Kaplama (Yaldızlama): Bakır, tunç, gümüş gibi eserler, mekanik ve kimyasal yollarla altın madeni ile
kaplama tekniğidir.93 Kaplanacak eserin dışı hafif darbelerle pürüzlendirilir, incecik dövülen altın levha bu yüzeye yerleştirilir, ya dövülerek ya da sürtme yöntemi ile eser kaplanır.94 Ayrıca amalgama yöntemi ile de yaldızlama yapılır. Bu yöntemle altın tozları cıva ile aynı oranda karıştırılarak kaplanacak eserin üzerine sürülür, cıva ısının etkisiyle uçar, altın tozları kalır ve böylece altın kaplanmış olur.95
Kaplama tekniği, Orta Asya’da M. Ö. 3. yüzyıldan itibaren Türk kurganlarındaki eserler üzerinde de görülmüştür.
Kalıpla Kabartma: Kabartma desenlerle süslenecek eserlerde, aynı desenin tekrarlanması halinde kalıpla kabartma tekniği kullanılmaktadır. Kalıpla kabartma tekniği seri üretim gerektiren takıların sarkaçlarında kullanılan koza, yaprak, çiçek vb. şekillerdeki parçalarda uygulanmaktadır.96 Bu tekniğe kolyelerde (kıstı) kemer tokalarında, tepelik, alınlık, yanak dövenlerde sıkça görülmektedir.
Kalıpla kabartma tekniğinde sürekli kullanılabilecek kurşun gibi kolayca deforme olmayacak pozitif ve negatif kalıplar üretime hazır hale getirilmektedir. İnce metal levha bu iki kalıp arasına yerleştirilerek kuvvetli bir çekiç darbesiyle pozitif ve negatif kalıplar içiçe gömülürken levhayı ezerek desen formunun alınması sağlanır.97
Diğer bir kalıpla kabartma yöntemi ise; kabartma olarak yapılması istenen desenin negatifi, tunç veya kurşundan bir kalıbın üzerine oyulur, tavlanmış haldeki madeni levha, kalıptaki kabartma yapılacak yere konur, arkasından çekiç ile kuvvetlice vurulur, negatif desen, eserin üzerine pozitif olarak çıkması sağlanır.98
Mine (Emaye): Metal yüzeyler üstüne, yüksek ısı uygulanarak, cam benzeri bir sır katmanının (mine) kaynaştırıldığı bezeme tekniğidir. Mine, toz cam ve metal oksit karışımından yapılır. Değişik oranlardaki katkı maddeleri ile saydam ve saydam olmayan mineler yapıldığı gibi metal oksitlerin katılımı ile de çeşitli renkler elde edilebilir.99
Toz cam ve mine katılan renklendirici maden oksitlerinden elde edilen mine, tabakalar halinde dökülerek soğutulur. Karışım soğuduktan sonra kırılarak parçalara ayrılan ve havanda dövülen cam parçalarından kaba bir toz elde edilir. İyice yıkanan bu toz, eser üzerinde hazırlanmış olan yuvalara doldurulur, kuruması beklenir. Daha sonra fırınlanır. Isının etkisiyle eriyen cam madene yapışır ve esere güzel bir görünüm kazandırır.100
Orta Asya eserlerinde görülen bu teknik, İslam sanatında az kullanılmış, fakat Osmanlı döneminde oldukça rağbet görmüştür.101
Takılarda Kullanılan Süsleme Konuları
Takı yapan sanatçılar diğer süsleme sanatlarında olduğu gibi dönemin süsleme unsurlarını burada da, maden süsleme tekniklerinden; telkari, savat, kakma, kazıma, kabartma, mineleme ve çeşitli taşlarla süslemeler yaparken bezeme konularıyla birlikte özleştirmiş ve olağanüstü eserler ortaya koymuştur.
Türk sanatının en karakteristik süsleme unsurlarından geometrik biçimlere ve ölçülere uygun, üçgen, kare, daire, eşkenar veya baklava, yıldız motifleri yoğun olarak görülmektedir. Genel anlamda evrenin sonsuzluğunu simgeleyen geometrik formlar veya motifler anlam yüklü oluşları ile de ayrıca değer taşımaktadır. Bunun yanında, sanatkarlar bitkisel bezemelerden çiçek, yaprak, dal ve ağaçları, bazen doğaya çok yakın bazen de kökeni belli olmayacak biçimde stilize ederek tek başına veya diğer süsleme motifleri ile birlikte, yine maden süsleme teknikleriyle bütünleştirerek büyük bir ustalıkla kullanmışlardır.
