Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə49/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   45   46   47   48   49   50   51   52   ...   178

Melâmetiyyenin ortaya çıkışı, Hicret’in II. asrının son yarısına rastlamaktadır. Bu oluşum, H. III. asırda tamamıyla yayılmıştır.25 Melâmetin levm kelimesinden türediğini biliyoruz. Bu, “kınama” anlamına gelmektedir. Melâmetîler Kur’an-ı Kerim’in V. suresindeki bir ayete isnad etmektedirler. Melâmetî, ululuktan, kendini göstermekten, halkın sevgi ve saygısını kazanmak kaydından geçen, kerameti, insana benlik verdiği için erkeklerin hayız görmesi sayan, kendini herkesten aşağı, herkesi kendinden üstün gören, giyim-kuşam özelliğiyle, tekkeyle, vakıftan hazır yemek yemekle, zikirle, vecde gelip bağırıp çağırmayla kendini göstermeye çalışmayan, halktan hiçbir suretle ayrılmayan, kazancıyla geçinen, iç yüzden Hakk’la, dış yüzden halkla beraber olan, hatta, halkın saygısını, sevgisini bir kayıt bildiğinden nafile ibadetleri bile gizleyen, buna karşılık, onların kınamasından ürkmeyen, hatta hatta, bu yüzden de halka kendisini kötü gösteren kişidir.26 Melâmetin birçok tarifi yapılmıştır. Mesela melâmetîliğin kurucusu olarak kabul edilen Hamdun el-Kassar’ın tarifi şöyledir: “Melâmetiyye tariki, insanlara karşı her nevi debdebeden ehl-i hal olarak feragat ve herhangi sıfat ve hareketi tasdik ettirmek hususunda sarf-ı mesaiden istinkaftır. Senden Cenab-Hakk’a rücû eden bir meselede levm-i layim sana kat’iyyen isabet etmesün”.27

Melâmetîliğin dayandığı genel nazari esas, bu mezhep erbabının nefse karşı karamsar bir gözle bakması ve

onu yenmek ve ezmek, itham etmek ve ilim, amel, hal ve ibadet diye ona nispet olunan her şeyden onu mahrum etmek için bir meşrep oluşturma ihtiyacını hissetmeleri şeklinde belirtilebilir. Tasavvuf ehlinin dünya görüşlerine ve onların aşırı derecede zahitlik şeklini benimseyerek, bir derecede tekkelerin ve vakıfların kaynaklarından geçinmeyi kendilerine şiar edinenlere karşı; herkesin kendi gücü ölçüsünde geçinebilmesi gerektiği görüşüne sahip olmak üzere bir işle, bir sanatla iştigal etmesi prensibini kabullenmişlerdir. Melâmetîlikteki bu nokta; fütüvvetin melâmetiyyeyi teşkilatlandırdığı göz önüne getirilirse, fütüvvetteki bir iş, bir sanat sahibi olma prensibinin nereden kaynaklandığı daha iyi anlaşılacaktır. Gerek melâmet, gerek fütüvvet, bu yollara girenleri dünyadan çekmeyen, bilakis dünyaya ve hayata bağlayan, ana prensiplere sahip yollardı. Mistik olmakla beraber, kuvvetli dünyevî prensipleri de bulunan bu yollar, birer tarikat olmadığından birçok tarikat ehli, melâmet neşesine sahip olabiliyor, yahut melâmet yoluna da girebiliyordu. Sanat ehli olan veya esnaftan bir bölüğe mensup bulunan tarikat erbabı da meslekleri gereği, tabiatıyla fütüvvet yoluna girmiş oluyordu.28

Neticede ilk ortaya çıkışları itibarıyla fütüvvet ve melâmet arasında yakın bir ilişki vardır. Birincisi ikincisinden önce doğmuş, ilk ortaya çıkışı sırasında iktisadî hayatla doğrudan münasebetdâr olmamış, fakat melâmet ise olmuştur. Daha sonra ise fütüvvet, melâmetîliğin etkisiyle iktisâdî bir teşkilat şekline dönüşmeye başlamıştır.29 Zira melâmet ve fütüvvet ehlinin diğer tasavvuf ehlinden farkları, hayat mücadelesinde aktif olmalarıdır.30 Fütüvvette ve daha sonra Anadolu’da ahilik şeklinde tezâhür eden teşkilatta bu tesirin, mevcûdiyeti kabul edilmektedir.

