sitâyiş-gâh (f.b.i.) kasidelerin medhiye kısmı.
sitâyiş-ger (f.b.s.) medheden, öven, övücü, (bkz: sitâyiş-kâr).
sitâyiş-kâr (f.b.s.) medheden, öven. (bkz: senâ-hân).
sitâyiş-kârâne (f.b.zf.) medhederek, överek.
sitâyiş-nâme (f.b.i.) ed. medhiyye.
sitebr (f.s.) kalın, yoğun; kaba.
sitebrî (f.i.) kalınlık, yoğunluk; kabalık.
sited (f.i.). (bkz. sitâd).
sitem (f.i.) 1. zulüm, haksızlık. 2. eziyet. 3. çıkışma.
sitem-âlûd, sitem-âlûde (f.b.s.) sitemle bulaşmış; sitemle karışık, sitemli.
sitem-âmîz (f.b.s.) işine zulüm karıştıran, hâin; haksız, insafsız.
sitem-dîde (f.b.s.c. sitem-dîdegân) haksızlık görmüş, zulme uğramış.
sitem-dîdegân (f.b.s. sitem-dîde'nin c.) haksızlık görmüş olanlar, zulme uğramış kimseler.
sitem-gâr (f.b.s.) zulmeden, haksızlık eden; zâlim, (bkz: sitem-ger, sitem-kâr).
sitem-ger (f.b.s.c. sitem-gerân) zulmeden, haksızlık eden; zâlim, (bkz: sitem-gâr, sitem-kâr).
sitem-gerân (f.b.s. sitem-ger'in c.) zulmedenler, haksızlık edenler.
sitem-gerî (f.b.i.) zulüm, eziyet, zorbalık.
sitem-kâr (f.b.s.c. sitem-kârân) zulüm ve haksızlık eden.
sitem-kârân (f.b.s. sitem-kâr'ın c.) zulüm ve haksızlık edenler.
sitem-keş (f.b.s.) zulüm çeken, zulme uğrayan, (bkz: sitem-dîde).
sitem-nâme (f.b.i.) sitemli mektup.
sitem-resîde (f.b.s.) siteme (zulme) uğramış.
sitîz, sitîze (f.i.) kavga, çekişme, (bkz: cidal, gavga, perhâş).
Pür-sitîz çok kavgacı.
sitîze-cû (f.b.s.) kavga arayan, kavgacı.
sitîze-kâr (f.b.s.) kavgacı.
sitîze-rû (f.b.s.) suratı asık, somurtkan.
sitîz-ger (f.b.s.) kavgacı; inatçı.
sitr (a.i.c. estâr, sütûr) 1. perde. 2. örtü.
sitt (a.i.) 1. hanım, (bkz: bânû, seyyide). 2. s. altı [sayı], (bkz: sitte, şeş).
sitte (a.s.) 1. altı [sayı], (bkz: şeş). 2. i. altılık.
Cihât-ı sitte doğu (şark), batı (garp), kuzey (şimal), güney (cenup), başucu (yukarı), ayakucu (aşağı).
Rüsûm-i sitte Osmanlı idaresindeki Düyûn-ı Umûmiye'ye bırakılmış olan altı vergi.
sitte-i sevr Güneş'in sevr (boğa) burcunda bulunduğu nisan ayında fırtınalarıyla meşhur olan altı gün. 3. ilmiye rütbesi.
sittî (a.n.) "benim hanımım!" mânâsına bir nida.
sittîn (a.s.) altmış.
sittîn-sene (a.zf.) altmış sene (pek uzun zamandan kinaye) (bkz. ilâ-nihâye).
sittûn (a.s.) altmış, (bkz: sittîn).
sîv (f.i.) elma. (bkz: sîb, tuffâh).
sivâ (a.i.) başka, gayri.
Mâ-sivâ (bkz: mâ-sivâ).
sivâg (a.i.) kuruyu, yumuşatarak veya eriterek, suluyu da koyulaştırarak istenilen kıvama getiren kimyevî bir madde.
sivâr (a.i.c. esâvir, esâvire, şuûr, esvire) bilezik, (bkz: berencen, berencîn, ebrencen, yâre).
sivâr-ı zerrîn altın bilezik.
