Ayrıca ferman, Venediklilerle diğer Latinler, Pizalılar veya diğer kavimler arasında Sultan’ın memleketinde bir ihtilaf vuku bulacak olursa, bu davaya Venedikliler arasından seçilen bir jüri (hususî mahkeme) bakacaktı. Katil ve hırsızlık vak’aları bunun dışında tutulacak, bu suçlara “Sultan’ın kendi mahkemesi” (curia) bakacaktı.45 Venediklilerin hâkimiyeti altındaki yerlerde Sultan’ın tâbiiyyetindeki insanlardan biri ölürse malları, ortakları arayıncaya kadar korunacak ve herhangi bir münazaa ve davaya hacet kalmadan geri verilecekti. Eğer bir kimse adı geçen yerlerde, Sultan’ın tebaasından birine karada ve denizde zarar verecek olursa alınan mallar tahkikattan sonra o şahsa geri verilecek, eğer haksız olarak alınan mallar zarar görürse tazmin edilecekti. Selçuklular lehine olan tek yanlı bir hüküm de ister kendi isterse başkalarının gemileriyle gelsin Selçuklu tebaasından tacirlerin selamlanmasıydı.46
I. Alaeddin Keykubâd tahta çıkışından bir yıl sonra, Akdeniz’e mahreç bulan, Rumların Kalonoros, Avrupalıların Kandelore olarak adlandırdığı bir diğer önemli ticaret ve liman şehrini kuşatılmış, diğerleri gibi burasıda şehir sakinleriyle anlaşılarak teslim alınmıştır.47 Sultan’ın ismine istinaden de şehre Alanya (Alaiye) ismi verildi. Böylece Selçuklular, Akdeniz’e açılan Antalya, Alanya (Alaiye) ve Ayas (Yumurtalık) limanlarından en önemli ilk ikisini ele geçirmiş oldu. 1229-1236 yılları arasında da burada kuvvetli bir tersane inşa edildi.48 Bu girişimler, Selçukluların Karadeniz’den sonra Akdeniz ticaretinde de söz sahibi olmak istediğini ortaya koyuyordu.
1220 tarihli Venedik-Selçuklu Antlaşması iki yıl ile sınırlandırılmışsa da zaman zaman yenilendiği tahmin edilmektedir. Nitekim İtalyan kaynakları, Venedik Dukası’nın 1228 tarihinde Alaeddin Key kubâd’a Filippo Iuliano isminde bir elçi gönderdiğini zikretmektedir.49 Hatta Filippo Iuliano Konya’da karşılaştığı, bir elçilik üyesi olan Marco Longo’nun Sultan’a zırh ve silah hediye ettiğini biraz da öfkeli bir şekilde nakleder.50 Venedikliler Moğol hâkimiyeti sonrasında da Türkiye ile olan ilişkilerini sürdürdü. 1253 tarihinde Konya’yı ziyaret eden Rubruck bu şehirde ticaret yapan birçok Venedikli ve Cenevizli tüccarlara rastladığını, Cenevizli Nicolo di Siro ve Venedikli Bonafatius Malendino adlarında iki tacirin Selçuklu başşehrine yerleştiklerini, bir şirket kurarak bütün Türkiye’deki şap üretimini tekellerine aldıklarını, Sultan’ın (andlaşmaya göre) bunlardan başkasına şap sattırmadığı için de fiyatları bunların belirlediğini, bu yüzden şapın fiyatının 15 altından 50 altına çıktığını rivayet eder.51 Bu ve diğer malumat dikkate alındığında Venediklilerin Türkiye topraklarındaki imtiyazlarını, Moğol hâkimiyeti sonrası daha da genişlettiği açıkça görülür.52 1255 tarihli Venedik bahriye nizamnamesine göre bu tarihlerde Venedikliler İskenderiye ile Antalya arasındaki serbestçe ticaret yapıyordu.53