Fütüvvet ve Mesleki Bir Kurum Olarak Ahilik

Halife Nâsır’ın, başıboş ve dağınık bir durumda bulunan fütüvvet gruplarını kendi şahsında birleştirme ve hilâfetin prestijini koruma yolunda büyük gayretler içerisinde olduğundan daha önce bahsetmiştik. Halife esas gayesini gerçekleştirmek için komşu ülkelere fütüvvet cihazı denilen ka‘sul-fütüvve ve libasu’l-fütüvveyi gönderip onların da bu teşkilata girmelerini sağlamıştı. O zamanlarda Anadolu Selçuklu Hükümdarı I. İzzeddin Keykavus da bu teşkilata alınmıştı. Bahsedilen fütüvvet cihazı bu sultana da gelmiş, sultan da hem fütüvvet kâsesinden içerek, hem de fütüvvet şalvarını giyerek bu teşkilata dahil olmuştu. İşte Anadolu’da meydana gelen bu gelişmelerin, burada fütüvvetin değişik bir biçimde teşkilatlanıp, gelişip yayılmasında oldukça önemli rollere sahip olduğu kabul edilmelidir.31 Artık, fütüvvetin Anadolu’da değişik şartların yönlendirmesi neticesinde aldığı şekle ahilik diyoruz.

Metodolojik olarak öncelikle Ahi tabirinin tanımından başlamak gerekir. Ahi: Arapça bir kelime olup erkek kardeşim manasına gelmektedir. Bu kelimenin Divanu Lügati’t-Türk ve Kutadgu Bilig gibi eski Türkçe eserlerde geçen cömert, eli açık, âlicenâp gibi anlamlara gelen akı kelimesinden; “k” harfinin yumuşayarak “h” şekline dönüşmesi sonucu ortaya çıktığı görüşü de bulunmaktadır.32 Fakat, kelimenin sadece anlam bakımından değerlendirilmesi araştırmacıyı, sosyal olayları ve oluşumları, tarihî ve kültürel altyapılarını ortaya koymadan açıklamaya çalışma yanlışlığına götürür.

Ahilik, ilk eserlerde ve fütüvvetnâmelerde daha ziyade ehl-i fütüvvet diye zikredilir. Ahi tabiri daha sonralarıdır ve en fazla kuruluşa mensup olanlar arasında kullanılmaktadır.33 Fütüvvet ehlinin şeyhlerine “Ahı” denmesi konusuyla alâkalı olarak muhtemelen şu sonuca ulaşılabilir. Fütüvvet ehlinin şeyhleri olan kişiler, fütüvvetin Anadolu’da geçirdiği tekâmüle paralel olarak, özellikle XIII. asrın ortalarından itibaren merkezî otoritenin gücünü kaybetmesi sonucu, zamanla bu şeyhler ve etrafındaki taraftarları otorite boşluğundan faydalanarak birçok yerde etkinlik gösterdiler.

Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus zamanında halifenin, onu Fütüvvet Teşkilatı’na almak için elçi göndermesinden sonra, Anadolu’da fütüvvet hareketinin yayılmaya başladığı bilinmektedir. Keykavus’un ölümünden sonra yerine geçen I. Alaeddin Keykubad Dönemi’nde de yine aynı halifenin gönderdiği elçilik heyeti vasıtasıyla fütüvvet hareketinin yayılması hızlanmıştır. Aynı şekilde I. Keykubad da Fütüvvet Teşkilatı’na girmiştir.34 Fütüvvetin Anadolu’ya yerleşip nasıl bir gelişme gösterdiği konusunda, Köprülü’nün tespitleri gerçekten anlamlıdır: “Büyük bir ihtimalle, I. İzzeddin Keykavus’un Fütüvvet Teşkilatı’na girmesinden sonra, bu teşkilat Anadolu merkezlerinde daha kuvvetlenmiş, devrin umumi temayülüne ve Anadolu’nun manevi muhitindeki fikri cereyanlara uyarak biraz tasavvufi bir renk de almış, bir taraftan korporasyonlara hulûl ederek onlardan kuvvet aldığı gibi, kendisi de onları canlandırmış, diğer taraftan da köylere kadar yayılarak Alplar teşkilatı ile de, yani toprak sahibi sipahilerle de münasebet peyda etmiştir. XIII. asrın ikinci nısfından XIV. asra kadar Anadolu’da birtakım büyük devlet ricalinin, kadıların, müderrislerin, muhtelif tarikatlara mensup şeyhlerin, büyük tacirlerin Fütüvvet Teşkilatı’na dahil olduklarını görüyoruz ki, bu, teşkilatın içtimâî kıymetinin yükseldiğine alamettir. Fütüvvet prensiplerinin bu suretle kuvvetlenerek esnaf korporasyonlarına girmesi, yani bu teşkilatın fütüvvet kadrosu içinde yeniden tanzimi, Anadolu’da XIII. asrın ilk yirmi beş yılından sonra vukua gelmiş olmalıdır”.35

Yukarıdaki cümlelerle, Ahi zümrelerinde var olduğunu belirttiğimiz tasavvufi özelliklerin, o dönemde Anadolu’ya yönelen büyük göçlerle şekillendiği de doğrulanmış olmaktadır. Çünkü, doğuda Moğol istilası önünden, özellikle Anadolu’ya büyük bir Türkmen göçü vuku bulmuştur. Bu göç esnasında, daha doğrusu Anadolu’ya akın akın gelen kitleler içerisinde alimler, dervişler, mutasavvıflar vs. de mevcut idi ve buranın dinî-içtimaî ve kültürel yapısının şekillenmesinde önemli etkiler meydana getirmişlerdir. Anadolu’nun bu yeniden yapılanmasında meydana gelen gelişmeler meyânında Türkleşme ve İslamlaşma meselesi de bu olaylarla doğrudan bağlantılı bulunmak bakımından büyük bir öneme sahiptir.

Burada, ilk durumu itibariyle Ahiliğin sadece bir esnaf teşkilatı olmadığını belirtmek gerekir. Zira onlarda sûfî nitelikler mevcuttu. Köprülü de, zamanında Ahi teşkilatının herhangi bir esnaf topluluğu olmadığını ve o teşkilat üzerine istinad eden, akidelerini o vasıta ile yayan bir tarikat kabul edilebileceği fikrini ileri sürmüştü.36 Fakat tarikat fikrinden daha sonra vazgeçmişti.37 İlk dönem Ahilerdeki sûfî niteliklerin mevcut olduğunu, onların teşkilatlarının tüzükleri durumunda bulunan Ahi fütüvvetnâmelerine dayanarak söyleyebiliriz. Hatta, bazı ahi çevrelerinde, diğer yerlere nazaran, daha koyu bir dervişlik temayülü mevcuttur ve bazı ahi müesseseleri yakın zamanlara kadar derviş tekkeleri olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Buna güzel bir örnek de, meşhur ahi velisi Ahi Evren’e kadar dayanan Kırşehir Tekkesi’nin, bir Bektaşi Tekkesi olarak yakın zamana kadar mevcut olmasıdır.38 Bilindiği gibi Ahi teşkilatındaki meslekî yapı, fütüvvetin Anadolu’ya gelişinden daha sonraki döneme isabet etmektedir.