Sivâsiyye-i Halvetiyye (a.h.i.) tas. Halvetiyye tarikatı şubelerinden Şemsiyye-i Halvetiyye'nin kollarından birinin adı. [kurucusu Şeyh Abdülehad-ün-Nûrî-i Sivâsî'ye nispetle bu adı almıştır].
siyâb (a.i. sevb'in c.) giyecekler.
siyâbî (a.i.) hamamda çıkarılan elbiseleri muhafaza eden kimse, esvapçı.
siyâb-ullah (a.it.) Kâbe örtüsü.
siyâdet (a.i.) l . seyyidlik, efendilik, beğlik, sahiplik. 2. Hz. Hasan vasıtasıyla Hz. Muhammed'in soyundan olma hâli. (bkz. şerâfet).
siyâdet-lü Hz. Muhammed'e intisâb şerefinde bulunan zat.
siyâh (f.s.) 1. kara. (bkz: esved)
Bahr-i siyâh Karadeniz.
Baht-ı siyâh kötü talih.
Zülf-i siyâh kara saç. 2. (i. c. siyâhân) zencî.
Siyâhân (f.i. siyâh2nin c.) zenciler.
siyâhat (a.i.). (bkz: seyâhat).
siyâhat-nâme (a.f.b.i.) 1. bir seyyahın (turist) gezip gördüğü yerlere ait yazdığı kitap. 2. Evliya Çelebi'nin on ciltlik ünlü eseri.
siyâh-baht (f.b.s.) kara bahtlı, talihsiz, (bkz: siyâh-rûz).
siyâh-çerde (f.b.s.) esmer, karayağızolan. (bkz: siyeh-çerde).
siyâh-çeşm (f.b.s.) kara gözlü.
siyâh-dest (f.b.s.) 1. haris, cimri, tamahkâr. 2. şanssız.
siyâh-dil (f.b.s.) fena yürekli.
siyâh-fâm (f.b.s.) siyah renkli.
siyâh-gûş (f.b.i.) zool. karakulak denilen hayvan.
siyâh-hâne (f.b.i.) hapishane.
siyâhî (f.s.) 1. siyaha mensup, siyahla ilgili. 2. i. siyahlık. 3. i. zencî.
siyâh-kâm (f.b.s.) ümitsiz, üzgün.
siyâh-kâr (f.b.s.) günahlı, suçlu.
siyâh-kârî (f.b.i.) günahlılık, suçluluk.
siyâh-kede (f.b.s.) kapkara yer. (bkz. siyeh-kede).
siyâh-lika ("ka" uzun okunur, f.b.s.) kara yüzlü.
siyâh-mağz (f.b.s.) içi, gönlü kara olan.
siyâh-mest (f.b.s.) çok sarhoş.
siyâh-nâm (f.b.s.) günahkâr; bîçare, zavallı.
siyâh-neş'e (f.a.b.s.) içi kara, neşesi kaçık.
siyâh-pûş (f.b.s.) l. karalar giymiş. 2. yaslı, matemli. 3. i. seyis, uşak; kavas.
siyâh-reng (f.b.s.) kara renkli.
siyâh-rû (f.b.s.) kara yüzlü, yüzü kara; ayıbı olan. (bkz: rû-siyâh, siyeh-rû).
siyâh-rûz (f.b.s.) talihi kara, bahtsız, (bkz: siyâh-baht).
siyâh-zebân (f.b.s.) dilinden zehir akan, kötü söz söyleyen.
siyâk (a.i. sevk'den) sözün gelişi, ifâde şekli.
siyâk-ı kelâm söz gelişi.
siyâk u sibâk sözün gelişi, sözün (öncesinin sonrasına olan) uygunluğu, tutarlığı.
siyâkat (a.i.) 1. binek hayvanını arkasından sürme. 2. (bkz: hatt-ı siyâkat).
siyâkat-ül-a'dâd ed. bir fıkrada bahsedilen birkaç ismi, bir münâsebetle birbirine bağlamaktan ibaret bir san'at.
siyâkat vavı mec. kanbur.
siyâset (a.i.) 1. seyislik, at idare etme, at işleriyle uğraşma. 2. memleket idaresi. 3. huk. ceza; îdâm cezası. 4. politika. 5. diplomatlık.
Erbâb-ı siyâset siyâset adamları, diplomatlar.