Takılarda figürlü motiflere fazla rastlanmamakla birlikte 16686 envanter numaralı Ankara Etnografya Müzesi’nde yer alan tarak kuş motifleri bitkisel bezemelerle dantel gibi telkari tekniğinin üzerindeki görünümü dikkati çekmektedir.
Yazılı bezemeler de, büyük bir ustalıkla uygulanmıştır. Takılarda yer alan yazılar ve tuğralar gerek kazıma ve gerekse savat tekniği uygulanarak büyük bir anlam kazanmıştır. Fotoğraf 3 ve 6’daki tepelikler ve Fotoğraf 53-54’te yer alan yüzükteki yazılı bezemeler bunun en güzel örnekleridir. Az da olsa rumi motifleri görülmektedir.
Herhangi bir şeyi simgelemek veya belirli bir fikir uyandırmak amacı taşıyan ve kökenleri inanca dayanan sembolik motifler, özellikle baş süslemelerindeki takılarda yoğun olarak görülmektedir.102 Ayrıca, tepelik, fes
süsü, alınlık, yanak döven, kolye, hamaylı ve kemer tokalarının uçlarında çeşitli motiflerle süslü plakalar (penez) sarkan zenginliği, bolluğu, doğurganlığı simgeleyen zincirler de dikkati çekmektedir.103
Sarkan zincirlerin uçlarındaki plakaların çoğunluğunda el motifleri yer almaktadır. Bu da; Türk folklorünün özellikle doğum olayını simgeleyen ana ve bereket arasında bir ilişki kurmaktadır.104
Geçmişten günümüze gelen, bugün müzelerimizde sergilenen, depolarda korunan oldukça zengin bir kültür mirasına sahibiz. Bu mirasın en önemli eserlerinden olan geleneksel Türk takıları,Türk süsleme ve el sanatları içerisinde de önemle yerini korumaktadır.
Geleneksel Türk El Sanatları denildiğinde akla gelen şey, Türklerin ürettiği sanatlardır. Bu da daima geniş halk kitlelerinin yüzyıllar boyunca değişmeden süregelen tek üretim biçimidir. Bu ürünlere ticari olarak bakıldığında bölgeyi tanıtıcı değişik tasarımları, turiste vereceği mesaj, yörenin geçmişini, bugününü ve geleceğini içine alabilecek şekilde hazırlanmış olması gerekmektedir. Diğer açıdan bakıldığında ise, bu özellikleri ürünlerin o yörenin kimliğini en sessiz, en doğru ve en önemli mesajı verecek şekilde düşünülmüş olması ve yöreye turist ve gelir getiren kaynaklara zemin hazırlamış olması gereken özelliklerdir 105
Zengin Anadolu kültürünün, diğer sanat dallarında olduğu gibi takı sanatında da yol gösterici ve paha biçilmez bir kaynak olduğu inkar edilemez. Bu eşsiz hazineden faydalanmak sureti ile çağımıza uygun, modern anlamlı ve orijinaline sadık kalınarak, hem zevkli takılar ortaya çıkmasını sağlayacak, hem de Türk Sanatının Dünyaya tanıtılmasında önemli bir rol oynayacaktır.
DİPNOTLAR
1 Özbağı, T., Kültür ve Sanat, Baş Süslemelerinde Kullanılan Anadolu Kadın Takıları, Türkiye İş Bankası, Ankara 1993, s. 50.
2 Akar, A., Cahide, K., Türk Süsleme Sanatında Motif, (Ankara 1978) den Aktaran T., Özbağı, Geleneksel Kadın Takıları I., Ankara 1993, s. 13.
3 Özbağı, T., a.g.m., s. 14.
4 Payzın, S., Antik Dergisi, Anadolu Kadın Takıları, apa Ofset Basımevi, İstanbul, 1998, s. 17.
5 Payzın, S., a.g.m., s. 17.
6 Payzın, S., a.g.m., s. 14.
7 Türe, A. Savaşcın, M. Y. “Anadolu Takıları III”., Antika, İstanbul, 1986, s. 12.
8 Türe, Savaşcın, a.g.m., s. 12.
9 Türe, Savaşcın, a.g.m., s. 13.
10 Türe, Savaşcın, a.g.m., s. 14.
11 Türe, Savaşcın, a.g.m., s. 15.
12 Savaşcın, M., A., “Anadolu Takıları IV”., Antika Dergisi, İstanbul, 1986, s. 13.
13 Block, A., Die Geschichte des Schmucks, (München 1976) dan Aktaran, M. Y. Savaşcın, A. Türe, Anadolu Takıları IV., İstanbul, 1986, s. 13.