Yarımada sadece Venediklileri değil, başka Avrupalı tacirleri de ağırlıyordu.54 1220 tarihli muahede-nâmede geçen “Venedikliler veya başka Latinler, Pizalılar veya diğer kavimler…” ibaresi, Venedikliler dışında başka tacirlerin de Yarımada’ya gelip gittiği ortaya koyuyor. Cenevizlilerin daha 1156’da Antalya ile ticaret yaptığı bilinmektedir.55 Provenslılar İtalyanlarla birlikte, Latin hâkimiyetinden yaklaşık bir asır sonra, Kıbrıs adasına yerleşmiş ve bir takım imtiyazlar elde etmişlerdi. Muhtemelen bu tarihten itibaren, fakat kesin olarak 1236’dan sonra Konya ve Türkiye’nin güney ve batı sahilleriyle Kıbrıs arasında bir transit ticaret ağı kurmuşlar ve Türkiye’den Kıbrıs’a %1 gümrükle ticarî emtia sevketmeye başlamışlardı.56
1224’e doğru Venedik hükümetinin kendi tebaasından tacirlerin Mısırla ticaretini yasaklama kararı57 Levant ticaretinde Selçuklu Türkiyesi’nin önemini bir kat artırmıştı. Bu karar sadece Venediklileri değil, gemi yapımında kullanılan malzemeyi daha önceleri Batılı devletlerden veya onların vasıtasıyla temin eden Mısır’ı da bu ihtiyaçlarını karşılamak için kuzeydeki Türkiye limanlarına yöneltti. Alaiye (Kalonoros) ve Antalya limanlarından, İskenderiye ve Suriye limanlarına, başta gemi yapımında kullanılan zift, kereste olmak üzere, gıda maddeleri, kuru kayısı, halı, at, köle ve deri mamulleri taşınırken, aynı yoldan, keten, şeker, Mısır giyecekleri, sarıklar, ipekliler, yünlüler, kumaşlar, Doğu ve Güney Asya’dan baharat, çivit, sabun, kalay, kurşun gibi emtia geliyordu.58
Selçuklu Türkiyesi, sadece Mısır için değil diğer İslam ülkeleri için de önemliydi. Batı Asya ticaretinin en önemli merkezlerinden şam, Bağdat, Tebriz ve Sivas ile bağlantı büyük ölçüde Yarımada üzerinden kuruluyordu. İslam devletleri aralarındaki ticarî ilişkileri artırmak için karşılıklı taahhütler veriyorlardı. Celalüddin Harezmşâh, I. Alaeddin Key kubad’a yazdığı mektupların birinde, ticarî münasebetlerin devam edeceği ve tacirlerin Harezm ülkesine rahatlıkla girebileceklerini taahhüt ediyordu.59 Selçuklu tacirlerinin Doğu’ya seyahat edip etmediklerini bilmiyoruz, fakat XIII. asrın sonlarında, Konya’dan Hindistan’a ticarî gayelerle seyahat eden bir tacirden Eflâkî eserinde söz etmektedir.60 İslam ülkeleriyle olan ticarî münasebetler Selçuklu ülkesinin doğusundaki kargaşa yüzünden zaman zaman tehlikeye girse de devlet derhal bunun önlemlerini alıyordu. Nitekim Harezmliler ve Moğolların önünden kaçan göçebelerin sebep olduğu bu kargaşaları engellemek maksadıyle, Kemalüddin Kamiyar Ahlat ve Bitlis taraflarına seferlere gönderilmişti.61 Yine Sultan I. Alaeddin Keykubâd göçebelerden başka Konya-Şam güzergâhını sürekli tehlikeye düşüren Ermenilerin üzerine, 622/1225 senesinde Çaşnigir Mübarizüddin Çavlı’yı göndermişti.62