Meydân-ı siyâset idam cezasının tatbik edildiği meydan. 6. kurnazca iş veya hareket.
siyâset-i âmme huk. bütün bir cemiyetin salâh ve intizâmı için iltizâm olunan bir kısım hükümler.
siyâset-i hâssa huk. bâzı cürüm işleyenler hakkında, velev katil suretiyle olsun, vuku bulacak zecir ve te'dip. [nehb ve garet gibi, fısk ve fücur gibi memnu fiillere mükerrenen cüret edenlerin kahr ve tenkîl edilmesi bu kabildendir].
siyâset-i mülk devletin veya bir topluluğun din bakımından idare edilmesi.
siyâset-i nefsiyye bir topluluğun dinî bakımdan idare edilmesi.
siyâset-i şer'iyye huk. [eskiden] beşeriyetin salâh ve intizâmı için İslâmiyetin kabul ve iltizam ettiği hükümler.
siyâseten (a.zf.) siyâset bakımından; diplomatlıkça.
siyâset-gâh (a.f.b.i.) siyâset bakımından öldürülmesi gereken kimselerin öldürüldüğü yer.
siyâset-nâme (f.a.b.i.) ed. padişahlara ve büyük devlet adamlarına, devlet işlerinde ve halka adaletli davranmaları yolunda öğüt veren, mensur ve manzum didaktik eser.
siyâsî (a.s.) 1. siyâset îcâbı olan. 2. diplomatça olan, politik. 3. siyâset adamı.
siyâsiyyât (a.i.) politika, siyâset işleri.
siyâsiyye (a.s.) ["siyâsî" nin müen.]. (bkz: siyâsî).
siyâsiyyûn (a.i.c.) diplomatlar, politikacılar.
siyât (a.i. savt'ın c.) kamçılar, kırbaçlar.
siyeh (f.s.). (bkz siyâh).
siyeh-baht (f.b.s.) kara talihli,
siyeh-çerde (f.b.s.). (bkz: siyâh-çerde).
siyeh-dil (f.b.s.) kötü yürekli,
siyeh-fâm (f.b.s.). (bkz: siyâh-fâm,
siyeh-kâr (f.b.s.) kötü işler yapan, günaha giren, (bkz: fâsık, siyâh-kâr).
siyeh-kede (f.b.s.) kapkara yer. (bkz: siyâh-kede).
siyeh-mest (f.b.s.) fazla sarhoş. (bkz. bed-mest, sekrân).
siyeh-neş'e (f.b.s.) kötü, kara neşeli.
siyeh-pûş (f.b.s.) karalar giyinmiş; matemli, (bkz: siyâh-pûş).
siyeh-reng (f.b.s.). (bkz. siyeh-fâm, siyâh-reng).
siyeh-rû (f.b.s.) yüzü kara olan, rezîl, (bkz: rû-siyeh).
siyeh-rûz (f.b.s.) bahtı kara. (bkz: siyâh-rûz).
siyemmâ (a.zf.) "lâ-siyemmâ velâ si-yemmâ" şekilleriyle "hele, husûsiyle, bahusus, her şeyden önce" mânâlarına gelir.
siyer (a.i. sîret'in c.) 1. ahlâk ve yüksek vasıflar. 2. mevzuu Hz. Muhammed'in hayâtı olan kitap. 3. (bkz: hadîs).
Ehl-i siyer Hz. Muhammed'in hayâtını yazan kimse.
Siyer-i Darîr Erzurumlu Mustafa Darîr bin Yûsuf'un 1388 (H. 790) yılında Mısır hükümdarı Berkok nâmına Ebü-l-Hasen-il-Bekrî ile Abdülmelik bin Hişâm'ın siyer kitaplarından birini tamamlar şekilde seçerek dilimize çevirdiği 5 ciltlik mensur siyer-i nebevî'dir.
siyyân (a.i. siyy'in c.) birbirine denk (*eşit). (bkz: müsavi), [müfredi "siyy" bizde kullanılmaz].
siyyânen (a.zf.) birbirine denk, müsâvî (*eşit) olarak.
sofyân (f.i.) 1. îran Azerbeycanında küçük bir şehrin adı. 2. müz. Türk müziğinde bir küçük usul; mürekkep usullerin en küçüğü olup, 2 tane nim sofyandan mürekkeptir. 4 zamanlı ve 3 darblıdır. Darblan şöyledir düm (2 zamanlı, kavi), te (l, nim kavi), ke (l, zayıf). Tabîî mertebesinde 4/4 olup, 4/2 ağır sofyân ile 4/8 yürük sofyân nâdir kullanılmıştır. Garb müziğindeki sofyan olmayıp, 4 darblı (kavi, zayıf, kavi, zayıf) bir usuldür. Sofyan ile ilâhiler, şarkılar, peşrevler, oyun havaları, tevşîhler hattâ besteler v.b. ölçülmüştür.
sohbet (a.i.) görüşüp konuşma; arkadaşlık.