14 Türe, A. Savaşcın, Y., Antika Dergisi s. 4, Anadolu Takıları V., İstanbul, 1986, s. 10.
15 Türe, A. Savaşcın, Y., a.g.m., s. 11.
16 Türe, A. Savaşcın, Y., a.g.m., s. 12.
17 Türe, A. Savaşcın, Y., “Anadolu Takıları VI”., Antika Dergisi s. 15, İstanbul, 1996, s. 12.
18 Türe, A. Savaşcın, Y., a.g.m., s. 14.
19 Özbağı, T., Türkiye’de Yaygın Eğitim ve Sanat, Geleneksel Kadın Takıları II. S. 10, Ankara 1994, s. 8.
20 Özbağı, a.g.m., s. 9.
21 Özbağı, a.g.m., s. 9.
22 Özbağı, a.g.m., s. 9.
23 Özbağı, a.g.m., s. 15.
24 Payzın, S., Antik Dergisi, Anadolu Kadın Takıları, Apa Ofset Basımevi, İstanbul 1998, s. 23.
25 Özbağı, a.g.m., s. 8.
26 Özbağı, T., Image, Geleneksel Türk Kadın Takılarından Tepelikler ve Çağdaş Takılar, Ankara 1999, s. 19.
27 Özbağı, a.g.m., s. 19.
28 Kuşoğlu, M. Z., Dünkü Sanatımız Kültürümüz, İstanbul 1994, s. 38.
29 Kuşoğlu, a.g.e., s. 38.
30 Özbağı, a.g.m., s. 14.
31 Alkaşı, a.g.m., s. 64.
32 Bingöl, I., Anadolu Medeniyetleri Müzesi Antik Takıları, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1999, s. 33.
33 Alkaşı, a.g.m., s. 64.
34 Kuşoğlu, a.g.e., s. 44.
35 Kuşoğlu, a.g.m., s. 44.
36 Alkaşı, a.g.m., s. 61.
37 Kuşoğlu, a.g.e., s. 47.
38 Alkaşı, a.g.m., s. 61.
39 Kuşoğlu, a.g.e., s. 47.
40 Özbağı, a.g.m., s. 10.
41 Kuşoğlu, a.g.e., s. 47.
42 Kuşoğlu, a.g.e., s. 54.
43 Özbağı, a.g.m., s. 10.
44 Kuşoğlu, a.g.m., s. 53.
45 Kuşoğlu, a.g.m., s. 53.
46 Ülger, N., Ankara İli Beypazarı İlçesi Kuyumculuğunda Günümüzde Üretilen Gümüş, Bilezik Örnekleri ve Yeni Tasarımlar, (Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi) Ankara 1997 s. 49.
47 Bingöl, a.g.e., s. 35.
48 Alkaşı, a.g.m., s. 63.
49 Bingöl, a.g.e., s. 35.
50 Alkaşı, a.g.m., s. 63.
51 Bingöl, a.g.e., s. 35.
52 Özbağı, a.g.m., s. 9.
53 Savaşçın, Y., Türe, A., Anadolu Kadın Takıları, (Ankara 1986a) dan Aktaran Özbağı, T., Geleneksel Kadın Takıları I., Ankara 1993, s. 26.
54 Savaşcın, Türe, a.g.e., s. 26.
55 Özbağı, a.g.m., s. 9.
56 Eruz, F., Konuşan Maden, Yapı Kredi Kolleksiyonları 4, İstanbul 1993, s. 15.
57 Bingöl, a.g.e., s. 8.
58 Eruz, a.g.e., s. 17.
59 Bingöl, a.g.e., s. 19.
60 Erginsoy, Ü., İslam Maden Sanatının Gelişimi, İstanbul 1978, s. 10.
61 Eruz, a.g.e., s. 17.
62 Erginsoy, a.g.e., s. 10.
63 Erginsoy, a.g.e., s. 10.
64 Eruz, a.g.e., s. 17.
65 Erginsoy, a.g.e., s. 10.
66 Eruz, a.g.e., s. 17.
67 Eruz, a.g.e., s. 19.
68 Erginsoy, a.g.e., s. 16.
69 Erginsoy, a.g.e., s. 10.
70 Eruz, a.g.e., s. 23.
71 Eruz, a.g.e., s. 23.
72 Eruz, a.g.e., s. 23.
73 Eruz, a.g.e., s. 25.
74 Eruz, a.g.e., s. 25.
75 Eruz, a.g.e., s. 25.
76 Ayfer, A. Kuyumculuk Meslek Bilgisi ve Mücevher Sanatı, İstanbul, 1996 s. 76.
77 Özbağı, a.g.m., s. 11.
