Âb (f i. su. (bkz: mâ')



Yüklə 17,16 Mb.
səhifə179/189
tarix21.10.2017
ölçüsü17,16 Mb.
#8652
1   ...   175   176   177   178   179   180   181   182   ...   189

üstâd-üd-dâr-ül-âliye tar. Memlûklar'da, Abbâsîler'de ve Hârizmşâhlar'da sultanın 'özel mallarını koruyan ve onlara ait gelirleri giderleri idare etmekle görevli kimse.

üstâd-âne (a.f.zf.) üstada yakışır yolda; usta elinden çıkmış olarak; ustaca.

üstâdî (a.f.i.) üstadlık, ustalık.

üstâh (f.s.) hayâsız, edepsiz kimse. (bkz. küstah).

üstâh-âne (f.zf.). (bkz: küstâh-âne).

üstâm (f.i.) 1. altın veya gümüşten yapılmış at eyeri, üzengi, (bkz. ûstâm). 2. s. emin, güvenilir.

üstâz (a.i.c. esâtîz; esâtize). (bkz: üstâd).

üstâziyyet (a.i.) üstâzlık, üstadlık, ustalık.

üstûdân (f.i.) mecûsî mezarı.

üstûn (f.i.) direk, (bkz: sütûn).

üstûr (f.i.) davar, at ve katır gibi dört ayaklı hayvan.

üstûre (a.i.c. esâtîr) 1. efsâne, yalan, bâtıl söz. 2. uydurma, masal, söz.

üstûrevî (a.s.) üstûreye ait, üstûre ile ilgili, (bkz. üstûre).

üstühân (f.i.) kemik, (bkz: [üstühvânrübâ, üstühvânrend, üstühvânrenk masal kuşu olan "hümâ" nın adı].

üstühân-bend (f.b.i.) kırıkçı, çıkıkçı.

üstühân-pâre (f.b.i.) kemik parçası.

üstükus (a.i.c. üstükusât) 1. madde, cevher, asıl. 2. gök cisimleri. 3. geometri.

üstükusât (a.i. üstükus'un c.) 1. maddeler, asıllar, cevherler. 2. gök cisimleri. 3. geometriler.

üstüre (f.i.) ustura.

üstüvân (f.s.). (bkz. üstüvâr).

üstüvâne (a.i.) 1. direk; içi boş. 2. geo. silindir

üstüvânî (a.s.) üstüvâne, silindir biçiminde.

üstüvâr (f.s.) l. sağlam, kuvvetli, kuvvetli, dayanıklı. 2. güvenilir.

üstüvârî (f.s.) kuvvetli, sağlam, emniyetli.

üsür (a.i.) yara izi. (bkz: nedbe).

üsve (a.i.) imtisal nümunesi, örnek olacak insan.

üşâbe (a.i.) 1. karışık cemaat. 2. nesebi, ırkı karışık adam. 3. hırsızlık, rüşvet gibi şeylerle elde edilen kazanç. 4. (c. eşâib) ilâçlı şerbet.

üşbe (a.i.) kurt, böcek, (bkz: dûd).

üşgule ("gu" uzun okunur, a.i.) uğraşılacak iş. (bkz: meşguliyyet).

üşgule-i hasene iyi, güzel işler.

üşgur (f.i.) [oklu] kirpi, (bkz: üskür).

üşkûfe (f.i.); çiçek, (bkz. şükûfe).

üşkûh (f.i.) büyüklük, ululuk, şan ve şeref, (bkz: şükûh).

üşküfte (f.i.) açılmış [çiçek].

üşnân (a.i.) bot. çöğenotu. [bir kök olarak sabun yerine kullanılır].

üşne (a.i.) bot. yosun, ağaç yosunu.

üşne-i karnî boynuza benzeyen yosun.

üşne-i kasabî hek. suda boğulanların akciğerlerinde meydana gelen beyaz veya gül renkli kabarcıklar.

üşne-i şeybî [sakal gibi] salkım saçak görünüşlü yosun.

üşne-i sükkerî fasîlesi bot. laminer.

üşniyye (a.i.) bot. suyosunları.

üşniyye-i berriyye bot. yapraklı karayosunları.

üşniyye-i hadrâ bot. diyatome, silisli alkler, fr. diatomees, lât. basillariophta.