Ahi teşkilatının bizde daha çok bilinen ve kabul edilen yönü iktisadî saha ile olanıdır. Fakat bu teşkilatın sûfî karakterleri, içerisinde barındırdığını kabul etmemiz gerekmektedir. Teşkilatta bu yapı, varlığını devam ettirmekte, buna paralel olarak meslekî yapılanmalar da kendini göstermektedir. Bu dönemde Anadolu’nun dini-içtimaî ve iktisadî yapılanma sürecine girmesinin de bu oluşumların meydana gelmesinde etkili olduğu dikkat çekmektedir. Özellikle Ahilikteki meslekî yapının ağır basmaya başlaması, yine Moğol tazyiki dönemi ve sonraki dönemlere rastlamaktadır. Fütüvvet hareketi Anadolu’ya geldikten sonra gelişmeye devam etmiş, fakat şehirli bir yapıya sahip olan bu hareket Anadolu’nun eski şehir kültürü zemininde özellikle orta halli halk tabakası arasında daha çok gelişme göstermiştir.39 Bizde bazı araştırıcılar tarafından Türklere has bir teşkilat olarak kabul edilen Ahiliğin kurucusu olarak Ahi Evren’in kabul edilmesi pek doğru görünmemektedir. Onun doğudan gelen büyük sûfîler arasında bulunması itibariyle, bu teşkilatın kurucusu değil, fakat gelişmesinde büyük roller oynayan ve aynı zamanda Ahiliğin tasavvufî bir kurum olduğunun canlı bir delili olarak büyük bir sûfî olduğunun kabul edilmesi daha gerçekçi olur zannındayız. Zira ahiliği, fütüvvetten ayrı olarak telakki etmek, fütüvvetin geçirdiği oluşum ve gelişim seyrini göz ardı etmek olur ki, bu doğru değildir.40

Anadolu Selçukluları Dönemi’nde Ahilerin daha çok içtimaî, siyasî ve askerî sahalarda etkili olduklarına dair, Anadolu Selçuklu tarihinin en önemli kaynağı sayılan İbn Bîbî’nin El-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye,41 Aksarayî’nin “Müsâmeretü’l-Ahbâr”,42 Eflâkî’nin Menâkibu’l-Arifîn43 ve Anonim Selçuknâme44 gibi eserlerde önemli bilgiler mevcuttur.

Selçuklu Dönemi’nin aksine Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarına gelindiğinde, Anadolu Ahileri hakkında çok önemli bilgiler veren dünyaca ünlü seyyah İbn Batuta’nın gözlemlerine sahip oluyoruz. Bu seyahatname, bugün XIII. ve XIV. asır Anadolu tarihinin çok çeşitli sahalarında çalışan araştırmacılar için en önemli ana kaynaklardan biri olma özelliğine sahiptir. Bilhassa Ahilik üzerinde yapılan çalışmalar için vazgeçilmez bir kaynaktır. Anadolu’ya Alanya yoluyla giren seyyah, burada birçok şehir ve kasabaya uğramış, gittiği her yerde de ahilerden ve ahi zâviyelerinden bahsetmiştir. Onun ahilerle görüşüp onlar hakkında edindiği izlenimler ve ahi zâviyelerindeki misafirliği sırasında, ahilerin yaşantıları hakkında verdiği bilgiler bizim için çok önemlidir. Bu bilgi ve gözlemler, bunların da çoğunun bir iş ve sanat sahibi olduğunu, dolayısıyla, artık Ahi teşkilatının bundan önceki döneme göre tamamen farklı bir yapıya bürünerek meslekî tarafı ağırlık kazanan bir teşekkül haline geldiğini göstermektedir. Bunun yanında siyasî güçlerinin de devam ettiğini seyyahın şu sözleri teyit etmektedir: “Öte yandan bulundukları yerlerdeki zorbaları yola getirir, herhangi bir sebeple bunlara iltihak eden kötüleri ortadan kaldırırlar. İşte bu gibi hususlarda bunların dünyada eşi benzeri yoktur”.45

Ahiler için, kendi sanat ve iş hayatlarından başka, zâviyelerdeki hayatları da önemlidir. Bilindiği gibi ahi zâviyeleri, Anadolu’da Ahi teşkilatının gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Ahiler, büyük şehirlerde mesleklerine göre çeşitli zümreler meydana getirmekte, her zümrenin kendine ait özel zaviyeleri bulunmaktaydı. Ahi zâviyeleri, zaman geçtikçe şehir merkezlerinden ka

sabalara ve hatta köylere kadar yayılmıştır. Fakat, köylerde bu teşkilatın sadece zâviyeler yoluyla gelişme imkanı bulduğunu söylemek, sosyal bir kurumun oluşumunda etken olan değerlerin göz ardı edilmesi olur ki bu da, metodolojik bakımdan doğru olmaz.