78 Savaşçın, a.g.m., s. 4.
79 Özbağı, a.g.m., s. 15.
80 Özbağı, a.g.m., s. 15.
81 Özbağı, a.g.m., s. 11.
82 Bingöl, a.g.e., s. 5.
83 Erginsoy, a.g.e., s. 37.
84 Kuşoğlu, a.g.e., s. 105.
85 Bingöl, a.g.e., s. 26.
86 Payzın, a.g.m., s. 4.
87 Erginsoy, a.g.e., s. 43.
88 Barışta, H. Örcün, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2168, Türk El Sanatları, Ankara, 1998, s. 97.
89 Bingöl, a.g.e., s. 28.
90 Erginsoy, a.g.e., s. 33.
91 a.g.e., s. 33.
92 Eruz, a.g.e., s. 31.
93 Erginsoy, a.g.e., s. 47.
94 Bingöl, a.g.m., s. 28.
95 A.g.m., s. 28.
96 Erginsoy, a.g.e., s. 37.
97 Savaşçın, Y., Türe, A., Yılmaz, M., Anadolu Takıları, Antika Dergisi, S. 20, İstanbul 1986, s. 26.
98 Erginsoy, a.g.e., s. 37.
99 Bingöl, a.g.m., s. 27.
100 A.g.m., s. 27.
101 Eruz, a.g.e., s. 33.
102 Gökbuket, M., Anadolu’da Göz ve Nazar İnançları, Türkiyemiz Dergisi, Ak Yayınları Dizisi: 29, İstanbul 1979’dan aktaran Özbağı, T., Ankara İl Merkezinde Yaşayan Kadınlarda Bulunan Geleneksel Gümüş Takılar Üzerine Bir Araştırma, Ankara 1989, s. 26.
103 Özbağı, T., a.g.t., s. 43.
104 Özbağı, T., a.g.t., s. 43.
105 Alkaşı, A., a.g.m., s. 62.
KAYNAKLAR
AKAR, Azade ve C. Keskiner. (1978). Türk Süsleme Sanatında Motif. İstanbul.
ALKAŞI, Ayten. (2001). “Takı”. Tombak Antika Kültürü Koleksiyon ve Sanat Dergisi. (36), 62.
AYFER, A. (1996) Kuyumculuk Meslek Bilgisi ve Mücevher Sanatı, İstanbul.
BARIŞTA, H. Örcün (1995) Türk El Sanatları, Kültür Bakanlığı Yayınları: 2168 Sanat Eserleri Dizisi: 192, Ankara.
BİNGÖL, Işık. (1999). Anadolu Medeniyetleri Müzesi Antik Takıları. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
BODUR, Fulya. (1999). Türk Maden Sanatı. Ankara Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Sanat Yayınları.
ERGİNSOY, Ülker. (1978). İslam Maden Sanatının Gelişimi. İstanbul.
ERUZ, Fulya. (1993). Konuşan Maden. İstanbul: Yapı Kredi Kolleksiyonları 4.
KOÇU, M. Ekrem. (1967). Türk Giyim Kuşam Sözlüğü. Ankara.
KUŞOĞLU, M. Zeki. (1994). Dünkü Sanatımız Kültürümüz. İstanbul.
ÖZBAĞI, Tevhide. (1995). Baş Süslemelerinde Kullanılan Anadolu Kadın Takıları. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür ve Sanat.
ÖZBAĞI, Tevhide. (1993). “Geleneksel Kadın Takıları”. Ankara: Türkiye’de Yaygın Eğitim ve Sanat Dergisi. (5). Ankara.
ÖZBAĞI, Tevhide. (1994). “Geleneksel Kadın Takıları”. Türkiye’de Yaygın Eğitim ve Sanat Dergisi. (10). Ankara.
ÖZBAĞI, Tevhide. (1999). Geleneksel Türk Kadın Takılarından Tepelikler ve Çağdaş Takılar. İmage. Ankara.
ÖZKAN, Seyit. (1982). “Filigran Telkari”. İlgi Dergisi (34). İstanbul.
PAYZIN, Sevim, (1985). Anadolu Takıları. Antik Dergisi. İstanbul.
SAVAŞÇIN, M. Y, A. Türe ve (1986a). “Anadolu Takıları” 4. Antika Dergisi. İstanbul
SAVAŞÇIN, M. Y, A. Türe ve (1986b). Anadolu Takıları VII. Antika Dergisi 4. İstanbul.
