, sanki büyük bir yapı alanı, âdeta bir şantiyeye dönüşen 13. yüzyıl Anadolusu’nda, bu çağın ruhunu tam anlamıyla yansıtan Divriği Külliyesi’nin planında temel Euclidien geometrik tasarımların bulunması, hattâ yapıda yakın yıllarda keşfedilen ön tasarım ya da çalışma çizimlerinin Orta Çağ Batı mimarisi ile ilişkilendirilmesi ve özellikle Gotik Portal olarak tanımlanan Darüşşifa portalinde Haçlı seferleri sırasında
Batı kaynaklı bir mimar ve sanatçı hareketinin aranması artık doğaldır; kaldı ki, buradaki dekoratif taş tonozların, Büyük Selçuklu ülkelerinin dekoratif tuğla tonoz geleneği ile, Kafkasya’dan Suriye’ye kadar uzanan bölgedeki taş tonoz yapı geleneğinin etkileşimi sonucu ortaya çıktığı söylenmişken, yüksek kabartma heykel niteliğindeki dekoratif temaların, güneybatı Fransa’dan Moskova’nın batısına kadar yayılan geç Romanesk sanat ürünleri ile olan benzerliği, hattâ daha genel anlamda bunların Orta Doğu’daki Latin modelleriyle biçimsel ilişkileri henüz yeni tartışmaya açılmaktadır. Bu doğrultuda, Divriği Külliyesi’nden Antalya’daki gotik etkili kimi yapı parçası ya da yapı ölçeğindeki kitâbelere ve Alanya’da Tophane Burcu’ndaki mâchicoulis’lere (Arap dünyasında maşrabiye olarak bilinen cumbalı çıkmanın kökeninin bu mimari biçime dayanması ihtimal dahilindedir) kadar bir dizi örneğin, Doğu Akdeniz çevresindeki uygarlık alanlarıyla ilişkisi sorgu
lanabilir. Bu husus, 14. yüzyıldan Niğde-Sungur Bey Camii’nin iç strüktürü kadar doğu portalindeki kaburgalı haç tonoz ve yuvarlak pencerelerin de, 13. yüzyılın sonlarına ait Suriye’deki geç Gotik stildeki bir Haçlı kalesi olan Krac des Chevaliers ile olan yakın ilişkisini de aydınlatabilecektir.
Şüphesiz bunlar, Ortaçağ’da mimari çevrenin, kollektif bir çalışma alanı olarak şekillendiği gerçeğini değiştirmiyor; bu, bir yandan patronage’ın, diğer yandan da etnik kimlikleri konusunda Tiflisli, Ahlatlı, Hoylu, Konyalı, Halepli, Merendli ya da Şamlı olmaları dışında yaptıklarından başka bir şey bilmediğimiz, aralarında bölge farkları hariç milliyet farkı olmayan ve ortak bir kültür ortamını paylaşan sanatçıların meydana getirdiği, kimilerine göre kültürel bir bütünlüğü barındırmayan, kimilerine göre de kendi klasiğine ulaşmadan son bulmuş ve ulusal olmayan bir dünya görüşünün geçerli olduğu bir Orta Çağ panoramasıdır.