Âdâb-ı sohbet konuşmanın yolu yordamı.
sohbet-i yârân dostlar sohbeti.
sû (a.i.) 1. kötülük, fenalık. 2. kötü, fena.
sû-i ahlâk ahlâk kötülüğü, kötü ahlâk.
sû-i amel kötü iş, suç, kusur, kabahat.
sû-i ef’âl kötü hareketler, kötü davranışlar.
sû-i fikr düşüncenin kötülüğü; kötü düşünce.
sû-i hâl hal kötülüğü, fena, kötü hal.
sû-i hareket fena davranış.
sû-i hulk ahlâk kötülüğü, (bkz: sû-i ahlâk).
sû-i idâre kötü idare.
sû-i hazm hazım bozukluğu.
sû-i isti'mâl kötüye kullanma.
sû-i i'tiyâd alışıklık fenalığı, kötü alışkanlık.
sû-i karîn kötü huylu arkadaş.
sû-i kasd cana kıymaya hazırlanma.
sû-il-kınye hek. umûmî halsizliğe yol açan, ishal (sürgün) ve benzerleri gibi hastalık.
sû-i misâl kötü örnek.
sû-i mizâc sağlık bozukluğu.
sû-i muâmele fena muamele.
sû-i niyyet kötü, bozuk niyet.
sû-i şöhret kötü tanınmışlık, kötü tanınma.
sû-i tefehhüm fena, yanlış anlaşılma.
sû-i tefsîr yanlış yorumlama.
sû-i telâkki kötüye çekme.
sû-i teşekkül vücut yapısının kötü kuruluşu.
sû-i zann fena, kötü sanış.
sû [y] (f.i.) taraf, cihet, yan. (bkz: cânib).
suâd (a.h.i.) 1. erkek ve kadın adı.
suâl (a.i.c. es'ile, suâlât) 1. sorma, sorulma, soruşturma, soru. 2. (c. es'ile) sorulan şey. 3. dilenme, dilencilik.
suâl (a.i.) öksürük, (bkz: sürfe).
suâl-i dîkî boğmaca öksürüğü.
suâl-i kelbî durup durup gelen şiddetli öksürük.
suâlât (a.i. suâl'in c.) sualler, sorular, (bkz: es'ile).
sub' (a.s.) yedide bir 1/7.
su'bân (a.i.c. saâbîn) 1. büyük yılan, ejderhâ, (bkz: bürsân).
Haşeb-i su'bân bot. baklagillerden bir bitki.
Luf-i su'bân bot. yılanotu. 2. astr. semânın kuzey yarım küresinde bulunan Tınnîn burcunun çevirdiği büyük kavsin ortasında ve Küçükayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco).
subât (a.i.) 1. uyku, hafif uyku. 2. soğuk sıtma denilen uzun uyku, koma.
subbâh (a.s. sâbih'in c.) yüzenler, yüzücüler [suda-].
sû-be-sû (f.zf.) taraf taraf, her tarafa, her yana, her tarafta, her yanda.
subh (a.i.c. esbâh) sabah, sabah vakti.
Salât-ı subh sabah namazı.
subh-i behâr meşhur bir çeşit lâle.
subh-i kâzib fecirden önce, geçici olarak, tan yerinin ağarması.
subh-i sâdık tan yerinin ağarması.
subh ü mesâ sabah ve akşam.
subha (a.i.). (bkz: subha).
subha (a.i.) tas. binefsihi aşikâr mevcut olmayıp fakat eşyanın sureti ile vuzuh bulduğu için heyula denilen (hebâ) güneşin ışığında görülen ince toz.
subh-dem (a.f.zf.) sabah vakti, (bkz: ale-s-sabâh).
subh-gâh (a.f.b.i.) sabah vakti, (bkz: subh-dem).
subh-hîz (a.f.b.s.) erken kalkan, erkenci. (bkz: seher-hîz).
subhî (a.s.) 1. sabaha ait, sabahla ilgili. 2. i. erkek adı.
subhiyye ju (a.s.) 1. ["subhî" nin mü-en.]. (bkz: subhî). 2. i. kadın adı.
Subre (a.i.) yığın, birikinti.
subu' (a.s.). (bkz: sub').
su'bûb (a.i.c. seâbîb) saf su akan yer.
subye (a.i. sabî'nin c.) (bkz. sabye, sıbye, sıbyân).
sûd (f.i.) fayda, kâr, kazanç.