TANSUĞ, Sabiha, (1986). Geleneksel Köylü Takıları ve Başlıkları. Türkiyemiz Dergisi.
ÜLGER, Nihal, (1997). Ankara İli Beypazarı İlçesi Kuyumculuğunda Günümüzde Üretilen Gümüş Bilezik Örnekleri ve Yeni Tasarımlar. Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
ÖZBAĞI, T., Ankara il Merkezinde Yaşayan Kadınlarda Bulunan Geleneksel Gümüş Takılar Üzerinde Bir Araştırma, Ankara, 1989, s. 80. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
GÖKBUKET, Mine, (1979). “Anadolu’da Göz ve Nazar İnançları”, Türkiyemiz Dergisi, Ak Yayınları Dizisi: 29, Apa Ofset Basımevi, İstanbul.
Büyük Bir Kültür ve Sanat Merkezi
Ahlat
prof. Dr. Haluk KaramaĞralI
Gazi Üniversitesi Mimarlık-Mühendislik Fakültesi / Türkiye
hlat’ın tarihi karışık ve kanalıktır. Şeref b. Ebu’l Matahhar el Ensârî tarafından bir Ahlat tarihinin yazılmış olduğunu diğer bazı kaynaklardan biliyoruz. Bu eserin Ahlat’ın ve Ahlat dolayısı ile Van Gölü havzasının ve komşu devletlerin tarihi hakkında da çok mühim bilgileri ihtiva ettiği şüphesizdir. Bugün maalesef bu bilgilerden mahrum bulunuyoruz. Eldeki bilgilere göre Ahlat Halife Ömer zamanında, 641’de fethedilmiştir. Fakat şehri 928’de Bizanslılar zapt etmiştir. X. yüzyılın sonunda Ahlat’a Mervanoğulları hâkim olmuştur. 1055’te Türkler tarafından alınan Ahlat Anadolu’ya yapılan akınların üssü olmuştur. Alp Arslan Malarzgit’e Ahlat’tan hareket etmiş; fakat zaferden sonra Ahlat’ı yine Mervanoğullarına bırakmıştır. 1085 Melikşâh’ın bir ordusu Ahlat’ı tekrar almış; burası hâkim olduğu yerlere ilâveten Emîr Sunduk’a tevcih edilmiştir. 1100’de Sökmen Ahlat’ta Ahlat-Şâhlar, Ermen-Şâhlar veya Sökmeniyye diye anılan Türk devletini kurmuştur. 1207’de Eyyûbîlerin idâresine geçen Ahlat, 1229’da Celâleddin Harezmşah tarafından altı ay süren bir muhasaradan sonra zapt edilerek yağmalanmış ve yakılıp yıkılmıştır. 1230’da Alâeddin Keykubâd’ın kumandanı Kamyar’ın Selçuklu ülkesine kattığı şehir 1244’te Moğolların eline geçmiş; 1336’da İlhanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra vâliler ve emîrler arasında sık sık el değiştirmiş; bir müddet Karakoyunluların ve bilâhare Akkoyunluların hâkimiyetinde kaldıktan sonra 1503’te Safeviler tarafından zapt edilmiş; Nihayet Çaldıran zaferi ile kat’i olarak Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir.
Ahlat XIII. yüzyılın en büyük ilim, kültür ve sanat merkezlerinden biri idi. Beldeye Kubetu’l-İslam denilmesi, Ahlat’ın bu unvanı taşıyan Merv ve Buhara ile mukayese edilmesini gerektirir. Tabakat kitaplarında birçok Ahlatlı âlimin isimlerine rastlandığı gibi, Anadolu’daki çok mühim bazı Selçuklu eserleri de Ahlatlı sanatkârların imzalarını taşımaktadır. Konya Ulu Camiinin 550/1155 tarihli kündekârî minberi Ahlatlı Hacı Mekki b. Bergî’nin; Divriği’deki Ulu Cami ve Dârü’ş-şifâ Ahlatlı Hurşâh’ın (Hürrem Şâh da okunabilir) ve takriben 1240’ta yapılmış olan Tercan’daki Mama Hatun türbesi de Ahlatlı Mufaddalü’l Ahvâl’in eseridir. Ahlat ve Van Gölü havzasındaki eserler bu listenin dışındadır.
Mimârî kalıntılara göre eski Ahlat 11 km. uzunluğunda ve 5 km.+ derinliğinde bir sâhayı kaplamakta idi. Devamlı istilâlar ve bilhassa depremler bu büyük şehri mahvetmiştir.