Böyle bir çağ, Tanpınar’ın deyimiyle,“muhtelif memleketlere mensup büyük bir Türk kalabalığının yanı sıra, Rum ve Ermeniler, Gürcüler, Bizanslılar, Suriyeli, Mısırlı, Iraklılar, Lâtin tüccarlar, Horezmliler, Haçlı döküntüleri, Çin’e kadar uzanan ülkelerin insanlarının” yaşadığı bir panorama içinde, Anadolu insanını yoğuran fikri ve spiritüel akımlar da şekillenmiş; İslâm ülkelerine mensup şeyhler ve fakihler ile herbirinin sözünü dinleyecek bir grup insan, göçebe ya da kentli biraraya gelmiş, ayrıca birçok tarikat de ortaya çıkmıştır. Halkın bu dinî ve mistik eğilimleri yanında, Sultanların, Vezirlerin, Melîk ya da Emîrlerin de şair ve filozoflarla zenginleşen yüksek düzeyli bir kültür çevreleri vardı. Nitekim Rükneddin Süleyman Şah’ın filozof Şehâbeddîn Sühreverdi ile yakınlığı, I. Alâeddin Keykubad’ın Mevlâna ailesini Türkiye’ye getirterek onlara ülkenin gerçek sultanlarıymış gibi davrandığı, III. Keyhüsrev’in yetişmesinde Kadı Nurüddîn gibi bir bilim adamının büyük rol oynadığı, ünlü Selçuklu veziri Sahib İsfehanî’nin meclisinde Tebrizli Mevlâna Taceddin ile her ilimden konuşmalar yaptığı ve daha sonra Tebrizli hattat Veliyüddin ile saatlerce hat çalıştığı bilinir. Bunlara, I. İzzeddin Keykâvus’a, daha şehzâdeliği sırasında Malatya’da başlayan eğitiminde dolaylı olarak etkisi bulunan İbn’ul-Arabî’nin yazdığı nasîhatnâme niteliğindeki mektubu da eklenebilir.
Bu haliyle, Selçuklu Türkiyesi’nde anıtsal mimarinin yapımını da elinde tutan Saray, sadece devletin yönetildiği en üst kurum değil, fakat toplumun tüm beceri ve yaratışlarının da en üst düzeyde gerçekleştiği bir çevreydi; fakat yine de, bu incelmiş yüksek kültürel ortamda, dünyanın her yerinde olduğu gibi, politik menfaat oyunlarının her türlüsüne rastlamak da mümkündü.
Şifahane ya da uluslararası ticaret yolları üzerinde yükselen hanlar gibi büyük kamu yapılarının inşaatını ve hizmetini, daha çok bu yönetim kurumu ve çevresi üstlenmiş gibidir. Bu bağlamda, Selçuklu çağında caminin dine bağlı bir prestij yapısı olmayıp yalnızca ibadet mekânı olarak görüldüğü ve Selçuklu Sultanlarının, Büyük Selçuklularla beraber kendilerine atfedilen din politikasını, Sünniliğin koruyucuları rolünü, dinî yapılarına yansıtmış görünmedikleri iddiasının gerçeği yansıttığı söylenebilir.
Burada Divriği örneğine tekrar geri dönmekte yarar var: Divriği’deki Ulu Camii ve Şifahane’den oluşan külliye, âdeta toplumun imgelerin dilini anlayarak onunla özdeşleştiği ve böyle bir dışa-vurumcu biçimi isteyecek rafine bir kıvama geldiğini gösteren olağanüstü mimari tasarım gücü ve motif zenginliğiyle, Ortaçağın sınırlarını aşan bir eserdir. Binanın planı ve mimari dekorun çarpıcı ayrıntıları, insanı bir an için, Asya’dan Yakın ve Orta Doğu’ya, Kafkasya’dan Azerbaycan ve İran’a uzanan geniş bir coğrafyaya mensup çeşitli sanatçıların sanki tek amaç doğrultusunda özenle seçilerek biraraya getirildiklerini ve binada çalıştıklarını kabule götürmektedir. Bu bağlamda, Divriği ile eseri yaptırtan Mengücekoğlu Ahmed Şah ve eşi Turan Melik’in durumu, garip bir şekilde, Floransa’yı Rönesans Avrupası’nın kültür merkezi haline getiren ve Ghiberti, Brunelleschi, Donatello, Alberti, Fra Angelico, Ucello, Boticelli ve Michelangelo gibi sanatçıların hamisi durumuna gelen Medici ailesini ve Cosimo il Vecchio’yu hatırlatmaktadır. Şüphesiz bu, abartılı bir yorumdur; fakat, Divriği örneği gibi, Konya’daki Sahip-Ata Camii ya da İnce Minareli Medrese portalleri, Karatay Medresesi kubbe iç bezemesinin çini kaplaması, Sivas’taki Gök Medrese, Buruciye ve Çifte Minareli Medrese portallerine, ya da Kayseri, Niğde, Tokat veya Malatya’daki anıtlara bakılarak, Selçuklu çağının, D. Kuban’ın deyimiyle, tıpkı Batı kültürünün Hıristiyan ikonografisi ağırlıklı resim ve heykel sanatlarıyla toplumun dünyadaki varlığına paralel bir ikinci sanal hayatı bu mediumlarla yaşatmasına benzer tarzda, bütün bir 13. yüzyıl Anadolusu’nda büyük bir kültürel dönüşüme öncülük edeceğini anlamak mümkün.
