ARKADAŞ
Savaşın en kanlı günlerinden biri..
Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü
gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker tegmene kostu ve:
- Tegmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?..
Delirdin mi? der gibi baktı teğmen...
- Gitmeye değer mi?. Arkadaşın delik deşik olmuş... Büyük olasılıkla ölmüştür bile.. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın..
Asker ısrar etti ve teğmen
“Peki “ dedi.. “Git o zaman..
“ İnanılması güçbir mucize.. Asker o korkunc ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü.. Birlikte siperin içine yuvarlandılar.
Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti..
Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü:
- Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bu zaten ölmüş..
- Değdi teğmenim. dedi asker..
- Nasıl değdi? dedi teğmen.. Bu adam ölmüş görmüyormusun?..
- Gene de değdi komutanım.. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı..
Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için..
Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:
- Jim!.. Geleceğini biliyordum!.. demişti arkadaşı... Geleceğini
biliyordum.. ....
Kalbimizde Arkadaşlık adında bir mucize var. Nasıl olduğunu veya nasıl başladığını anlamazsınız. Ama bu özel armağanı bilirsiniz ve Arkadaşlığın Allah’ın en büyük armağanı olduğunu anlarsınız.
Gerçekten de arkadaşlar çok nadide mücevherlerdir. Sizi gülümsetip başarmanız için cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini size açmak isterler. Bugün arkadaşlarınıza onlarla ne kadar ilgilendiğinizi gösterin.
Bu yazıyı ARKADAŞ olarak gördüğünüz herkese gönderin.
Eğer size geri gelirse, o zaman sonsuza kadar bir arkadaşınız olduğunu anlıyacaksınız.
YAVUZ’UN RÜYASI
Bir gece yatağımda uyuyakalmışım. Sabah namazını kıldıktan sonra
hizmetlerine koştum.
-Bu gece görünmedin, ne işyteydin? diye sordular.
Birkaç gecedir uykusuz kaldığım için, bu gece gaflete geldiğimi ve
hizmetlerinden mahrum olduğumu özürle beyan ettim.
-İmdi, ne düş gördünse beyan eyle, buyurdular.
-Arza kabil bir düş görmedim, diye cevap verdim.
Tekrar buyurdular ki:
-Bu ne sözdür? Bir geceyitamamen uyku ile geçiresin de, b,r vakıa
görmeyesin. Herhalde görmüşdür. Başka vadide biraz konuştuktan sonra
tekrar bana dönerek:
-Abes söyleme. Herhalde bu gece bir vakıa görüşmüştür. Söyle gizleme!
dedi.
Her ne kadar düşündümse de görmüş olabileceğim birşey aklıma gelmedi.
İşe yarar birşey görmediğime yemin ettim. Sultan, mübarek başlarını
sallayarak hayret gösterdiler. Ben de “sebebi ne olabilir?” diye hayret
ettim. Hemen sonra Kapuağası ‘ nın dairesine bir iş için beni
gönderdiler. Oraya vardığımda gördüm ki Hazinerdar başı Mehmet Ağa,
Kilercibaşı, Sarayağası ve Kapuağası Hasan Ağa adetleri üzerine
otururlar. Ama kapuağası Hasan Ağa düşünceli ve şaşkın bir vaziyette
başını öne eğmiş, gözleri yaşlı, olarak oturuyordu. Bu zat esasında,
sessiz hallerine benzemiyordu. Bir kimsenin vefat etmiş olduğunu
zannettim. -Ağa hazretleri kalbinüz gamlı, çeşminüz yaşlı görünür. Sebebi
ne ola? dediğimde,
-Hyır birşey yok, diye gizlemesi üzerine Hazinedarbaşı:
-Kardeş, Ağa’ya bu gece bir vakıa olmuş da o uykunun sarhoşluğundadır.,
dedi.
Bunun üzerine:
-Allah için haber verin, padişahızım elbette vakıa görmüşsündür, söyle
diye bu bendeşerini aciz ettiler. Herhalde zorlama asılsız değildir. İyi
armağandır anlatınız dedim. Rüya yı nakletmesi için ağayı sıkıştırdık.
Ağa utanma hissi ağır basan bir şahıs olduğundan anlatmaktan kaçındı ve:
-Benim gibi yüzü kara günahkarın ne rüyası olur ki padişajhın huzurunda
anlatmaya değsin, kerem edin bana bu teklifte bulunmayın, dedi. Biz
sıkıştırmaya, o da vazgeçirmek için yalvarmaya devam etti. Nihayet Mehmet
Ağa:
-Nice söylemezsün, bize anlattığıda buna memur olduğunu naklettim.
Gizlenmesi ihanet olmaz mı? deyince, Ağa sırrının mührünü açıp anlattı.
-Bu gece rüyamda gördüm ki, esginde oturduğumuz bu kapıyı hızlı hızlı
çalıdılar. “Ne haber var” diye ileri baktım, vardım; kapu, dışarısı
görüncek fakat bir adam sığınmayacak kadar az açılmış. Taşlık, talesanlı
(ucu sarkıtılmış sarıklı) nurani kimselerle dolu, elleri bayraklı ve
silahlı mükemmel şahıslar. Kapının dibinde, elleri sancaklı dört nurani
kimse durur. Kapıyı vuranın elinde Padişah’ ın Aksancağı var.
Bana dedi ki :
-Bilirmisiniz niye gelmişiz?
Ben de :
-Buyurun, dedim.
Dedi ki :
-Bu gördüğün kimseler Resulullah (s.a.v.)’ ın ashabıdır. Bizi Hazret-i
Resulullah Selim Han’a selam etti ve buyurdu ki : Kalkıp gelsün ki
Haremeyn hizmeti ona buyruldu. Gördüğün dört kişiden, bu Ebu Bekr-i
Sıddıyk, bu Ömerü’l Faruk, bu Osman-ı Zi’n-Nureyn’ dir. Seninle konuşan
ben ise, Ali bin Ebi Talib’ im. Var, Selim Han’ a söyle dedi ve
nazarımdan galip oldular. Ben dehşetle kendimden geçip tere batmış ve
sabaha kadar baygın yatıp kalmışım. Oğlanlar, teheccüd zamanında mütad
üzere kalkmadığımı hastalığa yormuşlar ve sabah namazı vakti geçeceği
zaman gelip beni uyarmak için yapmışlar, görmüşler ki suya düşmüş gibi
ıslak yatarım.
Elbise değiştirmek için yanilerini getirip o aralık, beni uyandırmışlar.
Aklım başıma gelince, acele ile kalkıp namaza yetiştim. Ama tamamen
sukune eremedim. Ağa bunları anlatırken ağlıyordu. Padişah’ ın buyurduğu
hizmet nakledi, derhal huzurlarına gittiğimde, o hizmeti sual etmeyip
tekrar yeni rüyadan bahis açarak:
- Şu senin bu gece sabaha dak uyuyup bir vaka görmediğin bana tuhaf gelir.
Hemen şöyle hayvan gibi yatıp uyudunmu?
Dedim ki:
-Padişahım, vakıayı bu Hasan kulunuz (Hasan Can) görmediyse bir Hasan
kulunuz (Kapıağası Hasan Ağa) görmüş. Emriniz olursa arz edeyim.
Buyurdular ki :
-Söyle görelim.. Ben de hadisenin tamamını naklettim. Ben anlattıkça
mübarek çehreleri kızarmaya başladı ve vararak mübarek gözleine yaş
geldi.
Bitirince buyurdularki :
-Derd -mendin safa’ yı meşrebi (Zavallının tıynetinde safiyet) varmış, sen
onu bize medhettikçe “Bir kimseyi ibadet eder görürsün hemen veli
sanırsın” diye seni alaya alırdık, boşuna medhetmezmişsin ...
Ve devamla:
-Biz sana demezmiyiz ki, biz bir tarafa memur olmadan (emir verilmeden)
hareket etmemişizdir. Atalarımız vilayedden behre-mendler idi (velilikden
nasip sahibiydiler) , kerametleri vardır. İçlerinde biz onlara benzemedik
.. diyerek
kendilerini küçük göstermeye çalıdılar. Arap Seferi hazırlıklarına
balşladılar...
S E R A P
Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya
şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı
size nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine
yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı
bulamamıştı. Serap’ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da Allah’ın
izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap’ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok
dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir’e gitmek
istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve
benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1
süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metasaz nedeniyle yürüyemez
hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve
söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evinegittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:
-Doktor bey, dedi. Ben size...dargınım.
-”Niçin?”diye sordum.
-”Siz...dindar...bir...insanmışsınız...niçin...ba-na...da, Allah’ı...ölümü...ahireti...anlatmıyorsunuz?”
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O’nu üzmemeye
çalışarak:
-”Doktora ulaşmak kolaydır dedim. Parayı bastırdın mı istedigine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi
için gönülden istek duymalısın...”
Konuşmaya mecali olmadığından “ben o isteği duyuyorum” manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi
tedavinin yanısıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve son günlerini
yaşayan Serap için bu dersler “hızlandırılmış öğretime” dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün
ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefatına bir hafta kala:
-”Doktor bey, dedi. Ben...ölürken...ne...söyleme-liyim?”
-”Senin durumun çok özel” dedim. Kelime-i şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince Muhammed (s.s.v)
sana yeter.”
O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap’a sürekli morfin yapıyor
ve O’nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde
annesi telefon ederek:
-”Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor.” dedi. “Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.
“Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebinisordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor vehatırladıkça
ürperiyorum.-”Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste “Muhammed” diyemezsem?
İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa ,
son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma
gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap’ın acizliği hürmetine olacak ki Salı gününe kadar yaşıyacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O’na:
-”Hiç korkma!” dedim. “İğneyi vurdurabilirsin.
“Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:
-”Doktor bey...Azrail...bana...nasıl...görü...ne-cek?”
-”Kızım,” dedim.
“O bir melek değilmi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir. “Salı günü Serap’ın
ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiş-tim. Ailesi tam manasıyla
perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma
gelerek:
-”Doktor bey, biliyor musunuz , bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!” dedi ve devam etti:
-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve “yataktan kalkması imkansız” denmesine rağmen
kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i şehadet
getirerek vefat etmeden biraz önce de:
-”Doktor Bey’e söyleyin, dedi. Azrail, O’nun söylediğinden de güzelmiş!!!”
Onkoloji Dr. Haluk Nurbaki
DUA
Dostları ilə paylaş: |