Sinop’un zaptından sonra Karadeniz’e çıkış kapısı bulan Türkiye Selçuklu Devleti, Karadeniz’in güvenliği ortadan kalktığında, menfaatleri icabı siyasî çekişmelere katılarak müdahale etmeye başladı. Nitekim Kıpçak, Bulgar ve Rus diyarlarından gelen tacirlerin malları yağmalanıyordu. Mağdur tacirlerden biri durumu Sultan’a arzederek ondan yardım istemişti.63 Bu ve benzeri Selçuklu menfaatine ters düşen gelişmeler, I. Alaeddin Keykubâd’ın Karadeniz siyasetine ağırlığını koymasına zorunlu hale getirdi. Sultan’ın emriyle havzanın en önemli ticaret merkezlerinden Suğdak’a (Soldaia) sefer düzenlendi ve bölge bir süre Selçuklu Devleti’ne tâbi oldu. İkinci Moğol istilâsına (1239) kadar da Selçuklu korumalığında kaldı.64 Suğdak ele geçirildikten sonra, adet olduğu üzere ele geçen ganimetten mağdur tacirin zararları karşılanmıştı.65
Kırım seferinde hedefin Suğdak olarak seçilmesinde diğer bir sebep de burasının Rusya içlerine kadar giden
Türk ve Arap tacirler kadar, Kuzey ile Selçuklu ülkesi arasında ticaret yapan Rus tacirlerin de ana uğrak merkezi olmasıydı. Her türlü geminin yanaşmasına elverişli limanı, deniz ticaretini kolaylaştırıyordu. Kuzeyin deri ve kürkleri, Astragan (Ejderhan) yolu ile Asya içlerinden getirilen pamuklu ve ipekli kumaşlar, baharat, hatta Selçuklu ülkesinde yetiştirilen Ankara keçisinin yünü (tiftik), Kefe’de ya da Suğdak da pazarlanıyordu.66 Türkiye ile Karadeniz’in Kuzeyi arasındaki ticaret ağını 1253 tarihinde Rubruck şöyle tasvir ediyordu: “Sinop karşısında bulunan bir liman şehri Suğdak’a Türk tacirleri geldiği gibi, kuzeyden dönüp Türkiye’ye giden veya içinden geçen bütün tacirler uğrar. Onlar bu pazara kakım, sincap ve başka kürkler, deriler, bir kısım tüccarlar ise pamuklu, ipekli kumaşlar ve baharat getirirler…”67
Selçuklu Devleti en yakın komşusu Bizans ile zaman zaman siyasî sebepler yüzünden sekteye uğrasa da sıkı bir ticarî ilişki içindeydi. XIII. asrın ikinci yarısında Konya’dan İstanbul’a seyahat eden çok zengin tacirler vardı.68 Konyalı tacirler İstanbul’a kadar gidip Chonae’daki Aziz Mihail (Arcongelo Michele) panayırına katılıyorlardı.69 Bizanslı zenginler arasında Türk kumaşları oldukça rağbet görüyordu. Hatta İznik İmparatoru III. Ioannes Dukas Vatatzes (1222-1254), israfa engel olmak maksadıyla 1243 tarihinde, Türk kumaşlarının giyimini sınırlayan bir emir-nâme bile çıkarttırmıştı.70
Selçuklu Türkiyesi’nin etrafındaki önemli ticaret merkezleri şunlardı: Karadan, İran sahasında Tebriz, Irak’ta Bağdat, Suriye bölgesinde Şam, denizden ise Kıbrıs, Mısır’da İskenderiye, Karadeniz’in kuzeyinde Kırım. Türkiye’nin sahillerine gelince; Akdeniz’de Ayas, Alanya ve Antalya limanları, Ege’de Ayasulug, İzmir ve Foça limanları, kuzeybatıda İstanbul ve Karadeniz’de ise Sinop, Samsun ve Trabzon limanları geliyordu. Bu dayanak noktaları üç ana güzergâh ile birbirine bağlanıyor. Birincisi doğu-batı güzergâhı, ikincisi kuzey-güney güzergâhı, üçücüsü ise güneydoğuyu İstanbul’a bağlayan diyagonal güzergâh.