Gerçekten de, Batı’da günlük yaşamı, resim ve heykelle, romanla, tiyatro ve opera ile, müzikle birkaç kez yaratmanın bilimsel gözlemi geliştirme ve hayatı somut olarak kavrama yolunda en büyük mekanizma olmasına karşılık, bunun varlığının ve ilk adımlarının Selçuklu
çağında izlenip, sonradan yokolduğunun saptanması, acıklıdır. Ve herhalde bu dramatik tükenişin son tanığı da, 14. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’yu dolaşan Tancalı seyyah İbn Batuta olmuştur.
KAYNAKLAR
ALTUN, A., Ortaçağ Türk Mimarisinin Anahatları İçin Bir Özet, İstanbul. 1988.
GORDLEVSKI, V., Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara. 1988.
KUBAN, D., Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler, İstanbul. 1982.
KUBAN, D., “Selçuklu Sanat Dünyası”, Alâeddin’in Lambası, Anadolu’da Selçuklu Çağı Sanatı ve Alâeddin Keykubad, İstanbul. 2001, s., 24-29.
KURAN, A., Anadolu Medreseleri, I. Cilt, Ankara. 1969.
MÜLAYİM, S., Değişimin Tanıkları, Ortaçağ Türk Sanatında Süsleme ve İkonografi, İstanbul. 1999.
ÖGEL, S., Anadolu’nun Selçuklu Çehresi, İstanbul. 1994.
TANYELİ, U., Anadolu-Türk Kentinde Fiziksel Yapının Evrim Süreci (11. -15. yy), İstanbul. 1987.
TURAN, O., Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul. 1980 (3).
TURAN, O., Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul. 1993 (3).
TURAN, Ş., Türkiye-İtalya İlişkileri, I- Selçuklular’dan Bizans’ın Sona Erişine, İstanbul. 1990.
SÜMER, F., Yabanlu Pazarı, Selçuklular Devrinde Milletlerarası Büyük Bir Fuar, İstanbul. 1985.
Selçuk Kervansarayları
Prof. Dr. OSman Turan*
elçuk kervansarayları, XIII. asırda, Türkiye’nin iktisadi vaziyetini, memlekette cereyan eden ticari faaliyetleri ve devletin bu hususta takip etmiş olduğu siyaseti anlayabilmek için üzerinde durulması gereken çok dikkate şayan bir mevzudur. Selçuk tarihinin hemen her meselesi ve her mevzuu gibi, bunlar da, kitabeleri ve mimari ehemmiyetleri hakkındaki tasviri mahiyette mahdut bazı yazılar istisna edilecek olursa, henüz tarihi bakımdan ciddi hiçbir tetkike tabi tutulmamıştır ki, bunların mühim sayılacak olanları yeri geldikçe burada zikredilecektir. Uzaktan bakılınca bir kale, içlerine girildiği zaman bir yolun bir konak menzilinde kervan kafilelerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak bir teşkilata malik olan bu binalar; ne kemiyet ve ne de keyfiyet bakımından İslâm düyasının başka bölgelerinde emsaline rastlanamayacak bir kıymet taşırlar. Selçuk sultanları ve yüksek devlet adamları büyük ticaret yolları üzerinde hemen her menzillik (takriben 30-40 kilometre) mesafede bir kervansaray yaptırmışlardır. O şekilde ki, bu kervansarayların harabeleri bizim için bu devrin tarihi yollarını ve ehemmiyetlerini tespit edecek canlı vesikalardır. Fakat Selçuk Devri’nin ticari faaliyetlerini anlamak için kervansarayların tetkiki ne kadar lüzumlu için kervansarayları doğuran amilleri ana hatlarıyla bilmek de o nispette zaruridir. Bu münasebetle bu husus için çok umumi de olsa, burada kısa bir bilgi vermek faydalıdır.