üştülüm (f.i.) kavga, gürültü.

üştülüm-kâr (f.b.s.) kavgacı, gürültücü.

üştür (f.i.) deve. (bkz: cemel).

üştür-bân (f.b.i.) deveci, (bkz: sâr-bân, şütür-bân).

üştür-dil (f.b.s.) kinci; hasetci.

üştürek (f.i.) dalga, (bkz: mevc).

üştür-gâv (f.b.i.) zurâfa.

üştür-gaz ("ga" uzun okunur, (f.b.i.) bot. Deve otu.

üştür-hâr (f.b.i.) deve dikeni, deve otu.

üştür-hû (f.b.s.) deve huylu, kinci.

üştür-mürg (f.b.i.) deve kuşu.

üştür-süvâr (f.b.i.) deveye binen.

ütrüc, ütrücce (a.i.) bot. Ağaç kavunu.

ütûb (a.i.). (bkz. itâb).

üvel (a.s.) psik. fr. primaire.

üveyl (a.i.) vaveyla, çığlık.

üzânî (a.s. ve i.) büyük kulaklı adam. [merkepten kinaye olarak].

üzeyn (a.i.) 1. kulakçık. 2. anat. kulakçık.

üzeyn-i eymen anat. kalbin taban kısmında bulunan ve sağdaki ana toplardamarlardan kanı alıp karıncıklara veren (sağdaki) boşluk.

üzeyn-i eyser anat. kalbin taban kısmında bulunan ve soldaki ana toplardamarlardan kanı alıp karıncıklara veren (soldaki) boşluk.

üzeyn-i kalb (kalb kulakçığı) anat. atriyum.

üzeyn-i ma'denî hek. hastalıktan dolayı kalbin üzeyn (kulakçık) lerinden işitilen ses.

üzn (a.i.c. âzân) 1. kulak, (bkz: gûş). 2. telli çalgılarda akord etmeye yarayan burgu, mandal.

üzn-i dâhilî anat. içkulak.

üzn-i feres (at kulağı) he ( ) nin altındaki ekleme uzantısı, he'nin kuyruğu.

üzn-i hâricî anat. dışkulak.

üzn-i mutavassıt anat. ortakulak.

üzn-i vustâ (bkz: üzn-i mutavassıt).

üzn-ül-bahr (deniz kulağı) zool. deniz kulağı.

üzn-ül-himâr bot. eşekkulağı, karakafes denilen nebat (bitki).

vâ (a.n.) "vah, yazık!" mânâsına gelerek esef, hayıf, hasret gibi kelimelerle kullanılır.

Vâ-hayfâ eyvah, yazık!

Vâ-hasretâ âh ayrıldı!., gibi.

vâ (f.e.) "geri, arkada" mânâsına gelerek birleşik kelimeler yapar

Vâ-mânde geride kalmış, geride.

Vâ-pesîn en gerideki, en sonraki., gibi.

va' (a.i.) çakal, (bkz: şegal, şegâl).

vâ-beste (f.b.s.c. vâ-bestegân) .. e bağlı, (bkz. muallak, mukayyed, mütevakkıf, menût).

vâ-bestegân (f.b.s. vâ-beste'nin c.) ...e bağlı olanlar.

vâbil (a.i.) iri damlalı yağmur.

vâcib (a.s. vücûb'dan) 1. terki caiz olmayan, yapılması gerekli. 2. yapılması şer'an lüzumlu olan, farz derecesine yakın bulunan. [Kur'an'da zımnî delille emredilen bayram namazları, adaklar gibi]. 3. fels. zorunlu.

vâcib li zâtihi tas. adem-i mümteni olan mevcuttur ki vücut kendisinden olup başkasından olmadığı için mâdûmiyyetin imtinâı zaruret hâlinde olduğu yerinde kullanılır bir tâbirdir; varlığını kendine borçlu olan, kendi kendisiyle var olan.

vâcib-ül-îfâ yapılması gerekli olan.

vâcib-ül-ihtirâm sayın, saygıdeğer.

vâcib-ül-ittibâ' (olmak) huk. bağlanmak.

vâcib-ül-vücûd varlığı lüzumlu olan, Allah.

vâcib-ür-riâye 1) riâyet edilmesi gerekli olan; 2) tar. sadrâzam, vezir, nişancı ve beğlerbeğilerin oğulları gibi hürmet ve riâyet edilmesi lâzımgelen kimseler.