Üretici halk sınıfları çerçevesinde birtakım gruplandırmalar yapmak pekala mümkündür. Şehir ve köy halkları da bu üretime tabiî olarak katkıda bulunmaktadırlar. Bilindiği gibi, köy halkı daha çok tarım ve hayvancılıkla meşgul olmaktadırlar. Şehir ve kasabalarda yaşayan halk ise, tarım ve hayvancılıkla uğraşsa bile esas olarak bir iş veya sanata sahip olmak ve hayatlarını bu şekilde devam ettirmek durumundadırlar. Ahi teşkilatının köylere kadar gelmesi ve buralarda gelişme göstermesine açıklık getirmesi bakımından şunlar da zikredilebilir. Şehir ve kasaba gibi, köylere göre daha hareketli bölgelerden, buralara oranla daha sakin ve ücra bölgelere, olağanüstü durumlar ve savaşlar vs. gibi birtakım mecburiyetler sebebiyle göçler olabilmiştir. Ahi teşkilatına mensup insanların uc bölgelerine göçleri, onların gazalara bile katılmalarına ve Alpler teşkilatı ile ilişki içerisine girmeleri sonucunu doğurmuştur.46

Daha çok, fütüvvet prensiplerini kabullenen Ahi teşkilatı mensuplarının, bu prensipleri hem iş ve sanat hayatlarında hem de yaşantılarının önemli bir bölümünün geçtiği ve aynı zamanda çok hareketli olan zâviyelerde uyguladıkları görülmektedir. Köylerde, bir işi veya sanatı olmasa bile çalışır durumda bulunan insanların, fütüvvet prensiplerine uymaları ve onları buralarda uygulamaları, bizi, köylerde bu teşkilatın tekke ve zâviyeler yoluyla daha çabuk geliştiği sonucunu kabul etmeye sevk etmektedir.

Sonuç

Fütüvvet ve ahilik, İslam-Türk kültür ve medeniyeti içerisinde sosyo-kültürel, meslekî, ekonomik ve dinî-ahlakî bakımlardan önemli roller oynamış kurumlar arasında yer almaktadır. Temellerinin İslamî dönem içerisinde atıldığını gördüğümüz Fütüvvet kurumu, tarih boyunca birtakım oluşum ve gelişim sürecine uğramıştır. İlk ortaya çıkış itibariyle içtimâî bir özellik gösteren bu kurum, gerek iç gerekse dış birtakım hareketlenmelerden de etkilenmiştir.



Ahiliğin Anadolu’ya girişi ise, fütüvvetin tarihî gelişimine paralel bir yol takip ederek, Anadolu’ya girmesinden hemen sonraya rastlamaktadır. Bundan sonra ahilik adıyla gelişme gösteren kurum, Anadolu’da birçok sahada önemli gelişmelere damgasını vurmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu tamamlayıp, merkezî otoritesini sağlamlaştırdığı zamana kadar ahilik, siyâsî gelişmelerde önemli roller oynamıştır. Merkezî otorite güçlendikten sonra da, Anadolu’nun sosyo-ekonomik gidişâtını büyük bir oranda çizmeye başlamıştır.

Sonuç olarak; özellikle muhtevalarındaki benzerlikler bakımından ahilik, fütüvvetten ayrı ve bağımsız olarak düşünülmemelidir. Fütüvveti araştırıp incelemeden, ahiliği tam anlamak mümkün değildir. Ahi teşkilatı, XIII. asırda Anadolu’da Ahi Evren tarafından kurulmuş olmaktan ziyade geliştirilmiş görünmektedir. Bu teşkilatın gelişmesinde, Moğol istilası nedeniyle, doğudan Anadolu’ya göç eden birçok sınıfa mensup insanın rolleri bulunduğunu da belirtmek gerekmektedir. Ayrıca ahilik, mâhiyet bakımından, tam manâda bir esnaf teşkilatı görünümünde değildir.