I.
Anadolu’nun Müslüman ve Hıristiyan kavimler arasında bir köprü vazifesini görüp dünya ticareti bakımından büyük bir ehemmiyet kazanması Selçuk istilasının mes’ud neticelerinden biridir. Memleket Bizans idaresinde iken dünya ticaretinin aldığı istikamet de içerisinde bulunduğu şartlar bu topraklar için hiç de müsait değildi. İslâm ve Hıristiyan âleminin çarpışma sahası olan Anadolu, bu münasebetle muntazam ve geniş ticari münasebetlere elverişli olmadığı gibi, harplerin verdiği tahribât da iktisadi inkişafa engel idi. Bundan dolayı asırlarca medeni İslâm memleketlerinde rağbetle aranan Şimalin kürkleri, bütün İslâm devletlerinin ordularını besleyen ve yüksek sınıfların saraylarını dolduran köle ve cariyeleri, en yakın ve tabii bir yol olan Anadolu’dan değil, ancak Harezm ve İran vasıtasıyla gidip İslâm ülkelerine dağılıyordu. Diğer taraftan kara yolları gibi, XI. asıra kadar, deniz yollarının aldığı istikamet de Anadolu’yu tamamıyla bunların yarattığı ticari faaliyetler dışında bırakıyordu:
Akdeniz’in doğu, batı ve güney kıyıları İslâm kavimlerinin eline geçtikten ve geçit yerleri onlar tarafından işgal edildikten sonra bu deniz, bir İslâm gölü haline geldi.1 Bu durum Avrupa’da şehir hayatını ve iktisadi imkânları felce uğratarak feodal (derebeylik) cemiyetin doğmasına neden oldu. Bu suretle yalnız Müslüman ticaretine münhasır kalan Akdeniz gemicilerinin Anadolu limanlarına uğramalarına lüzum ve imkân kalmamıştı. Müslüman hakimiyetinde iken Akdeniz ticaretinin istikameti Orta Asya’dan Bağdat’a, oradan da Suriye limanları vasıtasıyla Afrika ve Endülüs limanlarına yöneliyordu. Bu umumi çizgiler, Bizanslılar idaresinde iken Anadolu’nun maruz bulunduğu iktisadi gerilemenin sebeplerini izah eder.
Selçuk istilası Anadolu’yu İslâm dünyasının geniş iktisadi ve ticari faaliyetleri çerçevesine sokmakla, bu ülkenin tarihinde yeni bir devir açıldı. Ancak cenuptaki medeni İslâm memleketleriyle şimal kavimleri arasında cereyan eden ticari mübadeleler için siyasi engeller ortadan kalkarak Anadolu yolu büyük bir ehemmiyet kazandı. Fakat bu vaziyet, Selçuk istilası vuku bulur bulmaz birden teessüs edemedi. Bunun için önce Bizans ve Haçlı taarruzlarını kırmak ve rakip hanedanları ortadan kaldırarak
Anadolu’da milli birliği kurmak gerekiyordu. Gerçekten ancak bu şartların sağlandığı XII. asrın sonlarına doğrudur ki, Türkiye’de ticari faaliyetler geniş bir ölçüde başladı ve memleket her türlü medeni gelişmeler için imkân bulabildi. Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri sırasında Akdeniz ticaretinde vukua gelen inkılap da, Türkiye’de şimal-cenup istikametinde tekasüf eden ticari faaliyete muvazi olarak şark-garp istikametinde, ikinci bir faaliyetin doğmasına sebep oldu. Selçuklulardan önce İslâmlar, Hıristiyanlara karşı karalarda gerilerken, denizlerde bir müddet daha mevkilerini muhafaza edebilmişlerdi. Fakat X. asrın sonlarında İslâmlar, fatih Türkler sayesinde karalarda tekrar ilerlemeye başladıkları zaman denizlerde sür’atle çekilmeye mecbur kaldılar. Bu suretle, evvelki devrin aksine olarak, Akdeniz ticareti tamamıyla Hıristiyan kavimlerin eline geçti. Bu ticari faaliyetler, garpta iktisadi ve medeni hayatın gelişmesine ve yükselmesine, binaenaleyh Hıristiyan ve Müslüman kavimler arasında geniş bir nispette münabebetlerin başlamasına, fikri sahada olduğu gibi, maddi mahsuller hususunda da büyük bir ölçüde müdadelelere yol açtı. İşte o zamanki medeni dünyanın ortasında bulunan Türkiye’nin milletlerarası bir köprü haline gelmesi bu umumi şartların bir neticesidir.