vâcib-üt-teşrif şereflendirmesi muhakkak. (Hasan Çelebi Tezkiresi).

vâcibât (a.i, vâcibe'nin c.) vacip olan, yapılması gerekli olan şeyler.

vâcibe (a.i.) yapılması vacip derecesinde lüzumlu şey. (bkz: vecîbe).

vâcid, vâcide (a.s.) 1. vücûda getirici, getiren. 2. zengin, ["vâcid" Allah'ın sıfatıdır]. 3. i. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.

vâciz, vâcize (a.s.) kısa. (bkz: vecîz, vecîze).

vâd (f.i.) oğul. (bkz: ferzend, pûr, mahdûm).

va'd (a.i.c. mevâîd, vuûd) 1. söz verme, üstüne alma. (bkz: taahhüd). 2. yapılmasına söz verilen şey.

El-va'dü ke-d-deyn vait, borç gibidir.

va'd-i muallak huk. "filân adam senin alacağını vermezse ben veririm" demek gibi sözdür ki "kefalet" olur.

va'd-i mücerred huk. "filân kimsenin borcunu öderim" demek gibi bir söz.

va'd-i tehî boşa söz verme, oyalamak için, yerine getirmeyeceği halde, söz verme.

va'd-i vuslat kavuşma, buluşma sözü verme.

vâ-dâde (f.b.s.) geri çevrilmiş, reddolunmuş. (bkz: merdûd).

va'de (a.i.) 1. bir iş için önden belirtilen zaman. 2. bir işi geciktirmek için belirtilen zaman. 3. ecel. 4. [eski] söz verme.

va'de-i ferdâ yarın için verilmiş olan söz.

va'de-i yâr yârın vâdesi, sevgilinin söz vermesi.

vâdî (a.i.c. evdiye) 1. iki dağ arasındaki uzun çukur, dere. 2. bir nehrin aktığı yer, yatak, (bkz: mecrâ).

vâdî-i Eymen Hz. Musa'nın Tûr dağında Allah'ın tecellîsine mazhar olduğu yer, Tûr dağı civarında bir dere. [Hz. Musa zevcesiyle beraber buraya gitmiş ve zevcesi burada doğum yapmıştır]. 3. yol, tarz, usul, alan. (bkz: sâha).

vâdi-i hâmûşân mezarlık, kabristan.

vâdî-i haşr kıyamet yeri.

vâdî-i hayret şaşkınlık vadisi.

vâdî-i kadîm eski tarz, eski usul [şiir veya nesir].

vâdî-i kebîr ed. eski usul.

vâdî-i Mecnûn Mecnun'un yaşadığı yer.

vâfî, vâfiye (a.s. vefâ'dan) 1. yeter, tam, elverir. 2. sözünde duran, sözünün eri.

vâfî ve kâfî bol bol yeter.

vâfid (a.i.c. evfâd, vefd, vüffed, vüfûd) elçi, temsilci, (bkz. resûl).

vâfir, vâfire (a.s. vefret'den) 1. çok, bol.

Emvâl-i vâfire bol, çok mal. (bkz. bisyâr, firâvân, kesîr). 2. ed. Aruzda müfâaletün müfâaletün vezni.

vagd (a.s.) 1. alçak, adî. (bkz: denî). 2. hasis, tamahkâr.

vagl (a.i.). (bkz. vegadet).

vâh (a.n.) vah, yazık, ay.

Âh ü vâh inleyip sızlanma.

vah vah yazık, acırım.

vâh (a.i.c. vâhât) çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer. (bkz. vâha).

vâha (a.i.) çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.

vahal (a.i.c. evhâl, vuhûl) bataklık, batak, çamurlu yer.

vahal-gâh (a.f.b.i.) bataklık.

vahal-nâk (a.f.b.s.) çamurlu.

vaham (a.i.) gebe kadının aş ermesi.

vahâmâ (a.s.vahîm'in c.) vahîm, ağır, tehlikeli, çok korkulu olan şeyler, (bkz: vihâm).

vahâmet (a.i.) 1. hazım güçlüğü, zor hazmedilen şeyin hâli. 2. güçlük, ağırlık. 3. tehlikeli vaziyet, korkulacak hal.