Selçuklu ülkesinden geçen kuzey-güney güzergâhı, İslam ülkelerinden gelen, Bağdat ve Halep’ten, Malatya-Sivas-Trabzon güzergâhını takip ederek Karadeniz’e çıkan, kuzeyin kürk ve köleleri ile aynı güzergâhdan geri dönen tacirlerle X. yüzyıldaki canlılığına tekrar kavuştu.71 Müslümanlar arasında çok rağbet gören Kıpçak köleleri Trabzon ve Sinop limanlarından Türkiye’ye giriyor, köle ticaretinin önemli bir merkezi Sivas’da toplandıktan sonra buradan da diğer İslam memleketlerine gönderiliyordu. İbnü’l-Esîr Sivas’ın Suriyeli, Mezopotomyalı, Rus ve Kıpçak tüccarlarının buluşma yeri olduğunu kaydeder.72 Aynı şekilde İbn-i Saîd de Sivas’tan tacirlerin buluştuğu73 bir ticaret merkezi olarak söz eder. Transit ticaret merkezi olan Sivas, yerli emtianın ihraç edildiği merkezlerin de başında geliyordu. Meşhur Türk halıları Sivas pazarlarından alıcılarına ulaştırılıyordu. şehrin ticaret merkezi haline gelmesiyle birlikte, sınaî üretim yapan insanları da buraya çekmişti. Yünlü ve pamuklu dokumaları, gerek İslam gerekse batı dünyasında aranan mallar arasındaydı. Sivas sof (sûf-u Sivas)’nun şöhreti, dokumacılıkta oldukça gelişmiş İran’da dahi bilinmekteydi.74 şehirdeki iktisadî genişleme aynı zamanda şehrin bayındırlaşmasında ve kültür merkezi olmasında önemli katkıları olurken, sadece Selçuklu Türkiyesi’nin değil, Batı Asya’nın en güzel, aynı zamanda da en kalabalık şehirlerinden biri haline gelmesini sağladı.75 Bu şehir, XIII. yüzyıl sonlarına kadar önemini hiç kaybetmedi.
Antalya, Sinop ve akabinde Alanya’nın zaptından sonra, Karadeniz ile Doğu Akdeniz arasındaki yeni bir güzergâh daha transit ticarete açılmış oldu. Mısır’dan gemilerle Türkiye’nin güney sahillerindeki limanlara gelen tacirler, Antalya ve Alanya’dan, Konya-Ankara-Sinop yolu ile Karadeniz’e çıkıyorlardı. Çok kullanılmamakla birlikte Bağdat ve Halep yolu Malatya’da birleşerek, Sivas-Amasya üzerinden Samsun ve Sinop limanlarına ulaşıyordu. Selçuklu hâkimiyetinde olmasa da Ayas-Samsun yolu, transit ticaret açısından oldukça önemli bir güzergâhdı. Ayas’dan Konya ve Kayseri’ye gelen tacirler, Sivas-Amasya üzerinden Samsun’a ulaşıyorlardı. Bu yollar, Selçuklu yol ağının müsait olmasından dolayı rahatlıkla birbirlerine geçiş sağlayabiliyordu.76
Doğu-batı istikametindeki transit güzergâh ise İran’dan Türkiye’ye girdikten sonra iki kola ayrılıyordu. Bu kollardan biri Erzurum-Bayburt ve Zigana geçidinden sonra Trabzon, ikinci kol ise, Erzurum-Erzincan-Sivas-Kayseri-Aksaray-Konya üzerinden Antalya-Alanya ve Ayas limanlarına ulaşıyordu. Bu güzergâh ayrıca Gürcistan’ı Akdeniz limanlarına bağlıyordu. Konya, Doğu-
Batı ticaretinde Sivas’tan sonra ikinci derecede bir antrepo idi. Bağdat’tan gelen tacirler Mardin-Malatya-Elbistan-Kayseri-Aksaray-Konya-Antalya ve Alanya yolunu takip ediyordu. Halep’ten gelen tacirler ise Kayseri üzerinden aynı yolu takip ederek Akdeniz limanlarına ulaşıyordu. Bu dönemde Türkiye’nin batısı, orta ve doğusuna nazaran ticarî açıdan geri olduğu için, Konya’dan Ege limanlarına (Foça, İzmir, Ayasulug) çıkan sadece bir yol vardı. O da Eğridir-Burdur-Denizli güzergâhını takip ediyordu. Ayrıca İstanbul’u doğuya bağlayan yol; İstanbul-İzmit-İznik-Eskişehir-Akşehir-Konya-Ulukışla-Adana-Halep-Şam üzerinden Mısır’a ve Halep’ten ayrılan diğer bir kol ise Kilis-Nusaybin-Musul-Bağdat ve Basra’ya varıyordu.77