Bî-sûd faydasız, kârsız.
Çi-sûd ne fayda, neye yarar.
sûd (a.s. ve i. sevda'nın c.) sevdalar.
sudâ' (a.s.) 1. baş ağrısı. 2. rahatsız etme, rahatsızlık.
sûdâ-ger (f.b.i.) tüccar, bezirgan.
sudâ-gerî (f.b.i.) ticâret.
sûde (f.s.) 1. sürmüş, sürülmüş.
Ruh-sûde yüzünü sürmüş. 2. ezilmiş, dövülmüş.
sudeka' ("ka" uzun okunur, a.s. sadîk1in c.) doğru, hakiki dostlar, (bkz: sudkan).
sûde-rû (f.b.s.) sürülmüş yüz.
sudfe (a.i.) fels. Tesadüf. fr. hasard.
sudg (a.i. esdâg) 1. şakak. 2. şakaklardan sarkan saç.
Sudgî (a.s.) şakağa ait, şakakla ilgili.
Azm-ı sudgî şakak kemiği.
sudkan ("ka" uzun okunur, a.s. sadîk'ın c.) doğru, hakikî dostlar, (bkz: sudeka).
sûd-mend (f.b.s.) faydalı, kârlı, kazançlı.
sudûr (a.i. sadr'ın c.) 1. göğüsler. 2. sadrâzamlar. 3. kazaskerler.
sudûr-i kirâm kazaskerler.
sudûr-i nâs vezirler.
sudûr (a.i.) sâdır olma, meydana çıkma, olma. (bkz: vuku', zuhûr).
sûf (a.i.c. esvâf) 1. sof, yün, yapağı. 2. yün dokuma.
sûfâr (f.i.) 1. iğne deliği. 2. ok gezi.
sufef (a.i. sofa'nın c.) sofalar.
sufeyha (a.i.) levhacık.
sufeyha-i azmiyye anat. kemik levhacığı, fr. lamelle osseuse.
suffe (a.i.c. sufef) sofa.
Çemen-i suffe çimenlik, çimenli yer.
sûfî (a.i. ve s.c. sûfiyyûn) 1. tasavvuf ehli. 2. sofu. (bkz: mutasavvıf).
sûfiyân (a.i.c.) sûfîler, sofular.
sûfiyân-ı kule tar. Osmanlılarda hükümdar sarayının kulesinde kapıcılık görevinde bulunan bâzı kimseler.
sûfi-yâne (a.f.b.zf.) mutasavvıflara yakışan yolda, tasavvufla ilgili.
sûfiyye (a.s. ve i.) tasavvufçular.
sûfiyyûn (a.s. ve i. sûfi'nin c.) 1. tasavvuf ehli olanlar. 2. sofular.
sufr (a.i.) bakır, pirinç, tunç.
sufret (a.i.) 1. sanlık, san renk. 2. beniz solukluğu.
sufriyye (a.i.) tas. Haricî mezhebinin kollarından biri. [Ziyad bin Asfer'in adından].
sufûf (a.i. saffın c.) sıralar, diziler.
sugrâ (a.s.) 1. daha (pek, en, çok) küçük ["asgar" in müennesi]. 2. i. mant. küçük önerme, fr. mineure.
sûgvâr (f.s.) acılı, kederli.
sûgvârî (f.i.) üzüntü, keder, matem.
suhâf (a.i.) akciğer veremi.
suhan (f.i.). (bkz: kavl, kelâm, sühan). ["suhun" şekli de vardır].
Sûhân (f.i.) törpü.
sûhân-ı rûh ömür törpüsü
suhan-ârâ (f.b.s.) düzgün söz söyleyen, fasih konuşan (bkz beliğ, suhan-perdâz, sühan-ârâ).
suhan-çîn (f.b.s.) söz getirip götüren, dedikoducu. (bkz. sühan-çîn).
suhan-dan (f.b.s.) söz bilen, güzel söz söyleyen. (bkz. sühan-dân).
suhan-güzâr (f.b.s.) sözü yolu ile söyleyen.
suhan-perdâz (f.b.s.) düzgün, fasih konuşan, (bkz: beliğ, sühan-ârâ, sühan-perdâz).
suhan-senc (f.b.s.) hesaplı, ölçülü konuşan, (bkz: sühan-senc).
suhan-serâ (f.b.s.c. suhan-serâyân) ahenkli söz söyleyen.
suhan-serâyân (f.b.s. suhan-serâ'nın c.) ahenkli söz söyleyenler.
suhan-ver (f.b.s.) düzgün konuşan. (bkz. sühan-ver).
suhan-verân (f.s. suhan-ver'in c.) düzgün konuşanlar.
suharâ (a.i. sıhr'ın c.) . (bkz. sıhr).
suhnân (a.s.) 1. sıcak gün. 2. sıcak, kızgın.