vahâmet-i havâ havanın vahimliği, tehlikeliliği.

vahâmet (kesbetmek) gitgide zorlaşma(k), tehlikeli ve korkulacak bir duruma gelme(k).

vâ hasretâ (a.n.) eyvah, yazık, (bkz: vâ-hayfâ).

vâhât (a.i. vah' [ ] ın c.) çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yerler.

vâ-hayfâ (a.n.) eyvah, yazık.

vahdânî (a.s. vahdet'den) Allah'ın birliğine ait; Allah ile ilgili.

vahdâniyye (a.i.) fels. tektanrıcılık, fr. monotheisme.

vahdâniyyet (a.i.) birlik, Allah'ın bir oluşu.

vahdet (a.i.) l. yalnızlık, teklik, birlik. 2. tas. Allah'a yakınlık, Allah'a ulaşma. vahdet-i fikir fels. tek düşüncelik, fr. monoideisme.

vahdet-i inbisât fiz. genleşme katsayısı.

vahdet-i vücûd varlığın tek oluşu; tasavvuf mesleği. 3. ifâde sırasında mevzuun dışına çıkılmaması, yânî maksat ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması.

vahdet-ârâm (a.f.b.s.) dinlendirici, rahat yer.

vahdet-gâh (a.f.b.i.) yalnız kalınacak yer.

vahdet-güzîn (a.f.b.s.) yalnızlığa çekilen.

vahdetî (a.i.) fels. bircilik, fr. monisme.

vahdetiyye (a.i.) fels. bircilik, fr. monisme.

vahdet-nâme (a.f.b.i.) XV. asır bilgin ve sofilerinden Afyonkarahisarlı Abdürrahîm Efendi'nin 1460 (H. 865) da yazdığı manzum tasavvufî eserdir.

vâhi, vâhiye (a.s. vehy'den) boş, mânâsız, faydasız, ehemmiyetsiz [şey].

vâhib, vâhibe (a.s. vehb'den) 1. hibe eden, bağışlayan, bağışlayıcı.

vâhib-ül-âmâl istekleri gerçekleştiren, Allah. 2. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.

vâhib-ül-atâyâ, — -ül-idrâk ihsan veren, Allah, (bkz: vehhâb).

vâhib-ül-ihsân (a.s.). (ihsan veren) Allah.

vahîd (a.s. vahdet'den) yalnız, tek. (bkz: yektâ).

vahîd-üd-dehr; vahîd-ül-asr, vahîd-üz-zemân zamanın; devrin tek insanı.

vahîd-ül-cins bot. erkeklik ve dişilik organlarından yalnız bir tanesi bulunan zümre.

vahîd-ül-filka bot. (bkz: vahîd-ül-filka nebâtât).

vahîd-ür-rahîm zool. en çok bir yavru yapan hayvanlar.

vâhid, vâhide (a.s. vahdet'den) 1. tek, bir.

Ba'de vâhidün birbirinden sonra, birer birer, (bkz: bî-nazîr, münferid, yektâ).

vâhide ircâ mat. bire indirme, fr. reduction â l'unite.

vâhide karîb fazlalı hâric-i kısmet mat. bire yakın artıkla bölüm, fr. quotient â üne pres par exes.

vâhide karîb noksanlı hâric-i kısmet mat. bire yakın eksikle bölüm, fr. quotient â üne pres par defaut.

vâhiden ba'de vâhidün birer birer, birbirinden sonra.

vâhid-i kıyâsî mat. birim, fr. ünite.

vâhid-i kıyâsî-i nârî kim. kalori.

vâhid-ül-filka nebâtat bot. birçenekliler, fr. monocotyledones.

vâhid-ül-firâş jeol. ortoklaz.

vâhid-ül-hadd mat. tek terimli.

vâhid-ül-levn fiz. tekrenkli, fr. monoeh-romatique.

vâhid-ül-levn fiz. tekanlamlı, fr. univoque.

vâhid-ül-ma'nâ tek manâlı, tekanlamlı, fr. univoque.

vâhid-ül-mesken bot. bireycikli, fr. mono'ique.

vâhid-üs-sukbe zool. tekdelikliler, fr. monotremes. 2. i. erkek adı.

vâhiden (a.zf.) tek olarak.