Pazarlar ve yılın belli bir döneminde kurulan panayırlar bu mübadele hacmini artırıyordu. Selçuklu Türkiyesi’nde kurulduğu bilinen en meşhur panayır, Kayseri’nin doğusundaki Pınarbaşı’na giden güzergâh üzerinde, bugünkü Pazarören’deki Yabanlu mevkiinde kuruluyordu. Bütün ülkeden tacirlerin katıldığı bu panayır her yıl baharda başlar ve kırk gün sürerdi. Burada köleler, kürkler, atlas ve sakallat kumaşlarından yapılmış elbiseler, kunduz, “deniz köpeği” ve burtas kürkleri alınıp satılırdı. Türkmen atları da bu pazarın en çok aranan emtiası arasındaydı. Diğer bazı panayırlarda olduğu gibi, Yabanlu Pazarı’nda da kusurlu malların kusurları gizlenir ve üstelik satılan bu mallar bir daha geri alınmazdı.78
Panayırlardan başka sürekli faaliyet gösteren pazarlar da kuruluyordu. Bunlardan en önemlisi Mardin’in güneyinde kurulan Koçhisar (Dunaysar, Kızıltepe) pazarıydı. Zamanla meskûn bir belde haline gelen pazar, canlı ticaret sebebiyle açılan han ve dükkanlar sayesinde nüfusu daha da artarak şehir haline dönüşmüştür. Artuklular zamanındaki imar faaliyetiyle hanlar, hamamlar, çarşılar ve medreseler inşa edilerek daha da bayındır hale getirilmişti. Özellikle Suriye, Türkiye ve Diyarbekir’den gelen tacirler burada buluşurdu. Yine bir diğeri Kırşehir-Kayseri güzergâhında kurulan Ziyaret Pazarı’dır ve bu da daha sonra kasabaya dönüşmüştür. Bugünkü Ilgın kasabasının bulunduğu mahalde bir zamanlar Yılgın Pazarı kuruluyordu. Amasya ile Tokat arasında pazar günleri kurulan Azîne Pazarı da dönemin meşhur pazarları arasındaydı. Bu büyük çaplı pazarların dışında şehirlerin etrafında haftanın belli günlerde küçük pazarlar kuruluyordu. Ayrıca şehirlerin yakınında, göçebelerin alış-veriş yaptığı “Türkmen Pazarları” adı verilen pazarlar kuruluyordu.79
XIII. yüzyıldan itibaren Selçuklu Türkiyesi, tüccarların buluştuğu görkemli bir “pazar” haline gelmişti. Ülkenin zenginliği çevre devletlerin iştahını kabartıyordu. Melîk Adil, Selahaddin’e Kılıçarslan’ın elindeki topraklara yönelmesini tavsiye ediyor, gerekçe olarak da “Buradaki daha çok şehir, asker ve paranın varlığını…” gösteriyordu.80 Moğol istilâsı öncesi Selçuklu Türkiyesi’ni ziyaret eden Saint-Simon, ülkenin hem şehirlerin hem de kırsalın refah içinde olduğunu nakletmektedir.81 Ondan uzun bir süre sonra, XIV. yüzyılda, coğrafyacı Ömerî aynı doğrultuda bilgiler vermektedir.82 Ömerî’nin çağdaşı 1332’de ölen Teodoro Lamenti Türkiye’ye ait ağıtlarında; buradan “Zorunlu ihtiyaç mallarından, hatta lüks emtiadan hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülke” diye söz eder.83
Canlı ticaret ondan geçinen asalakların, yani haydutların sayısını da artırmıştı. Eşkiyalık ve tabiat şartlarının getirdiği güçlükler Yarımada’dan gelip geçen yolcuların ve kervanların güvenliğini tehlikeye sokuyordu. Bu ihtiyaç daha II. Kılıçarslan döneminde hissedilmeye başlamış ve ilk kervansaray da onun tarafından inşa ettirilmişti. Onu emirleri takip etmiş ve ticarî gelişmeye paralel olarak XIII. yüzyıldan itibaren kervansaray inşası süratle artmıştır. Öncelikle yoğun yolcu geçişin olduğu bölgelerde olmak üzere, neredeyse bütün ana güzergâhlar bu yapılarla emniyet altına alındı.84 Emniyetin herşeyin üstünde olduğu o dönem yolcu ve tacirler için bunun ne kadar önemli olduğu tasavvur dahi edilemez. Umera ve zenginler tarafından inşa ettirilen ve vakıfları sayesinde varlığını devam ettiren, işleyiş tarzı olarak dönemin içtimaî ve iktasadî yapısını anlaşılmasına oldukça önemli ipuçları veren Selçuklu dönemine ait kervansaraylardan 132’si ayakta kalabilmiştir.85 O dönemden pek çok kervansarayın günümüze ulaşamadığı bu güzergâhları kullanmış seyyahların verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır. Bugün sadece altı hanın ayakta kalabildiği Kayseri-Sivas güzergâhında İbn-i Saîd’in rivayetine göre XIII. yüzyılın ortalarında yirmi dört han vardı.86