DİPNOTLAR
1 Mesela bkz. Kur’ân-ı Kerîm, en-Nisâ Suresi, 25. ayette feteyât, el-Enbiyâ Suresi, 60. ayette fetâ, el-Kehf Suresi, 10, 13-16. ayetlerde fitye, 60 ve 62. ayetlerde fetâ, en-Nûr Suresi, 33. ayette feteyât, el-Yusuf Suresi, 36. ayette feteyân.

2 Çağatay, Neşet, Ahilik Nedir, Ankara 1990, s. 3-4.

3 Taeschner, Franz, “İslam Ortaçağında Futuvva Teşkilatı”, İÜİFM, İstanbul 1955, C. XV., No: 1-4; aynı yazar, “İslam’da Fütüvvet Teşkilatı’nın Doğuş Meselesi ve Tarihi Ana Çizgileri”, Çev. Semahat Yüksel, Belleten, 36/141-144, Ankara 1972.

4 Bayram, Mikail, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatı’nın Kuruluşu, Damla Yayınları, Konya 1991, s. 12.

5 Taeschner, “Futuvva”, s. 8.

6 Ocak, A. Yaşar, “Fütüvvet”, TDVİA, İstanbul 1996, C. XIII, s. 261. Yazar’a göre Fütüvvet telakkisinin gelişmesinde, bu devirden itibaren genişleyen topraklar, temasa geçilen yeni kültürler ve bütün bunlara paralel olarak gelişen siyasî ve içtimâî değişimlerin toplumda doğurduğu buhranların rolü vardır.

7 Taeschner, “Fütüvvet Teşkilatı”, s. 205. Yazar, bu makalesinde İslam-Şarkı’nda herhangi bir teşkilatın, özellikle de dînî saha ile sathî de olsa ilgisi olan bir teşekkülün kökünü ortaya çıkarmak için, İslam’dan önceki Arabistan’a ve Orta Doğu’nun antik kültür çevresine bakılması gerektiğini ileri sürüyor.

8 Güllülü, Sabahattin, Ahi Birlikleri, Ötüken Yayınları, İstanbul 1992, s. 31.

9 Taeschner, “Futuvva”, s. 8.

10 Taeschner, “Fütüvvet Teşkilatı”, s. 211-212. Yazar, fetâ ve fityân arasında çok güzel bir mukayese yapmıştır. bkz. a.g.m., s. 207-215.

11 Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Çev. Yıldız Moran, İstanbul 1994, s. 65.

12 A.g.e., s. 196.

13 Bunlardan ayyâr, serseri, eşkiya manasına gelmekte ve bu özelliği göstermektedir. Bkz. Taeschner, “Futuvva”, s. 9; Ocak, “Fütüvvet”, s. 261.

14 Taeschner, “Futuvva”, s. 11-12. Fütüvvetin, fityândan kaynaklandığı konusunda bkz. Taeschner, “Fütüvvet Teşkilatı”, s. 214 ve 220.

15 A.g.m., s. 214-217. Yazar’a göre Sûfîlik kendi ana kavramlarından biri olan diğergâmlıka uydurarak, fütüvveti ele alır ve tasavvufî fü

tüvvet’i meydana getirir. Ayrıca bkz. Cahen, Türkler, s. 198. Burada da iki kavramın karşılıklı etkileşimleri ele alınmaktadır.

16 Bu nitelikteki eserlerde mesela Sülemî, Kuşeyrî, Hucvirî gibi mutasavvıfların eserlerinde böyle bir yol izledikleri göze çarpmaktadır.

17 Taeschner, “Fütüvvet Teşkilatı”, s. 214-215. Yazar, fütüvvetin İslamiyet’e girmesinin de tasavvuf sayesinde olduğunu vurgulamaktadır.