Selçuk Türkiye’sinde cereyan ettiğini müşahede ettiğimiz büyük ticari faaliyetlerin birinci saiki, bu umumi şartların Türkiye lehinde gelişmesi ise, ikincisi hiç şüphesiz, Selçuk Devleti’nin güttüğünü gördüğümüz çok dikkate şayan iktisadi ve ticari siyasetidir. Filhakika II. Kılıçarslan, I. Gıyaseddin Keyhusrev, I. İzzeddin Keykavus ve I. Alaaddin Keykubad gibi bu devrin büyük ve ileri görüşlü sultanlarının, bu umumi şartların ehemmiyetini tamamıyla kavrayarak, iktisadi ve ticari faaliyetleri artırmak için çeşitli vasıtalara, birçok koruyucu ve teşvik edici tedbirlere başvurduklarını görüyoruz. Onlar fetihlerini, ticaret yollarını emniyet altında bulundurmak, iktisadi gayeleri ilk plana almak suretiyle yapmış ve ona göre ayarlamışlardır.
Bu gaye, bizzat devrin kaynaklarında da açık olarak gösterilmektedir. Sinop ve Antalya gibi memleketin giriş ve çıkış limanlarında ticari mübadeleleri kolaylaştırmak ve geliştirmek için, bu şehirlere büyük sermayeli tüccarlar yerleştirdiler ve onlara her türlü yardımlarda bulundular. Türkiye’ye gelen yabancı tüccarlara imtiyazlar verdiler, en az bir gümrük tarifesi tatbik ettiler. Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan veya emtiası denizde batan tüccarların malları devlet hazinesinden tazmin edilmekte idi ki, bu Selçuk Devleti’nin bir devlet sigortası tatbik ettiğini gösterir. Bu keyfiyet, dünya ticareti tarihi için de çok ehemmiyetlidir. Zira ticaret tarihiyle uğraşanlar, sigorta müessesesinin zuhurunu ancak XIV. asra, Ceneviz ve Venediklilere kadar çıkarmaktadırlar. Devletin giriştiği bu tedbirler arasında ticaret kervanlarının, bazı yollarda, askeri müfrezeler idaresinde sevk edilmesi, tenha yerler ve geçitler gibi
tehlikeli sahalarda muhafız kuvvetler bulundurması keyfiyeti de dikkate şayandır. Gerçekten bir Orta Çağ devleti ne kadar kuvvetli ve asayişi ne kadar sağlam bir surette temin etmiş olursa olsun, o zamanki şartlara göre zengin emtia nakleden kervanların hudutlarda düşman çapulcularına, içerilerde göçebe ve eşkıya baskınlarına hedef teşkil edecekleri gözönüne getirilecek olursa, bu tedbirlerin lüzum ve ehemmiyeti kendiliğinden anlaşılır. Esasen buna Selçukluların tesirinde bulunan çağdaş diğer bazı komşu devletler de rastlamaktayız.2
II.