vâhidiyyet (a.i.) birlik, teklik, bir olma, tek olma, fr. unicite.

vâhim, vâhime (a.s. vehm'den) kuran, kuruntulu.

vahîm (a.s.c. vihâm, vahâmâ) ağır, sonu tehlikeli, çok korkulu.

vâhime (a.i.) kuruntu kurma hassası.

vâhin (a.s.) zayıf [kimse], (bkz: zebûn).

vâhir (a.i.) 1. diken. 2. iğne.

vahîş (a.s.). (bkz: vahş).

vâhiyât (a.s. vâhiye'nin c.) boş, mânâsız, faydasız, ehemmiyetsiz [şey].

vahl (a.i.c. evhâl, vuhûl). (bkz: vahal).

vahl-gâh (a.f.b.i.) bataklık.

vahmâ (a.i.) aş eren gebe kadın.

vahs (a.i.). (bkz. vehs).

vahş (a.i.) dört ayaklı hayvanlara arız olan bir hastalık.

vahş (a.s.c. vahşân, vuhûş) 1. yabani, ürkek, insandan kaçan [hayvan]. 2. ıssız, tenha [yer].

vahşân (a.s. vahş'ın c.) 1. yabani [hayvanlar]. 2. ıssız, tenha [yerler], (bkz: vuhûş).

vahşet (a.i.) 1. vahşîlik, yabanilik. 2. ıssızlık, tenhalık. 3. korku, ürküntü.

vahşet-âbâd (a.f.b.i.) ıssız, korku ve ürkeklik veren yer.

vahşet-âgîn (a.f.b.s.) çok ıssız, korkunç.

vahşet-âmîz (a.f.b.s.) vahşetle karışık.

vahşet-âver (a.f.b.s.) vahşet, ürküntü getiren, korku veren.

vahşet-engîz (a.f.b.s.) korkunç, (bkz: mahûf).

vahşet-gâh (a.f.b.i.) korku yeri, ıssız yer. (bkz: vahşet-nâk).

vahşet-nâk (a.f.b.s.) korku veren yer, ıssız yer. (bkz. vehşet-gâh).

vahşet-zâr (a.f.b.i.) yabani, ıssız yer.

vahşî, vahşiyye (o.s.) 1. yabani, insandan kaçan. 2. ürkek, korkak. 3. merhametsiz, duygusuz.

Vahşî (a.h.i.) Uhud Gazâsı'nda Hz. Hamza'yı öldüren köle. [kanı heder edilmişken Mekke'nin fethinden sonra Hz. Peygamber tarafından affedilmiştir].

vahşiyyâne (a.f.zf.) vahşîcesine, vahşîlikle.

vahşûr (f.i.) peygamber, (bkz: nebî, resûl).

vahy (a.i.) bir fikrin veya bir emrin Allah tarafından bir peygambere bildirilmesi, fr. revelation.

Emîn-ül-vahy Cebrail Aleyhisselâm [Allah tarafından peygamberlere vahiy getirmeye me'mur büyük melek].

vahy-i münzel Kur'an.

vahz (a.i.) 1. çimdikleme. 2. sivri bir şey batırarak acıtma. 3. ısırma; sokma.

vaîd (a.i.) birini iyiliğe sevk ve kötülükten uzaklaştırmak için korkutma, yıldırma.

Va'd ü vaîd iyi ve yıldırıcı, ürkütücü şeyle vâdetme.

vâiye (a.i.). (bkz. feryâd).

vâiz (a.s. ve i. va'z'dan. c. vâizân, vu'âz) dînî öğütlerde bulunan [ibâdet yerlerinde-].

vâizân (a.i. vâiz'in c.) dînî öğütlerde bulunanlar [ibâdet yerlerinde-], (bkz: vâizîn, vu'âz).

vâizîn (a.i. vâiz'in c.) dînî öğütlerde bulunanlar [ibâdet yerlerinde-], (bkz. vâizân, vu'âz).

vâiziyye (a.i.) vâzedenlere gördükleri vazife karşılığı olarak verilen para.

vâj-gûn, vâj-gûne (f.b.s.) ters, tersine dönmüş, uğursuz.