Asâr-ı suhnân fiz. ütü ve soba gibi çok kızdırılmış bir madenî satıh üzerine serpilen mâyiin derhal ufak küre şeklinde bir takım kısımlara aynlarak herbirinin döner bir harekette bulunması hal ve keyfiyeti, fr. pheno-menes de calefaction.
suhre (a.i.) biriyle alay etme; maskaralık.
suhre-kâr (a.f.b.s.) maskaralık eden, maskara.
suhre-kârâne (a.f.zf.) maskaraca.
suhriyye (a.i.) maskaralık, alay.
sûhte (f.s.) 1. yanmış, tutuşmuş, yanık, (bkz: mahruk).
Dil-sûhte gönlü yanmış, kederli. 2. i. (c. sûhte-gân) softa, medrese talebesi.
sûhte-cân (f.b.s.) canı yanmış.
sûhte-dil ( f.b.s.) üzgün, kederli, yaslı
sûhte-gân (f.i. sûhte'nin c.) softalar, medrese talebeleri.
sûhte-kevkeb (f.a.b.s.) “yıldızı yanık şanssız, talihsiz.
sûhte-pâ (f.b.s.) "koşmaktan" tabanı yanmış, tabanı şişmiş.
sûhtevân (f.i. sûhte'nin c.) softalar, kaba sofular.
sûhte-vât (f.b.i.) (bkz: sûhte-vân).
suhub (a.i. sehâbe'nin c.) bulutlar. (bkz. sehâib).
suhuf (a.i. sahîfe'nin c.) sahifeler, yapraklar, (bkz: sahâif)- [Allah'ın dört kitaptan başka Cebrail vasıtasıyla bâzı peygamberlere yolladığı emirler ki yüz tanedir 10 Hz. Âdem'e; 50 Hz. Şît'e; 30 Hz. İdrîs'e; 10 Hz. İbrahim'e].
suhun (f.i.). (bkz. suhan).
suhûn (a.i. sahne'nin c.) sahneler. (bkz. sahanât).
suhûr (a.i. sahr ve sahre [t]'nin c.) büyük taşlar; kayalar; mâden kütleleri.
suhûr-i bürkâniyye, -i indifâiyye jeol. volkanik taşlar, kayalar.
suhûr-ı fıddıyye kim. arjantit.
suhûr-ı ganemiyye coğr. hörgüçkaya, fr. moutonnee (roche-).
suhûr-ı rüsûbiyye tortul külte, tortul taş, fr. roche sedimentaire.
sûk (a.i. sâk'ın c.). (bkz. sîkan).
sûk (a.i.c. esvâk) çarşı, pazar, alım satım yeri.
sûk-ı sultanî mezat yeri.
sûk-ı Ukâz İslâmdan önce, Arap Yarımadasında bulunan ve Arap şâirlerinin toplanıp şiir yarışı yaptıkları Nahle ve Tâif arasında kurulan meşhur bir panayırın adı.
sûka ("ka" uzun okunur, a.s.) çarşı mensubu, esnaf.
sukab (a.i. sukbe'nin c.) delikler, (bkz: sukabât, sukub).
sukabât (a.i. sukbe'nin c.) delikler. (bkz: sukab, sukub). ["sukubât" şekli de vardır].
sukalâ' (bkz. sükalâ').
sukat ("ka" uzun okunur, a.s. saky'den) sâkîler. (bkz: sevâkî).
sukata ("ka" uzun okunur, a.i.) kırıntı, döküntü; artık, (bkz: rîze).
sukata-çîn ("ka" uzun okunur, a.f.b.s.) kırıntı, artık toplayan, (bkz: rîze-çîn).
sukata-hâr ("ka" uzun okunur. a.f.b.s.) kırıntı, artık yiyen, (bkz: rîze-hâr).
sukaybe (a.i.) delikçik.
sukaybe-i külliyye bot. kapıcık, fr. micropyle.
sukb (a.i.c. sukub). (bkz: sakb).
sukbe (a.i.c. sukub, sukab, sukabât) delik.