İşte Selçuk kervansaraylarının vücut bulması, kısaca işaret ettiğimiz bu umumi şartların ve güdülen bu ticari siyasetin bir neticesidir. En ehemmiyetli Selçuk kervansarayları, yukarıda işaret ettiğimiz üzere, Anadolu’yu şark-garp, şimal-cenup istikametinde kateden iki büyük milletlerarası ticaret yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu yollardan şark-garp istikametinde olanı Antalya ve Alâiye’den başlayarak Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a varır. Moğollar zamanında Küçük Ermenistan’ın ticari ehemmiyet kazanması neticesinde, orada, Ceyhan nehrinin biraz şarkında bulunan Yumurtalık (Ayas-Lajazzo) limanı inkişaf ederek Antalya’ya rakip olmuştu. Buradan Türkiye’ye giren Garp emtiası, Küçük Ermenistan içinden geçerek Konya veya Kayseri istikametlerinde Türkiye’ye gelir ve ana yolla birleşirdi. Konya-Akşehir istikametinde giden ikinci derecede bir yol İstanbul’a ve Garp Anadolu vadilerine vasıl olurdu. Tarihi kaynaklara ve bugünkü harabelerine göre bu yol üzerinde bulunan başlıca kervansaraylar şunlardır: Alaiye civarında Şerefzah Han’ından (II. Keyhusrev) şimale doğru menzil menzil sıra ile Evdir Han (I. İzzeddin Kaykavus), Kırkgöz Hanı (II. Keyhusrev),3 Susuz Han ve İncir Hanı4 (Burdur ve Isparta civarında, II. Keyhusrev), Uluborlu’ya bağlı Dadil köyünde Er-tokuş (I. Keyhusrev-I. Keykubad zamanı),5 Akşehir’in garbında İshaklı Hanı (Sahib Fahreddin Ali),6 Akşehir ile Ilgın arasında Altun-aba (Argıt Hanı)7 gibi kervansaraylar vardır. Konya, Aksaray ve Kayseri arasında Zencirlü, Obruk, Kaymak, Zazatin (Sadeddin Köpek), II. Kılıçarslan, Alaaddin Keykubad, Aksaray-Ürgüp arasında Hoca Mesud, Alai (Nevşehir yolunda), Pervane, Ağzıkara, Latif kervansarayları bulunmaktadır.8 Şimal-cenup istikametindeki yol Türkiye’ye, Mısır, Suriye veya Avrupa limanlarından deniz vasıtasıyla gelindiğine göre Antalya, Alâiye ve Yumurtalık vasıtasiyle dahil olur; Kayseri’den Sivas’a kadar birinci yolla birleşir; veyahut Suriye, Irak
karayolu Elbistan-Kayseri istikametinde devam ederek Sivas’tan Tokat vasıtasıyla Sinop, Samsun limanlarına, oradan da deniz yoluyla, şimalin Kırım sahilinde en mühim limanı olan, Suğdak’a vâsıl olurdu. Bu yol, Elbistan’da Malatya, Diyarbekir vasıtasıyla Şarkî Anadolu ve Irak’a ikinci bir kol verir. Bu ana yol üzerinde Kayseri’nin 40 kilometre şarkında Karatay, Kayseri ile Sivas arasında, Kayseri’den 40 kilometre ileride, Sultan Hanı (I. Keykubâd), Lala; Sivas ile Tokat arasında sıra ile Yenihan (İlhaniler zamanı), Çiftlik Hanı, Tokat ile Zile arasında Hatun Hanı (Pazar Hanı, II. Gıyâseddin Keyhusrev), daha ileride Âzine-Pazar Hanı9 gibi meşhûr kervansaraylar mevcuttur ki, bütün bunlar ve bulundukları yollar ciddî arkeolojik tetkiklere muhtaçtırlar. Bu büyük kervansarayların hemen hepsinin XIII. asra ait olması bu devrin iktisadî ve ticarî vaziyetinin ne kadar ehemmiyet arz ettiğini göstermeye kâfidir.10 Filhakika kervansarayların vücut bulması ile ticarî faaliyetler arasında sıkı bir muvazilik göze çarpar. II. Kılıçarslan zamanında siyasî gelişme ile birlikte ticarî faaliyetler sür’atle inkişafa başlarken bununla ahenkli olarak kervansarayların da inşa edildiği görülmektedir.