Baht-ı vâj-gûn ters talih, (bkz: vârûn).

vâjûn, vâjûne (f.b.s.). (bkz. vâj-gûn, vâj-gûne).

vak' (a.i.) 1. ağırlık, ağırbaşlılık. 2. yüksek yer.

vak'a (a.i.) 1. olup geçen şey, hâdise, olay. 2. savaş, (bkz: harb, ceng, perhâş).

vak'a-i hayriyye tar. 15 Haziran 1826'da Yeniçeri ocağının kaldırılması hâdisesine verilen bir ad.

vak'a-i vakvâkıyye tar. 1066 (1655) isyanında Avcı Sultan Mehmed'e zorla öldürttükleri saray ağalarının Sultan Ahmed'deki şecer-i vakvâk (bkz: vakvâk) denilen çınar ağacına başaşağı asılması hâdisesine verilen bir ad.

vakahat ("ka" uzun okunur, a.i.) arsızlık; utanmazlık; küstahlık, (bkz: vekahat).

vak'a-nüvîs (a.f.b.s.) zamanın hâdiselerini kayıtla vazifeli bulunan resmî devlet tarihçisi.

vak'a-nüvîsân (a.f.b.i. vak'a-nüvîs'in c.) eskiden resmî devlet tarihçileri.

vakar ("ka" uzun okunur, a.i.) ağırbaşlılık, temkinlilik.

Sahte-vakar yalandan, yersiz ağırbaşlılık gösteren, (bkz: rekânet, rükûnet).

vakayi' ("ka" uzun okunur, a.i. vakıa, vakia'nın c.) vak'alar, hâdiseler, olaylar.

vakayi'-i acîbe acayip vak'alar.

vakayi'-nâme (a.f.b.i.) ed. günlük vak'a ve hâdiselerin kayıtlı bulundukları eser. (bkz: rûz-nâme).

vakd, vakdân (a.i.) ateşin yanması, tutuşması.

vakf (a.i.c. evkaf) 1. durdurma, alıkoyma. 2. duruş, durma; kımıldanmama. 3. ayırma, bağlama. 4. bir malı veya mülkü -satılmamak kaydıyla- bir hayır işine bağışlama, bırakma. 5. gr. Arapça bir kelimenin sonunu harekesiz olarak okuma.

vakf bi-s-süknâ huk. [eskiden] süknâsı meşrut olan vakıf.

vakf li-s-sebîl huk. kamu yararına yapılan vakıf.

vakf bi-z-zarûre huk. [eskiden] eskiden vakfı caiz olmayan bir şeyin vakfedilmesinden diğer şeyin mevkuf sayılması.

vakf-ı ebnâiyye huk. [eskiden] meşrût-ün-lehi erkek çocuklarla erkek çocukların erkek çocukları olan vakıf.

vakf-ı ehlî huk. [eskiden] kavm-i mahsûre ait vakıf.

vakf-ı evlâdiyye huk. [eskiden] meşrût-ün-lehi evlât olan vakıf.

vakf-ı farîza-i şer'iyye (üzere) huk. [eskiden] bir kimsenin hayatta iken bir malının gaile (gelir) sini "farîza-i şer'iyye (= şer'î hisse, pay") diye evlâdına vakfetmesi.

vakf-ı fâsid huk. [eskiden] aslen sahih olup da bâzı haricî vasıflan itibariyle meşru olmayan vakıf.

vakf-ı fuzûlî huk. [eskiden] bir kimsenin mâlik olmadığı bir şeyi sahibinin iznini almaksızın bir cihete vakfetmesidir ki, sahibinin icazetine mevkuf olur. [meselâ bir kimse karısı ile müştereken mâlik olduğu bir akarın tamâmını kendi kendine bir cihete vakfetse kamının hissesine ait vakıf, karısının icazetine mevkuf bulunur. Binâenaleyh icazet vermediği takdirde bu hisse hakkındaki vakıf nafiz olmaz].

vakf-ı gayr-i lâzım huk. [eskiden] feshi kabil olan vakıf.

vakf-ı gayr-i sahîh huk. [eskiden] aslen sahih olup vasfen sahih olmayan yânî zâten mün'akit olup bâzı haricî vasıflan itibariyle meşru olmayan vakıf.

vakf-ı hayât huk. [eskiden] ömrünü bağlama.

vakf-ı lâzım huk. [eskiden] feshi kabil olmayan vakıf.