Bu güzergâhların üzerindeki şehirler kısa zamanda hem iktisaden hem de nüfus bakımından büyüdüler. Artık şehirlerin dışında kendi malikânelerinde yaşayan toprağa bağlı soylu zenginler yerini, şehirlerde yaşayan kısa sürede büyük servetler edinmiş maceraperest, gezginci tüccarların oluşturduğu türedi zenginlere bıraktı. İktisadî genişleme ve nüfus artışıyla birlikte “kale şehirler” surların dışına taşarak açık şehirlere dönüştü. Ticaretin canlı olduğu güzergâhlardaki Konya, Kayseri, Erzurum, Sivas gibi açık şehirler gelişimlerini daha hızlı tamamlamıştır.87
1243 öncesi Selçuklu Türkiyesi’nde ticarî vergilere dair malumat yok denecek kadar azdır. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Antalya’yı ele geçirince “Rum memleketinde ne ticareti yapılırsa yapılsın vergi alınmaması ve hangi tüccar geçerse geçsin bâc, ubûr, zarayib ve avarızdan muaf ve müsellem tutulmalarına dair” bir ferman çı
karmıştı.88 Burada geçen bâc ve ‘ubûr aynı anlama gelen terimler olabileceği gibi, ‘ubûr yol güvenliği karşılığında alınan resmi, bâc da gümrük resmini ifade ediyor olabilir. “Zarayib ve avarızdan muaf tutulsun” ifadesinden Yarımada’da tacirlerin özellikle zikredilen bu iki vergi dışında daha başka vergiler de ödemek zorunda oldukları anlaşılıyor. Bu vergilerin ne olduğu, hangi dönemlerde yürürlüğe sokulup ne zaman kaldırıldığı ve kimler tarafından ve ne şekilde toplandığı hakkında şu anki bilgimize istinaden bir şeyler söylemek mümkün gözükmüyor.
1243’ten sonra artık Türkiye’de yeni bir dönem başlayacak hâkimiyet yerleşik zihniyetin hâkim olduğu batıasya devlet yapısına dönüşme sürecini henüz tam anlamıyla tamamlayamamış Selçuklulardan, tıpkı 1071’de olduğu gibi başka bir göçebe kavim olan Moğolların eline geçecektir. Bundan sonra ticaret-siyaset ilişkisini Moğol valileri belirlerken, zenginlik de onların hazinesine akacaktır.
DİPNOTLAR
1 Türk göçleri öncesi Bizans şehri için bkz. Hudûdu’l-âlem mine’l maşrık ilâ’l mağrib, thk. Manoochehr Sotoodeh, Tahran, 1340, 185, krş. Hududu’l-alem, The regions of the World, trans. V. Minorsky, London 1970, 156-7; Alexander P. Kazhdan, “Vizantiyskie goroda v VII-IX vekach”, Sovesskaya Archeologiya, 21 (1954), 164-188;-Derevnia i gorod ve Vizantii IX-X vv, Moscow 1960; E. Kirsten, “Die Byzantinische Stadt”, Berichte zum XI. Internationalen Byzantinisten-Kongress, Munich, 1958. Bilhassa Anadolu’nın batısındaki şehirler için bkz. Clive Foss, Byzantine Cities of Western Asia Sardis, Cambridge, 1976;-“Late Antiquie and Byzantine Ankara”, Dumbarton Oaks Papers, 31 (1977), ss. 29-87;-“Archeology and the ‘Twenty Cities’ of Byzantine Asia”, American Journal of Archeology, 81 (1977), ss. 469-486;-Ephesus after Antiquity, A Late Antique, Byzantine and Turkish City, Cambridge 1979;-Survey of Medieval Castles of Anatolia I: Kütahya, Oxford, 1958;-“The Persians in Asia Minor and the End of Antiquity”, English Historical Review, 90 (1975), ss. 721-47; P. Tivçev, “Sur les cités byzantines aux XIe-XIIe siècles”, Byzantinobulgarica, 1 (1962), ss. 145-182.