XIII. yüzyılda Ahlat’ın nüfusu herhalde 300.000 den az değildi. Çünkü 1247’de vuku bulan bir depremden sonra buradan Eski Kahire’ye 12.000 hâne göç etmesi, şehrin büyüklüğü ile birlikte mütâlaa edilirse bu rakamın isâbetli olduğu anlaşılır. Bu nüfusun büyük çoğunluğunun Türk olduğu rahatlıkla kabûl edilebilir. Türklerin gelişinden evvel Ahlat’ı ziyâret etmiş olan Nâsır-ı Husrev burada Arapça, Ermenice ve Farsça konuşulduğunu kaydetmektedir. Fakat XI. yüzyılın ortalarından itibaren bu havaliye kesîf Türk göçleri başlamıştır. Moğolların yurtlarından çıkmaları neticesinde Doğu Türkistan’dan itibaren muhtelif Türk zümrelerinin büyük kitleler hâlinde batıya akmaları ile bütün Anadolu tamamen Türklerle dolmuştur. Ahlat’a Oğuzlardan başka doğu Türk oymaklarının ve bir miktar Moğolun da yerleştiği muhakkaktır. Bunu bazı yer isimleri ile türbe kitâbelerinden anlıyoruz. Evliya Çelebi’de de bu konu ile alâkalı çok dikkate değer kayıtla
ra rastlıyoruz: Evliya Çelebi hem müverrihlerin Ahlat’a “Oğuz taifesi şehri” dediklerini, hem de şehrin lisanının “Çağatay ve Moğolcaya karîb bir lehçe olduğu”nu söylemektedir. XIII. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Ahlat’ı ziyaret eden Zekeriya Kazinî Ahlat’ta konuşulan dillerin Türkçe, Ermenice ve Farsça olduğunu nakletmektedir. Ermenice ekalliyetin, Farsça da üst tabakanın dili olsa gerektir. Arapçaya yalnız kitabelerde rastlanmaktadır. Kürtçe diye bir dilin varlığı ise bahis mevzuu değildir.
Ahlat’ta ilk araştırmalarımızı 1966’da yaptık ve 1967’de temizlik ameliyelerine ve küçük çapta kazılara başladık. Çalışmalarımızı daha ziyâde şehrin merkezi olduğunu tahmin ettiğimiz bölgeye teksîf ettik. Fakat bütün bu sâha hattâ vakıf arâzi ve eserler şahısların mülkiyetine geçtiği için, çalışmalar son derece güç olarak yürütülebilmiş; arazi sahiplerinin muvafakati ile başlatılan bazı sondaj ve kazılarda sonradan durdurulmuştur.
Kaleler ve Sûrlar
Ahlat’ın İç Kale’si Taht-ı Süleyman deresinin doğusunda, kuzey-güney istikametinde uzanan kayalık bir tepenin üzerine inşa edilmiştir. Bu tepe Taht-ı Süleyman, Harâbe Şehir ve İki Kubbe mahalleri arasındaki çukurlukta sarp bir ada gibi yükselmektedir. İç Kale’ye kuzey ve güney uçlarından bağlanan bir sûr, Harâbe Şehir ile kısmen İki Kubbe mahallesini içine almaktadır. Şerefnâme’nin bahsettigi Orta Sûr bu olmalıdır. Rahmetli Abdürrahim Şerif Ahlat’a yer altından indirilen büyük su kanalının başlangıç yeri olan Kulaksız mahallesi ile kısmen bugünkü Ahlat’ın bulunduğu Ergezen mahallesini de ihâta eden cesîm bir sûrun kısmen 1 m. yüksekliğe kadar ayakta duran, fakat büyük kısmı temele kadar yıkılmış olan bakiyesini gördüğünü anlatmaktadır. Bu anlatılan hiç şüphesiz Dış Sûr (şehir sûru) olmalıdır. Kaynaklarda geçen “Kırk Burç” adının bu üç kaleden hangisine verildiğini kaynaklara ve kazılara dayanarak tâyin ve tespit edemedik. Ancak, “Kırk Burç”un Dış Sûr için az olduğunu, bu adın İç Kale’ye veya olsa olsa Orta Sûr’a verilmiş olabileceğini ileri sürebiliriz. Celâleddin Harezmşâh’ın devrin bütün muhâsara silâh ve aletlerini kullanmasına rağmen, Ahlat altı aydan fazla mukavemet etmişti. Ahlat, açlık neticesinde ve bâzı nakillere göre bir kumandanının ihâneti ile düşmüştür. Harezmşâh Ahlat’ı zapt ettikten sonra komşu hükümdârlara gönderdiği fetihnâmelerde “Gök Burçlarına müsâvî olan sûrların burçlarını” yıktırdığını ve çok derin hendeğin aşıldığını söylemektedir. Kaynakların bildirdiğine göre Ahlat Kalesi ve sûrları, bu hâdiseden evvel ve sonra, müteaddit defa tâmir ve tahkim edilmiştir.