vakf-ı marîz huk. [eskiden] bir kimsenin maraz-ı mevtinde yapmış olduğu vakıf, [vasiyet hükmünde olup sülüs-i maldan muteber olur].

vakf-ı mevkut huk. [eskiden] bir vakit ile takyît edilen, belirli bir süre için yapılan vakıftır ki sahih olmaz. Çünkü vakıflarda te'bîd (ebedîlik) şarttır.

vakf-ı muallak huk. [eskiden] bir şarta ta'lik suretiyle yapılan vakıf ki sahih olmaz, ["filan işim görülürse şu mülküm vakıf olsun" denilmesi gibi].

vakf-ı muzâf huk. [eskiden] gelecek bir zamana izafe suretiyle yapılan vakıftır ki sahih değildir.

vakf-ı müneccez şarta muallak, istikbâle muzâf, bir vakit ile mukayyet olmaksızın hemen yapılan vakıf.

vakf-ı müstesnâ huk. [eskiden] Vakıflar Idâresi'nin müdâhale ve murakabesi olmaksızın doğrudan doğruya mütevellileri tarafından idare olunan vakıf.

vakf-ı müşa' huk. [eskiden] bir kimsenin başkasıyla müştereken mâlik olduğu bir yerdeki hisse-i şayiasını bir cihete vakfetmesi.

vakf-ı müşterek huk. [eskiden] iki veya daha çok kimsenin müştereken mâlik oldukları bir yeri bir cihete vakfetmeleri, [şeriklerden biri bir cihete, diğeri de başka bir cihete vakfederek bir veya iki mütevelliye teslim etmeleri de bu kabildendir].

vakf-ı müteâref huk. [eskiden] menkulün asaleten vakfı sahih değildir. Bir menkulün vakfolunması hakkında bir beldede örf ve âdet cereyan etmiş ise o beldede o gibi menkulün vakfı sahih olur. [meselâ okutmak üzere kitap, düğünlerde gelinlere iare olunmak üzere hulliyat vakfedilmek âdet olan beldelerde o nevi memleketlerin vakfı sahihtir; buna "müteâref vakıf denir].

vakf-ı sahîh huk. [eskiden] zâten ve vasfen meşru olan vakıf.

vakıf rüûsu vakıf olan bir yerin idaresi için mütevelli ve başka ilgililere verilen ve bu işin ilgiliye verildiğini gösteren tayin ve görevlendirme belgesi.

vakf ale-l-âmme huk. kamu yararına yapılan vakıf.

vakfe (a.i.) 1. durak, durulacak yer. 2. hacıların Arafat'ta durmaları. 3. duraklama ânı.

vakfe-i hayret hayret duraklaması.

vakfe-gâh (a.f.b.i.) durak yeri. (bkz. mevkıf)

vakfe gîr (a.f.b.s.) duran, duraklayan.

vakfî, vakfiyye (a.s.) vakfa ait, vakıfla ilgili.

vakfiyye (a.i.) bir vakfın şartlarını bildiren resmî senet.

vakfiyyet (a.i.) mülkün, vakıf olma keyfiyeti.

vakf-nâme (a.f.b.i.). (bkz. vakfiyye).

vâkıâ (a.zf.) gerçek, gerçi, her nekadar. (bkz. fi-l-vâki').

vâkıa (a.i.c. vâkıât) 1. vuku' bulmuş, olmuş bir iş, gerçek. 2. rü'yâ, düş. 3. cenk, savaş.

vâkıa-i erd-şîr-i ceng cenk erinin, kükremiş cenk arslanının başına gelen hal. 4. hâdise, musibet.

vâkıa-ı şâh-ı şîr-ceng arslan gibi döğüşen pâdişâhın vakıası, onun başına gelen hal, ölümü. 5. Aziz Mahmut Hüdâyi'nin şeyhi Üftâde'nin sözlerini topladığı bir eseri.

vâkıât (a.i. vâkıa'nın c.) başagelen, baştan geçen hâdiseler (olaylar).

Vâkıât-ı Üftâde Üftâde hazretlerinin rü'yâları [bir eserin adıdır].

vâkıf (a.s. vakf ve vukuf’dan) 1. duran, ayakta duran. 2. Arafat'da vakfeye duran. 3. bir şeyi elde eden; bir işten haberli olan. 4. bir şey vakfeden.