sukbe-i fıkariyye biy. anat. omur deliği, fr. trou vertebral.
sûkî (a.s.) 1. çarşı, pazar ile ilgili. 2. çarşılı, pazarlı.
sukub (a.i. sukbe'nin c.) delikler, (bkz: sukab, sukabât).
sukub ("ku" uzun okunur, a.i. sakb'ın ve sukb'un c.) 1. delmeler, delinmeler. 2. bir taraftan öteki tarafa kadar açık olan delikler.
sukuf ("ku" uzun okunur, a.i. sakf’ın c.) damlar, tavanlar, çatılar.
sukuf-i büyût evlerin damları.
sukuf-i münakkaşa nakışlı, süslü tavanlar.
sukûk (a.i. sakk'in c.) şeriat mahkemesinden verilen ilâmlar, beratlar, hüccetler ve bunlarda geçen terimler, tâbirler, deyimler.
sukur ("ku" uzun okunur, a.i. sakr'ın c.). (bkz. sıkar).
sukut ("ku" uzun okunur, a.i.) 1. düşme, aşağı inme. 2. sarkma. 3. büyük bir vazîfeden ayrılma. 4. çocuğun eksik veya ölü olarak doğması.
sukut-ı hakk hakkın sukutu, hakkın düşmesi, kaybolması.
sukut-ı hayâl ("ku" uzun okunur) hayal kırıklığı, düş yıkımı, düş kırıklığı, ümitsizlik.
sukutiyye ("ku" uzun okunur, a. i.) paraşüt.
sul'a (a.i.) başın dazlak, saç olmayan kısmı.
Sulahfât (a.i.c. selâhif) kaplumbağa.
sulb (a.i.c. aslâb) 1. omurga kemiği, bel kemiği. 2. döldöş. (bkz: zürriyyet). 3. döl. 4. (s. salâbet'den) sert, katı. 5. s. fz. katı. 6. s. taş gibi.
sulbe (a.s. salâbet'den) ['sulb"ün müen.]. (bkz: sulb).
sulbî (a.s.) birinin sulbünden gelme, kendi evlâdı, oğlu.
sulbiyye (a.s. salâbet'den) 1. ["sulbî" nin müen.]. (bkz: sulbî). 2. i. birinin sulbünden gelme.
sulbiyyet (o.i.) 1. katılık, sertlik. 2. cisimlerin katı hâli. 3. duygusuzluk, taş gibi olma.
sulehâ (a.s. sâlih ve salîh'in c.) sâlih, iyi, yarar, salahiyetli, günah işlemeyen kimseler.
sulh (a.i.) l. barış, barışma, barışıklık, (bkz: musâlaha, müsâlemet). 2. rahatlık, (bkz: asayiş). 3. uyuşma, uzlaşma.
sulh ü müsâlemet "barış ve baysallık.
sulh-âmîz (a.f.b.s.) barıştırıcı, ara bulucu.
sulhen (a.zf.) sulh, barış yoluyla, uzlaşarak.
sulhî, sulhiyye (a.s.) 1. sulha, barışa ait, barışla ilgili, 2. i. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.
sulhiyye (a.i.) ed. savaştan barışıklığa geçilmesi münâsebetiyle yazılan şiir.
sulh-nâme (a.f.b.i.) sulh, barış kâğıdı; taraflar arasında yapılan barış şartlarının yazıldığı kâğıt.
sulh-perver (a.f.b.s.) barış isteyen, barışsever.
sulta (a.i.) baskı, fr. autorite.
sultân (a.s.c. selâtîn) 1. pâdişâh, hükümdar. 2. hükümdar ailesinden olan [anne, kız kardeş, kız çocuk gibi] kadınlardan her biri.
Hanım sultan sultan kızı. 3. bâzı Bektaşî büyüklerine verilen ad.
sultân-ı cihân (cihana hükmeden) Allah.
sultân-ı çerh güneş.
sultân-ı Dervîşân Hz. Muhammed.
sultân-ı encüm Güneş.
sultân-ı Rûm Osmanlı pâdişâhı.
sultân-ı ümem ümmetlerin sultânı.
sultân-üş-şuâra şâirlerin sultânı.
sultan kethüdâsı tar. Osmanlılarda pâdişâh ve şehzadelerin evlendirilen kızlarının dairelerindeki işlerini gören kimse.
sultânî, sultâniyye (a.s. selâtet'den) sultana, hükümdara ait, sultanla, hükümdarla ilgili.