Sultanlara ait ilk kervansaray, II. Kılıçarslan tarafından Aksaray civarında yapılmıştır.11 Bu hâdise, bu sultanın Aksaray şehrini kurarak burada büyük binalar, saraylar, medreseler inşa ettirmesi, oraya Azerbaycan vesair yerlerden Müslüman halkı, gâzîler, âlimler, tüccarlar getirerek yerleştirmesiyla alâkalıdır.12 Bundan sonra aynı sebepler dolayısıyla kervansaray inşası sür’atle ilerler ve XIII. asrın ikinci yarısına kadar devam eder. II. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında, hükümdarın zayıf bir şahsiyet olmasına rağmen, ticarî zaruretler ve iktisadî gelişmeler dolayısıyla, babası Keykubâd zamanındaki gibi kervansaray yapma işleri bütün hızıyla devam etmiştir ki, bunu bu devre ait kervansarayların kitâbeleri göstermektedir.
III.
Selçuk kervansaraylarının yapıldığı yerler ve bulundukları yollar ile mimarî vaziyetleri gibi hususlar üzerinde duracak değiliz. Burada onların tarihî ehemmiyet ve rollere hakkında kaynakların verdiği haberler nispetinde malûmat vereceğiz. Bu yalnız Selçuk kervansarayları için değil, şimdiye kadar hiç araştırılmamış olan diğer devirlere ait kervansarayların mahiyetini anlamak bakımından da faydalı olacaktır.
Selçuk kervansarayları askerî bakımdan haiz oldukları ehemmiyet dışında, yukarıda işaret ettiğimiz ticarî siyâset icabı olarak, iki mühim gayeyi gözönünde bulundurmak suretiyle inşa edilmişlerdir:
1. Zengin ticarî emtia nakleden kervanlara, hudut civarlarında düşman çapulcularından, göçebe ve eşkıya baskınlarından koruyacak emniyetli konak yerleri sağlamak. Bundan dolayıdır ki, bunlar müstahkem surlarla çevrilmiş; surları üzerinde kule ve burçlar inşa edilmiş; kapıları demirden yapılmış ve bu suretle her türlü tehlikelere karşı koyabilecek bir müdafaa tertibatıyla teçhiz edilmişlerdir. Kervansarayların sağladığı emniyeti, haiz oldukları müdafaa kudretini anlamak ve ticarî faaliyetlerdeki rollerini meydana koyabilmek için Kerimeddin Aksarayî’nin zikrettiği bir vaka bu bakımdan bizim için çok ehemmiyetlidir: Konya-Aksaray yolu üzerinde (Aksaray’a bir menzil mesafede) bulunan Alâaddin Keykubâd Hanı, Karamanlılar ile Memreş adlı bir Türk beyi arasında vuku bulan bir muharebede tahribe uğramış ve iki burcu yıkılmıştı. Bu yıkıklık dolayısıyla Konya-Aksaray yolu, emniyetsiz bir hale geldiğinden, birkaç yıl işlemez oldu. Bu sırada (XIV. asrın başları) müellif Kerimeddin, Gazan Han’ın yarlığı ile Selçuk ülkesi vakıflarına nâzır olunca, yıkılan bu iki burcu yaptırdı ve sâyede yol eski revnakını kazanarak işlemeye başladı. Fakat bu defa, Anadolu’da zulmüyle meşhûr olan, Moğol kumandanı İrincin kendisine karşı ayaklanan İlyas adlı bir Türk bey ile mücadeleye girişti. İlyas İrincin’e karşı dayanamadığı için bu kervansaraya sığındı.
Dostları ilə paylaş: |