18 Sülemî, Kuşeyrî, Hucvirî, Unsuru’l-Mealî Keykavus ve Feridüddin Attar gibi mutasavvıfların fütüvvetnâme mahiyetindeki eserlerine bakıldığında fütüvvetten, tasavvufun içerisinde bir bölüm gibi bahsedildiğini görmek mümkün olur. Mesela bkz: Ebu Abdurrahman es-Sülemî, Risâle-i Sülemî, Terc. ve Neşr. Süleyman Ateş, Ankara 1981, s. 92-93; Kuşeyrî, Risâle-i Kuşeyrî, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1991, s. 134-135, 373-375; Ali b. Osman Cüllâbî el-Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982, s. 123, 213, 224. Müellif ayrıca Melâmetiyye’ye ait bir bölüm de vermiştir. Bkz. aynı eser, s. 143-151; Emir Unsuru’l-Meâlî Keykâvus, Kâbusnâme, Çev. Mercimek Ahmed, Yeniden Gözden Geçiren ve Yayınlayan O. Şaik Gökyay, İstanbul 1974, s. 318-341; Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Terc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1991, s. 69, 136, 344, 365, 387, 424, 457, 466 vd.

19 Taeschner, “Futuvva”, s. 6.

20 Ocak, “Fütüvvet”, s. 262.

21 Taeschner, “Futuvva”, s. 7.

22 Bunlar, ayyâr, şâtır, evbaş, rind veya çoğulu rünûd gibi isimlerdir. Bkz. Köprülü, M. Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1991, s. 86. .

23 Cahen, İslamiyet, s. 241-242.

24 Ocak, “Fütüvvet”, s. 262.

25 Gölpınarlı, Abdülbaki, Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1992, s. 25.

26 Aynı yazar, 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, İstanbul 1969, s. 248.

27 R. Hartmann, “es-Sülemî’nin Risaletü’l-Melâmetiyye’si”, Çev. A. Cemal Köprülü, DEFM, Sene 3, Nisan-Mayıs 1340, Sa. 6, İstanbul 1924, s. 281.

28 Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1959., s. 60-61.

29 Mustafa Kara, “Fütüvvet-Melamet Münasebeti”, XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri, Türk Kültürü ve Ahilik, İstanbul 1986, s. 194.

30 Yeni Türk Ansiklopedisi, “Fütüvvet”, İstanbul 1985, C. III, s. 991.

31 Ocak, “Fütüvvet”, s. 262.

32 Taeschner, “Futuvva”, s. 18; Bayram, Ahi Evren, s. 3-4; Çağatay, Ahilik, s. 43-44.

33 Gölpınarlı, “Fütüvvet Teşkilatı”, s. 6. Yazar, fütüvvet ehlinin şeyhlerine “Ahı” denildiğini belirtmektedir. Ayrıca bkz. Tarus, İlhan, Ahiler, Ankara 1947, s. 18.

34 İbn Bîbî, El-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye, Yayınlayan A. Sadık Erzi, TTK, Ankara 1956, s. 229-230.

35 Köprülü, Kuruluş, s. 91.

36 Aynı yazar, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1993, s. 213.

37 Aynı yazar, Kuruluş, s. 92.

38 Taeschner, “Fütüvvet Teşkilatı”, s. 229-230. Ahi isminin, sûfî temayül gösterdiğini, dolayısıyla uhuvvet parolası şeklinde sûfî özellikler sergilediğini ifade etmektedir.

39 Taeschner, a.g.m., s. 231.

40 Ocak, “Fütüvvet”, s. 263.

41 Yazıcızade Ali, Tevârih-i Al-i Selçuk, Topkapı Sarayı Müzesi Revan Kütüphanesi No: 1390, s. 200a (396). 396-398 sayfaları arasında Kayseri’nin Moğol saldırısı karşısında sipahiler ve Ahiler tarafından savunulduğu anlatılmaktadır. Anadolu Selçukluları tarihinin kaynakları içinde en önemlilerinden biri olan bu eserin günümüz Türkçesine çevirisi Prof. Dr. Mürsel Öztürk tarafından gerçekleştirilmiştir. Aynı konular için bkz. M. Öztürk, El-Evamirü’l-Alâiye fi’l-Umûri’l-Alâiye, C. II., Ankara 1996, s. 73-75.

42 Aksarayî, Kerimüddin Mahmud, Müsâmeretü’l-Ahbâr bi Müsâyereti’l-Ahyâr, Yay. O. Turan, TTK, Ankara 1944, s. 162.

43 Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-‘Arîfîn, Trc. T. Yazıcı, MEB Yayınları, İstanbul 1984, C. II, s. 31.