2 Göçebe Türkmenlerin yağma anlayışı hakkında bkz. M. Said Polat, Moğol İstilasına Kadar Türkiye Selçuklularında İçtimaî ve İktisadî Hayat, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 1997, 57-60.
3 İl tutma için bkz. Polat, Türkiye Selçukluları, 25-31. Ayrıca il kelimesi ve iştikaklarının hikayesi için bkz. Şinasi Tekin, İştikakçının Köşesi, Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin Hayatı Üzerine Denemeler, İstanbul 2001, 103-119.
4 1175 öncesi siyasî yapı için bkz. M. Said Polat, “Türkiye’de İlk Beglikler ve Kabilevî Siyasî Birliklerin Ortaya Çıkışı (1071-1175)”, TTK Belleten, (Baskıda).
5 Göçebe-yerleşik ilişkisi için bkz. Polat, Türkiye Selçukluları, 55-66.
6 John Kinnamos, Deeds of John and Manuel Comnenus, trans. Charles M. Brand, New York, 1976; Niketas Choniatês, O City of Byzantium, trans. Harry J. Magoulias, Detroit 1984, 22.
7 Claude Cahen, La Turquie pré-ottomane, Istanbul-Paris 1988, 115-6.
8 Mihail (Süryani Patrik), Vakayinâme, trc. Hrant D. Andreasyan, (Türk Tarih Kurumu adına tercüme edilmiş fakat yayımlanmamıştır), 42.
9 Buna dair bir hayli malumat bulmak mümkün. Mesela 598/1201-1202 tarihli bir vakıf senedinde, Konya’daki eski sûk’un yanındaki yeni sûk’da iki büyük Tebrizli tacir ile bir Konyalı Türk tacirden sözedilmektedir bkz. Osman Turan, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri I, Şemseddin Altun-aba, Vakfiyesi ve Hayatı”, TTK Belleten, XI/42 (1947), 224 vd.; Cahen, Turquie, 123; Erdoğan Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, Ankara 2000, 149-50.
10 İsenbike Togan, “Asya’da İmparatorluklar ve Ticaret Yöntemleri”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e I. Uluslararası Tarih Kongresi, Ankara 24-26 Mayıs 1993, İstanbul 1998, 133-40. Türkmen göçleri ile Latinlerin İstanbul’u ele geçirişinin ticarete etkilerini değerlendiren Cahen, birinin ticareti canlandırırken ötekinin altüst ettiğini tespitini yapmıştır (Cahen, Turquie, 122).
11 Alessio Bombacı, L’Impero Ottomano, Torino, 1981, 80, naklen Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri I, Selçuklular’dan Bizans’ın Sona Erişine, İstanbul 1990, 96.
12 Uğur Tanyeli, Anadolu-Türk Kentinde Fiziksel Yapının Evrim Süreci (11. -15. yy.), İstanbul 1987. Ayrıca Avrupa’daki şehirlerin evrimi ve ticaretle ilişkisi için bkz. Henri Pirenne, Orta Çağ Kentleri, Kökenleri ve Ticaretin Canlanması, trc. şadan Karadeniz, İstanbul 1991.