Moğol istilasından sonra, diğer bâzı şehirlerde de olduğu gibi, sûr fonksiyonunun tamamen kaybetmiştir. Bugün İç Kale’nin bakiyesi kısmen mevcuttur. Orta Sûrdan ise, kaplama taşları sökülmüş iki burç parçasından başka ayakta bir şey kalmamıştır. Bu kalıntılardan kuzeyde, İki Kubbe mahallesinde bulunanın toprağa gömülü kısmını açtığımız zaman, kaplama taşları yerinde duran, 20 m. çapında yuvarlak bir burçla karşılaştık. Bu, büyük bir köşe burcu olmalıdır. Bu burcun 50 m. kadar güneyinde, İki Kubbeyi Taht-ı Süleyman mahallesine ve Harâbe Şehr’e bağlayan yol geçmektedir. Yolun burç hizâsından Orta Sûr’a dâhil olduğunu ve burada bir kapı bulunması lâzım geldiğini düşünerek yolun güney kenarında bir sondaj yaptık ve kapının güney yanındaki kuleyi bulduk. Yolun karşı tarafındaki tümseğin yola bakan yüzündeki aşınmış olan toprak tabakasının altında da kapının kuzey yanındaki kuleye âit kalıntılar meydana çıkmıştır. Üzerine bir dükkân yapılmış olduğu için bu kulede çalışmadık. Güneydeki kapı kulesinin üstündeki ve etrafındaki toprağı tamamen kaldırdığımız zaman dikkate değer bir tâmire rastladık: Kule zayıf görüldüğü için dıştan yine yuvarlak bir duvarla takviye edilmiştir. İlk yapının kaplama taşları ile takviye duvarının yüz taşları, eski eserleri bir taş ocağı gibi kullananlar tarafından sökülmüş, soyulmuştur.
Yukarıda bahsettiğimiz büyük burç ve bu kapı kuleleri ile Orta Sûr’un kuzeydoğu köşesi ve doğu sınırı tespit edilmiş bulunmaktadır. Kuzeyden güneye uzanan bu hat üzerinde, arâzinin vaziyetine ve satıhtaki tümsek ve engebeye göre, sûru sıhhatli olarak çizebilmek için sondaj yerlerini tespit ettik. Fakat arazinin şahısların mülkiyetine geçmiş olması bu sondajları yapmamıza imkân bırakmamıştır.
Dış sûrdan ise, bugüne kadar, hiçbir ize tesâdüf edemedik. Bu sûrun bütün Ahlat’ı ihâta ettiğini zannetmiyoruz. Abdürrahim Şerif Beyin verdiği bilgiye dayanarak, sûrun başladığı Kulaksız Mahallesinden ayrılan bir kolun güneydoğuya doğru ilerleyerek Orta Sûr’un kuzeydoğu köşesine bağlandığını; Ergezen Mahallesi’ne inen kolun da Göl’e kadar uzandığını tahmin ediyoruz. Bu takdirde, Orta Sûr’un güneydoğu köşesinden ayrılan bir kolun da yine Göl’e kadar uzandığını kabul etmek lâzımdır.
Yavuz Sultan Selim Han tarafından yaptırılan ve Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından genişletilen Yeni Kale ise Van Gölü’nün kenarında, dikdörtgen biçiminde bir plâna göre yapılmıştır. Yeni Kale içinde İskender Paşa Câmii 992/1584 ile Kadı Mahmud Camii 1006/1597 ve harap bir hamam bulunmaktadır. Bu kale ve sadece rölövelerini yapabildiğimiz câmilerin ve hamamın üzerinde çalışmak imkânını bulamadık.