Mekâtib-i sultâniyye liseler.
Mekteb-i sultânî Galatasaray lisesi.
sultânî tenbel çok, aşırı derecede tembel [kimse].
sultân-âbâd (a.f.b.i.) Arak (İran) şehrinin eski adı.
sultanî (a.i.) Mısır, Trablus, Tunus ve Cezayir darphânelerinde basılan Osmanlı altınları hakkında oralarca alem olmuş bir tâbir.
sultânî cedîd müz. Türk müziğinde bir mürekkep makamdır. Udî Cemil Ef. tarafından terkîbedilerek bir peşrev ile bir saz semaîsi bestelenmiştir. Şedaraban ile ferahnümâ makamlarının karışık olarak kullanılmasından ibarettir. Şedaraban ile yegâh (re) perdesinde kalır (bu perde, ferahnümâ'nın da durağıdır). Güçlüler, birinci derecede -şedaraban güçlüsü olan-dügâh (la), ikinci derecede de -ferahnümânın güçlüsü olan- rast (sol) dur. Şedarabanın "si" ve "mi" bakıyye bemolleri ile "fa" ve "do" bakıyye diyezleri donanımına konur. Ferahnümâ için nota içerisinde bu dön arıza bekar yapılarak "si" ve "mi" küçük mücenneb bemolleri kullanılır.
sultânî-hüzzâm (a.b.i.) müz. Türk müziğinde bir mürekkep makam olup zamanımıza kalmış nümunesi yoktur, [galiba bir asır kadar veya az daha önce terkîbedilip hemen unutulmuştur].
sultânî-ırak (a.b.i.) müz. Türk müziğinde bir mürekkep makamdır. Tahminen üç asırlık olup az kullanılmıştır. Isfahan ile ırak makamından bir dizinin (meselâ makamın pest dörtlüsü olan ırak'da segah dörtlüsünden) birleşmesinden mürekkeptir. Mevzuu-bahis dörtlü ile ırak perdesinde kalır. Güçlü -birinci derecede ısfahanın durağı ve ırakın güçlüsü olan- dügâh (la), ikinci derecede de -Isfahanın güçlüsü olan- neva (re) perdeleridir. Donanımına ırak gibi "si" koma bemolü ile "fa" bakıyye diyezi konulur. Isfahan için nota içerisinde "si" bekar, "fa" bekar, "do" bakıyye diyezi gibi değişiklikler yapılır, böylece, bu makamın, beste-ısfahandan pek az farklı olduğu anlaşılmış olur.
sultânî-nevâ (a.f.b.i.) müz. Türk müziğinde bir mürekkep makamdır. Numune olarak yalnız Kantemiroğlu'nun bir aksak semaîsi vardır. Sultanî neva ile bir rast beşlisinden müteşekkildir. Bu rast beşlisi çıkıcı bir şekilde icra edilerek, tiz durağı olan neva (re) perdesinde karar verilir. Güçlü, makamın terkibindeki her iki dizinin de durağı olan dügâh (la) perdesidir. Donanımına neva gibi "si" koma bemolü ile "fa" bakıyye diyezi konulur (ki ilk arıza rast beşlisinde de müşterek olup ikinci ânza bulunmaz).
sultanî pûselik (a.f.b.i.) müz. Türk müziğinde mürekkep bir makam olup zamanımıza kalmış bir nümunesi yoktur.
sultânî-segâh (a.f.b.i.) müz. Türk müziğinde bir mürekkep makamdır. Galiba bir asır önce terkîbedilmiştir (Arap müziğinde de kullanılır). Segah ve müstear ile şedaraban makamlarının birleşmesinden doğmuştur. Şedaraban ile yegâh (re) perdesinde kalır (ki bu perde, diğer iki makamın da güçlüsüdür). Güçlüler birinci derecede -ilk iki makamın durağı olan- segah, ikinci derecede de -şedarabanın güçlüsü olan- dügâh (la) dır. Donanımına segah "si" ve "mi" koma bemolleri ile "fa" bakıyye diyezi konulur. Segâh'ın "la" bakıyye diyezi, müstear'ın "do" bakıyye diyezi, nota içerisinde kullanılır. Şedaraban için donanım değiştirilerek, "si" bekar, "mi" bekar, "si" ve "mi" bakıyye bemolleri, "do" bakıyye diyezi ilâve edilir, ("fa" bakıyye diyezi müşterektir). Umumiyetle inici olarak seyreder.
Dostları ilə paylaş: |