44 Anonim Selçuknâme, Çev. F. N. Uzluk, Ankara 1952, s. 50.

45 İbn Batuta, Seyâhatnâme, Çev. Mümin Çevik, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1983, s. 194.

46 Köprülü, Kuruluş, s. 90.

KAYNAKLAR

Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-‘Arîfîn, Trc. T. Yazıcı, MEB Yayınları, İstanbul 1984.

Aksarayî, Kerimüddin Mahmud, Müsâmeretü’l-Ahbâr bi Müsâyereti’l-Ahyâr, yay. O. Turan, TTK, Ankara 1944.

Ali b. Osman Cüllâbî el-Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982.

Anonim Selçuknâme, Çev. F. N. Uzluk, Ankara 1952.

Bayram, Mikail, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatı’nın Kuruluşu, Damla Yayınları, Konya 1991.

Cahen, Claude, İslamiyet (Doğuşundan Osmanlı Devleti’ne Kadar), Çev. E. Nermi Erendor, Bilgi Yayınları, İstanbul 1990.

–––, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Çev. Yıldız Moran, İstanbul 1994.

Çağatay, Neşet, Ahilik Nedir, TTK, Ankara 1991.

–––, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, TTK, Ankara, 1990.

Ebu Abdurrahman es-Sülemî, Risâle-i Sülemî, Terc. ve Neşr. Süleyman Ateş, Ankara 1981.

Emir Unsuru’l-Meâlî Keykâvus, Kâbusnâme, Çev. Mercimek Ahmed, Yeniden Gözden Geçiren ve Yayınlayan O. Şaik Gökyay, İstanbul 1974.

Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Terc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1991.

Gölpınarlı, Abdülbaki, Melâmîlik ve Melâmîler, Gri Yayınları, İstanbul 1992.

–––, Mevlânâ Celâleddin, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1959.

–––, 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, İstanbul 1969.

Güllülü, Sabahattin, Ahi Birlikleri, Ötüken Yayınları, İstanbul 1992.

Hartmann, R., “es-Sülemî’nin Risaletü’l-Melâmetiyye’si”, Çev. A. Cemal Köprülü, DEFM, Sene 3, Nisan-Mayıs 1340, Sa. 6, İstanbul 1924,

İbn Batuta, Seyâhatnâme, Çev. Mümin Çevik, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1983.

İbn Bîbî, El-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye, Yayınlayan A. Sadık Erzi, TTK, Ankara 1956.

Kara, Mustafa, “Fütüvvet-Melamet Münasebeti”, XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu. Tebliğleri, Türk Kültürü ve Ahilik, İstanbul 1986,

Köprülü, M. Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, TTK, Ankara 1991.

–––, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara 1993.

Kur’ân-ı Kerîm.

Kuşeyrî, Risâle-i Kuşeyrî, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1991.

Öztürk, Mürsel, El-Evamirü’l-Alâiye fi’l-Umûri’l-Alâiye, C. II., Ankara 1996.

Taeschner, Franz, “İslam Ortaçağında Futuvva Teşkilatı”, İÜİFM, İstanbul 1955, C. XV., No: 1-4, s. 1-32.

–––, “İslam’da Fütüvvet Teşkilatı’nın Doğuş Meselesi ve Tarihi Ana Çizgileri”, Çev. Semahat Yüksel, Belleten, 36/141-144, Ankara 1972.

Tarus, İlhan, Ahiler, Ankara 1947.

Yeni Türk Ansiklopedisi, “Fütüvvet”, İstanbul 1985, C. III.

Yazıcızade Ali, Tevârih-i Al-i Selçuk, Topkapı Sarayı Müzesi Revan Kütüphanesi No: 1390.

Türkiye Selçuklu Vakıfları

Yrd. Doç. Dr. Mustafa DEMİR

Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

ürkiye Selçukluları, Anadolu’da kendilerine has bir sosyo-ekonomik yapı oluştururken İslam devletlerinden aldıkları vakıf kurma anlayışını geliştirerek iyi bir vakıf sistemi meydana getirmişler ve bunu Osmanlı vakıf anlayışına da temel yapı olarak aktarmışlardır.


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   45   46   47   48   49   50   51   52   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin