KIRIK TESTİ – 21-11-2004 HİTAP ÇİÇEĞİ YA DA DİL ZAKKUMU
SORU: Hak dostları, ma’rifet-i ilâhiyeye giden yolda kıllet-i kelâmı (az ve öz konuşmayı) önemli bir basamak olarak görmüşler. Fakat, günümüzün insanı konuşmayı çok seviyor; dolayısıyla da, sükûtîliğin vakarından da mahrum kalıyor. Çok konuşma, bir rahatsızlık emaresi ve bir kayıp noktası ise nasıl tedavi edilebilir?
CEVAP: Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, en eşref mahluk olan insanda hitap çiçeği açmıştır. O, hem kendisine konuşulan, muhatap alınan bir varlıktır, hem de kendisi konuşur, duygu ve düşüncelerini ifade eder. İnsanın dili hem Allah’ın en büyük nimetlerindendir, hem de potansiyel olarak insana verilen en büyük bir nıkmettir; evet dil, bazen bir rahmettir, bazen de bela ve musibettir. Rivayete göre; bir gün Davud Peygamber, Lokman aleyhisselam’dan bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça et getirmesini istemiş; Hazreti Lokman da, ona kestiği hayvanın dilini ve yüreğini getirmiş. Birkaç gün geçince Davud Aleyhisselâm bu defa hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini istemiş. O yine dilini ve yüreğini getirmiş. Hazreti Davud, bunun sebebini sorunca Hazreti Lokman şöyle demiş: “Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha iyisi, kötü olursa da bunlardan daha kötüsü olmaz.” Evet, dil hayırda kullanılırsa, insanı kaldıran, yükselten, âlâ-yı illîyîn-i kemâlâta çıkaran bir uzuvdur; şerde istimal edilirse de, onu batıran, alçaltan ve esfel-i sâfilîne düşüren bir organdır. Dil, bazen insanı alır Cennete götürür; bazen de onu başaşağı Cehenneme sürükler.
Hazreti Enes (radıyallahu anh) şu sözleriyle dilin bir hüsran sebebi olabileceğini ifade etmektedir: “Bir adam, vefat eden bir şahıs hakkında, Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın da işiteceği şekilde “Cennet mübarek olsun!” demişti. O söz üzerine Allah Rasûlü buyurdular ki: “Nereden biliyorsun? Belki de o mâlâyânî konuştu veya kendisini zengin kılmayacak bir miktarda cimrilik etti!” Evet, insanı, Allah’tan, Cennetten ve insanlardan uzaklaştıran ama Cehenneme yaklaştıran cimrilik gibi, mâlâyânî, çok ve gereksiz konuşmalar da bir uzaklık ve hüsran sebebi olabilmektedir. Ümmetini böyle bir akıbete karşı ikaz eden Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselam) buyururlar ki: “Kul (bazen), Allah’ın rızasına uygun olan bir kelamı, ehemmiyet vermeksizin sarfeder de Allah o söz sebebiyle kulun Cennetteki derecesini yükseltir. Yine kul (bazen) Allah’ın hoşnutsuzluğuna sebep olan bir kelimeyi ehemmiyet vermeksizin sarfeder de Allah, o sözden dolayı onu cehennemde yetmiş yıllık aşağıya atar.”
Az, öz, yerinde ve bir lüzuma binaen konuşmanın bir fazilet, boş ve çok konuşmanın da bir zaaf ve felaket sebebi olduğu ile alakalı hadis-i şeriflere bakılırsa, en büyük söz sultanı olan Peygamberimizin beyana çok önem verdiği görülecektir. Hatta Efendimiz, dile sahip olmayı Cennet alışverişinde bir pazarlık şartı olarak ifade etmekte ve “Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir, kefil olursa, ben de ona Cennet için kefil olurum.” buyurmaktadır. Çünkü dil, bütün tesbihât, tahmîdât ve tekbirâtı seslendiren bir enstrümandır. Minarelerde Ulûhiyet hakikatini bir bayrak gibi dalgalandıran ve nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi dört bir yanda ilân eden dildir. Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getiren dildir. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ı diliyle tesbih ve takdis eder; onunla, kainât kitabını ve onun ezeli tercümesi olan Kur’ân’ı, âyât-ı beyyinâtı okur ve başkalarına anlatır. Bazen, ifade ve beyanı vasıtasıyla inanmayan bir insanın hidayetine vesilelik eder.. eder de üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir iş yapmış olur.. ve insan, diliyle a’lây-ı illîyîne çıkar, sıddîkiyet zirvesine taht kurar.
Dilin âfetleri
Ancak aynı dil, insanın felaketini de hazırlayabilir. Bütün küfür ve küfrana vasıta sözlerin menşei dildir. Allah’a ve O’nun şânı yüce Nebisine ağız dolusu sövenler, bu çirkin günahı dilleriyle işlerler. Fesat çıkarma, İslamî oluşumlara zarar verme, bozgunculuk yapma, yalan, gıybet, iftira hep dille yapılır ve insan dili yüzünden kezzâblar sırasına düşer. Bundan dolayı, İmam-ı Gazzalî hazretleri İhya-i Ulûm’id-Din adlı eserinde “Kitab-u Âfât’il-Lisan” adı altında dilin âfetlerine de geniş yer ayırmış ve yalan, iftira, gıybet, kovuculuk, fuzulî konuşmak, çirkin sözler söylemek, alay ve istihzada bulunmak, övünmek, cedel yapmak.. gibi kötü şeyleri dilin âfetleri olarak saymıştır.
İşte, dil iki yanı da keskin bir bıçak gibidir; sahibini de kesebilir, sahibine kötülük düşünenin sözünü de; imanın tercümanı bir alet olarak küfrün kökünü de kesebilir, küfre sebep bir afet olarak insanla iman arasındaki bağı da.. yani onu hayırlı bir alet haline getirmek de, insanı batıran şerli bir uzuv durumuna düşürmek de –bir manada– insan iradesine bırakılmıştır. İradenin müessiriyeti ne ölçüde ise, işte o ölçüde insana tevdî edilmiş bir emanettir dil. Öyleyse, insan onu iyi korumalı, kötülüklerden muhafaza etmeli, çirkinliklerle onu kirletmemeli ve hayırda kullanmalıdır. Unutmamalıdır ki; Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Ademoğlu sabaha erdimi, bütün azaları, dile ricada bulunup: “Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Zira biz sana tabiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikâmette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız!” derler.”
Yine Üstad Hazretlerinin ifade ettiğine göre; hususiyle âhirzamanda beyana çok önem verilecek. Çok küçük bir mesele, beyandaki sihir kullanılarak en mühim meseleymiş gibi kabul ettirilebilecek. En önemli hakikatler de, yine bir kısım beyan hileleri sayesinde insanlar nazarında karartılacak. Kırma ve yıkma da onunla olacak, sarma ve onarma da. O icabında hem kırmada hem de sarmada kullanılacak. İşte, mü’minler dil ve beyanın bu tesirini göz önünde bulundurmalı ve onlar daima dilin yapıcı ve müsbet yanını kullanmalı, sarıcı ve onarıcı yanında yer almalıdırlar, yıkıcı, menfi ve kırıcı yanında olmamalıdırlar. Yani, bu müsbet hareketi öncelikle temel disiplin olarak benimsemeli ve sonra da iradî olarak öyle davranmaya çalışmalıdırlar. Peygamber Efendimizin, Süfyan İbnu Abdillah’a (radıyallahu anh) tavsiye ettiği hususu bizzat kendilerine söylenmiş bir ikaz gibi üzerlerine almalıdırlar. O, “Ey Allah’ın Rasûlü, uyacağım bir amel tavsiye et bana!” deyince Efendimiz, “Rabbim Allah’tır de, sonra doğru ol!” buyurmuştur. Süfyan hazretleri tekrar söz alıp, “Ey Allah’ın Rasûlü, benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?” diye sorunca, Efendimiz mübarek elleriyle dilini tutup sonra: “İşte şu!” buyurmuştur.
Bundan dolayıdır ki, bizim yetiştiğimiz dönemde, sohbet meclislerinde sadece konuşması faydalı bulunan insan konuşurdu; dinleyecekler de dinlemesini bilir, oturur sessizce, edeple ve istifade etme iştiyakıyla dinlerlerdi. Mesela, Hazreti Üstad konuşurken orada bulunan diğer insanlar sessizce söylenenleri yazarlardı; bu yazma da bir nevî aktif dinlemeydi. Talebeleri ve ziyaretçileri onun yanında konuşmazlardı, hatta ona olan güven ve itimatlarından dolayı, büyük ölçüde fikir beyan etmekten bile çekinirlerdi. Belki bazen onun havale ettiği, “Kendi aranızda istişare edin” dediği hususlarda birkaç söz ederlerdi. Ama yine kendi re’yleri olarak bir şey söylemez, dinleyip öğrendiklerini hatırlatmakla yetinirlerdi. Bir Barla Lahikasına bakarsanız görürsünüz ki; onlar, yazdıkları mektuplarda bile kendi düşünce ve fikirlerini nazara vermiyorlar; Üstad’dan ne anladıklarını, Nurlardan neler öğrendiklerini bir de kendi üsluplarıyla özetliyor, duydukları iman hakikatlerini bir de kendi anlayış ve idrakleri zaviyesinden seslendiriyor ve bir manada anladıklarının da sağlamasını yapıyorlar. Hem meseleleri daha iyi anlamaya gayret ediyor, hem kompozisyon kabiliyetlerini geliştiriyor ve hem de konuşma ihtiyacını o şekilde gidermiş oluyorlar.
Dostları ilə paylaş: |