Kümbetler, Mezarlar ve Akıtlar
Ahlat’ın parlak devrinden günümüze kadar ayakta kalabilen eserler, künbetlerin ve mezarların bir kısmından ibarettir. Hâlen kümbetlerden on dört adedi tamamen veya kısmen mevcuttur. Halk arasında “Darphane” denilen ve neşriyâta da bu isimle intikal eden yapı bakiyesi de XIV. yüzyıla ait bir kümbetin mumyalık kısmıdır. Bildiğimiz kadarı ile Ahlat’da yalnız Sökmenler zamanında sikke darp edilmiştir. O darphanenin de nerede olduğuna dâir bir bilgiye sâhip değiliz. Mevcut kümbetlerin en eskisi 619/1222 tarihli Şeyh Necmeddin Kümbetidir. Diğerleri hep Moğol istilâsından sonraki devirlere âittir. Bunlardan Çifte Kümbet (İki Kubbe), yâni Buğatay Aka 679/1281 ve Hüseyin Timur 678/1279-80 kümbetleri ile Hasan Padişah 673/1275 ve Usta Şagird (≠1285) künbetleri, köşeleri pahlı yüksek bir kaide üzerine oturan yuvarlak gövdeleri Moğol devrinin tipik örnekleridir. Mumyalık katları çok derindir. Doğu yönünde bulunan mahzen kapısına sonradan ilâve edilen bir merdivenle inilir. Buğatay Aka ve Keşiş Kümbeti’nin (1290-1310) üst kısmı, bugün ancak izleri kalmış olan fresklerle süslenmiştir. Diğer sağlam kümbetlerin en mühimleri, bahçeler içindeki anonim kümbet (Şirin Hatun?) XIV. yüzyılın ilk çeyreği, Erzen Hatun Kümbeti 799/1396-97, Âlimoğlu Kümbeti (Yarım Kümbet) XIII. yüzyılın sonu ve Emîr Ali Kümbeti XIV. yüzyılın başı, Bayındır Kümbeti XV. yüzyılın sonu sayılabilir.
Ahlat’ın yedi mezarlığından en büyüğü ve en mühimi Meydanlık Mezarlığı’dır. Bu mezarlık Bayındır Kümbeti’nden, İki Kubbe mahallesini Harâbe Şehir ve Taht-ı Süleyman’a bağlayan yoldan Usta Şagird künbetine kadar uzanan, dünyânın en büyük ve en muhteşem mezarlıklarından birisi, belki de birincisi idi. Tarla açmak için mezarlığın büyük kısmı kaldırılmıştır. Ahlat’ta çalışmaya başladığımız zaman (1966) Bayındır Künbeti’nin yakınında bulunan bâzı mezar taşları dahi on yıl içinde ortadan kalkmıştır. Mezar taşlarının ve sandûkaların çoğu, tezyinatı ve kitâbeleri seçilemeyecek kadar kalın bir yosun ve liken tabakası ile kaplı idi. Yüzlerce şâhide ve sandûkayı temizledik ve toprak altında kalmış sandukalardan yirmi beşini tamamen meydana çıkardık. Meydanlık Mezarlığı XIII. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar kullanılmıştır. Burada muhtelif tipte mezarlar bulunmaktadır. Bunlar Beyhan Karamağaralı tarafından neşredilmiş olduğu için tafsilâta girişmeyerek birkaç noktaya temas ile iktifa ediyoruz: Şâhidelerde bir çok emîr, vâli, şeyh, kadı, âlim isimlerine rastlanmaktadır. Ayrıca, her biri sanat eseri olan bu mezarlarda yirmi iki sanatkâr imzası tespit edilmiştir. İmza kitâbelerinde kullanılan lâkaplardan, bunların aralarındaki baba-oğul ve usta-çırak münâsebetleri tespit edilebildiği gibi, bir sanatkârın çıraklığından ustalığına kadar yaptığı eserleri, üslup gelişmesini tâkip etmek de mümkün olmaktadır. Bâzı mezar kitabelerinde ahî ve fetâ unvanlarının geçtiğini ve buhran zamanlarında feteyânın mücadelelere karışıp devletin nizam ve istiklâlinin müdafaa ettiklerine dâir bâzı kayıtları da dikkate alırsak, XIII. yüzyılda Ahlat’ta kuvvetli bir ahî teşkilatının bulunduğuna hükmedebiliriz. Çok alâka çekici bir husus da Erzen Hatun Kümbeti’nin mimârı olan Kasım b. Üstad Ali ve Gevaş’daki Halime Hatun Kümbeti’nin mimârı olan Üstad Esed b. Pehlivan Hâvend’in imzalarına mezar taşlarında da tesadüf edilmesidir. Görülüyor ki, bu âbidevî mezar taşlarını yapanlar, hiç değilse bir kısmı, sâdece taşçı ustaları değildi.
Dostları ilə paylaş: |