13 W. Heyd, Yakın Doğu Ticaret Tarihi, trc. Enver Ziya Karal, Ankara 1975, I, 178, 362.
14 Ebu Hamid el-Gırnatî, “Tuhfetü’l-elbâb”, kısmî yayın ve tercümesini yapan Gabriel Ferrand, JA, 207 (1925), 133; Cahen, Turquie, 122. Kaynaklar, XI. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar Karadeniz havzasında Alan tüccarlarının ticaret hayatında oldukça etkin olduğu söylüyor. Bu dönemde Kırım ile bir taraftan Trabzon, diğer taraftan İstanbul arasında da yoğun bir ticaret vardı (A. Y. Yakubovsky, Altınordu ve İnhitâtı, trc. Hasan Eren, İstanbul 1955, 7). XI. asırdan sonra ise Karadeniz havzası büyük bir etnik değişime maruz kalmış, dolayısıyla buradaki ticarette bu etnik zümreler de etkili olmaya başlamıştır (A. Decei, “Karadeniz”, MEB İslam Ansiklopedisi, VI, 242).
15 Mihail, 101. Cahen tacirlerin sayısını 500 olarak verir krş. Cahen, Turquie, 122.
16 İbn-i Bibi, II, 123; Kerimüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-ahbâr, trc. Mürsel Öztürk, Ankara 2000, 33; Osman Turan, “Selçuk Kervansarayları”, TTK Belleten, X/39 (1946), 476 dipnot 11;-“Selçuklu Devri Vakfiyeleri I, Şemseddin Altun-aba, Vakfiyesi ve Hayatı”, TTK Belleten, XI/43 (1947), 207.
17 Choniatês, 146.
18 Togan, 133.
19 Choniatês, 271-2. Selahaddin’in oğlu el-Aziz Osman 1186-1193 arasında Mısır valisi, 1193-1198 tarihleri arasında ise hükümdar oldu ve 29 Ekim 1198’de öldü (Choniatês, 402, dipnot 1349. Ayrıca bkz. C. E. Bosworth, İslâm Devletleri Tarihi (Kronoloji ve Soykütüğü Elkitabı), trc. Erdoğan Merçil; Mehmet İpşirli, İstanbul 1980, 75). O. Turan Mısır hükümdarının adını Melikü’l-Adil olarak kaydetmiştir krş. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Siyâsi Tarih Alp Arslan’dan Osman Gazi’ye (1071-1318), İstanbul 1993, 240.
20 Choniatês, 290; Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Metin, Tercüme ve Araştırmalar, Ankara 1988, 122-3. İmparator tüccarların mallarına tazminat olarak 5000 gümüş (50 mine) cevheri vermeyi kabul etmişti (O. Turan, Türkiye, 248).
21 İbnü’l Esîr, el-Kâmil fi’t-tarih, Beyrut, 1966, XII, 241-2; Claude Cahen, “Le Commerce anatolien au début du XIIIe siècle”, Mélange Louis Haphen, Paris, 1951, 92-93; Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, trc. Fikret Işıltan, Ankara 1991, 393. XIII. yüzyıldan sonra Türklerin verdiği isimle anılmaya başlayan Karadeniz ismi kaynaklarda; “Hazar Denizi”, “Bahru’r-Rus”, “Büyük Deniz” olarak veya kıyılarındaki büyük şehirlerin isimlerine nisbetle anılıyordu (Decei, 238-9).
22 İbn-i Bibi, I, 115-6. Bu bölgedeki yolların güvenliğini kaybetmesi sadece Müslüman tacirlerin değil, Antalya bağlantılı ticaret yapan diğer tacirlerin de güvenliğine halel getiriyordu. Haçlılar 1191’de Kıbrıs adasını ele geçirdiklerinde yiyecek temini için Yarımada’nın sahilleriyle bağlantı kurma ihtiyacı hissetmişler bu yüzden Yarımada’nın güneyindeki önemli ticaret merkezlerine çıkartma yapmışlardı. Latinler İstanbul’u ele geçirince, İskenderiye’den gelmiş maceraperest bir Latin olan Aldobrandini de Antalya şehrinin hâkimiyetini eline geçirmişti. Kıbrıs için oldukça önemli bir yerin idaresini ele geçiren Aldobrandini Kıbrıs kralına tâbii gibi görünüyor ve Kral’ın gönderdiği kuvvetlerce de korunuyordu (Choniatês, 351; Cahen, “Commerce anatolien”, 93).
Dostları ilə paylaş: |