Şart-ı vâkıf vakfı yapanın koştuğu şart.

vâkıf-ı ahvâl durumdan, işlerden haberli.

vâkıf-ı esrâr gizli şeyleri, sırları bilen.

vâkıfân (a.s.vâkıf’ın c.) vâkıf olanlar, bir işten haberli bulunanlar, bir şeyi bilenler.

vâkıf-âne (a.f.b.zf.) vâkıf olanlara yakışacak yolda.

vâkıfiyyet (a.i.) vâkıf olma, haberli olma, bilme.

vakıyye (a.i.) okka, dörtyüz dirhemlik tartı.

vakıyye-i a'şârî [eski] üçyüz on iki dirhemlik bir ağırlık ölçüsü.

vâkî, vâkıye (a.s. vikaye'den) 1. koruyan, saklayan. 2. önleyici [tedbir, ilâç], fr. prophylactique.

vâki', vâkıa (a.s. vuku'dan) 1. vuku' bulan, olan, düşen; olagelen, rastlayan. 2. geçen, geçmiş olan.

Fi-l-vâki' gerçi; gerçekten, (bkz: vâkaa).

Kemâ-hüve-l-vâki' olageldiği üzere.

vakia (a.i.c. vakayi') vak'a, hâdise (olay), (bkz: vâkıa).

vakid (a.i.). (bkz: vakud).

vakih (a.s.) edepsiz, hayâsız, utanmaz.

vakkad ("ka" uzun okunur, a.s.). (bkz: vekkad).

vakkas ("ka" uzun okunur, a.s.) savaşçı; okçu. (bkz. ceng-cû).

vakr (a.i.) kulak ağırlığı, ağır işitme.

vakt (a.i.c. evkat) 1. vakit, zaman. 2. saat, günün muhtelif saatleri. 3. mevsim. 4. münâsip, uygun zaman. 5. boş zaman. 6. geçim. 7. çağ, zaman. 8. fırsat. 9. muayyen, belirtilen zaman.

vakt-i âher başka zaman.

vakt-i asr ikindi zamanı.

vakt-i fecr tan yerinin ağarma vakti.

vakt-i fursat fırsat zamanı; fırsatın ele geçtiği zaman.

vakt-i gurûbî alaturka saat; ezânî saat de denilen Güneş'in batmasıyla hesaplanan vakit.

vakt-i hâcet lüzumlu vakit, ihtiyaç zamanı.

vakt-i hâl şimdiki zaman, içinde bulunulan zaman.

vakt-i hazar barış zamanı.

vakt-i kerâhat akşamcılar arasında şaka yollu söylenen içkiye başlama zamanı.

vakt-i merhûn beklenen çağ ve zaman.

vakt-i muhtâr düğün, ziyafet, muharebede hücuma geçme gibi hallerde uygun bir zaman tâyini.

vakt-i nücûmi yıldızlara göre düzenlenen vakit.

vakt-i saâdet Hz. Muhammed'in yaşadığı devir.

vakt-i sefer savaş zamanı.

vakt-i zevâlî Güneş'in öğle zamanında hesaplanan vakit, alafranga saat.

vakt ü hâl paraca olan vaziyet.

vakt-i zarûret huk. hazînenin zor durumundan kurtulması için mîrî toprakların özel kişilere emsali gibi satılmasını haklı gösteren durum.

vakt-i zuhr öğle zamanı.

vaktâ ki (a.e.) ne vakit ki, o vakit ki, olduğu vakit.

vakten (a.zf.) vakit ve zamanca.

vakten min el evkat günlerden bir gün, bir zaman, vaktiyle.

vakud ("ku" uzun okunur, a.i.) odun, kömür gibi ateş olacak, yakılacak şeyler, (bkz: mahrûkat).

vakur "ku" uzun okunur, a.s. vakar'dan) ağırbaşlı, temkinli [kimse].

vakur-âne "ku" uzun okunur, a.f.zf.) ağırbaşlılıkla, temkinlilikle.

vakvâk (a.i.) yemişleri insan biçiminde olduğu rivayet edilen bir masal ağacı.

Şecer-i vakvâk istanbul'da Atmeydanı'nda bir çınara verilen ad. [öldürülen bâzı büyüklerin başı bu çınara asılmıştı].


Yüklə 17,16 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   175   176   177   178   179   180   181   182   ...   189




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin