YOLCULUK
Ey insanlar.. Küçücük bir canlı iken heyecanlı , ve telaşlı bir yolculuktan sonra , def’alarca büyük yumurtaya dar bir menfezden geçerek girdin.. Vaktin gelince de oradan istemeyerek dünyaya geldin..
Cebri bir yolculuğa çıkmış bulunuyorsun. Kimse pazarlığa oturmadan geldiğin bu dünyadan , yine pazarlıksız olarak “ kabir “ kapısından geçip gideceksin...
Anne karnında – karanlıkta olsa - rahatın iyi idi. Ayrılmak istemedin , sancı verdin , dünyaya ağlayarak geldin.. Daha sonra gördün ki daha güzel bir yerdesin , susup gülmeye başladın..
Buradan giderken de ağlıyorsun . fakat ağlama.
Dünyaya nisbetle dar ve karanlık olan anne karnından çıktığın gibi , “ ahiret “ e nisbetle dar ve sıkıntılı olan dünyadan da ayrılıyorsun. O halde ağlamanın manası yok .. Çünkü gideceğin yer aydınlık ve rahattır..
Orada sıkıntı eza ve cefa görmeyeceksin .. Artık o alemde eskimek ve pörsümek ve ihtiyarlamak yok ... Orası vuslat ülkesi...
Oraya kavuşmak için yolculuğun erkanına riayet gerekli... Karanlık tünellerde önünü aydınlatan bir ışığın, şaşmaz ve şaşırmaz bir rehberin olmalı... O zaman bu tatlı yolculukta selametle gidebilir, emnu eman içinde “ altından ırmaklar akan saraylar “ a girebilirsin...
YANMAK VAKTİ
Hikmet Belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir işçiydi. İşine çok dikkat eder , vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helâl olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terk ederdi.
Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için halk çok rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hasıl olur , onu da genellikle Hikmet yapardı.
Dini bir bayramın son günüydü . ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet , temizlik yapmak için fabrikaya gitti. İçeriye girip dış kapıyı kilitledi. Işıkları yaktı ve fırının kapağını açıp içine girdi. Gerekli temizliği yaptıktan sonra evine gidecekti. Sabaha karşı dörde doğru gelen işçilerde , gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmesini açacak , onlar hamuru yoğurup ekmekleri hazır edene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı. Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraf dan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu.
Tam o saatlerde fırının genç ustalarından cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için gelmişti. O akşam yıkattırıp , ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu.
Dış kapıyı açtığında şaşırdı. “ Hayret , içerideki elektrikler açık unutulmuş “ diye mırıldandı. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık olan kapağını eliyle şöyle bir itekledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi de ihmal etmedi.
Elektriklerin sönmesi ile Hikmet hemen fırının kapısına koştu. Fakat hey hat kapak üzerine kilitlenmişti. var gücüyle bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor , sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu. tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı. Uzun müddet kendisine gelemedi . birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05 ‘i gösteriyordu. Yaklaşık beş saati kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti.
Yanmak onun için bu dünyada başlayacaktı.
Yavaş yavaş ısınacaktı fırın... evvela terlediğini hissedecek , sonra bunalacak , sıcaklık yavaş yavaş sürekli artacak , artacak ; vücudundaki yağlar erimeye başlayacak , etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o kalpten gidecekti. Belkide çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti...
Ah , o en güzeliydi. Bir delirebilseydi, düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı.
Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı... Yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti.
Birkaç gün önceydi. İşçilerle acıkmışlar , küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli... hemen nasılda kabarmış, su toplamış sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış , soğuk suyun içine tutmuştu. Ya şimdi?.. yanan iki parmak ucu değil bütün vücudu olacaktı.
Gözlerinin önünde filmlerde yana adamlar canlandı. Kendi hali daha da zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu ... Adım adım , hissede hissede .. terleye çıldıra , dövüne dövüne...
İçersinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını da yakmışımıydı yoksa?...
Bu hararet neden böyle sürekli artıyordu.
Aman ALLAH’ım beklenen an çabuk gelmişti. saatine baktı . saat gecenin biri olmuştu. Nasıl geçmişti ki saat. Zaman su gibi akmıştı.
Bir ömür gibi ... ömürleri yanmak vaktini meyve veren insanlar gibi... Elleriyle dokundu . yok canım ... korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte... Biraz sakinleşti.
Evini düşündü. Hanımı oğlu merak ediyor olmalıydı.. hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken . hayat arkadaşına daha nazik daha hürmetli olalı değil miydi.?
Ya çocuğunu .. keşke dövmemiş olsaydı onu.
Onlardan da mesul olduğu için onlarında hesabını verecekti ALLAH’a ... Keşke hanımının dediğini yapsa idi. Hanımı ona:
“ haydi birlikte namaza başlayalım “demişti. Hikmet ise “ biraz daha yaşlanalım” diye cevap vermişti.
Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti
Niçin sanki fırına gelirken camiye girmemişti ? müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş ALLAH ‘ın büyüklüğünü , kurtuluşun O’nun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değilse ölmeden önce son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder , diğerlerinin hesabını sormazdı.
“ Ah , ahmak kafam “ diye inledi. Halbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hâli ne güzeldi. Kıldığı bir vakit muhakkak onun son eda ettiği vakit olacaktı ve Rabbinin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar arzu ederdi.
Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun yemesine içmesine , üstüne başına dikkat ettiği kadar , kalbine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta her türlü pisliğin televizyon ekranından üzerine akmasına nasıl müsaade etmişti. Çocuğuna ALLAH’ını Peygamberini niçin sevdirmemişti?
Aklı çocukluğuna gitti .. gençliğine uğradı, tek tek dolaştı o günleri... O günlerden sadece eline pişmanlık veren , utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti.
Aklına bir fikir geldi, “ fırının içinde teyemmüm edip namaz kılmak . Toprak yoktu ki... fakat olsun hiç kılmamaktan iyiydi. Belki , bir ihtimal kabul edilirdi. Ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm alı. Namaza durdu .
Her şeyin bitip tükendiği noktada başka kime dayanabilirdi ki...
Aslında her namazda öyle hissetmeliydi. Kendisini hayatında ilk defa Rabbi ile konuşuyor hissetti.
Âlemlerin Rabbine hamdetmeyi , O’na dayanmayı, O’ndan yardım istemeyi. Dosdoğru; olayı ilk defa böylesine anlıyordu. Bütün benliği ile secde etti. “ Eksiksiz, yüce, merhametli olan sensin “dedi acizliğini iliklerine kadar duyarak...
Yatsıdan sonra kaza namazları kıldı. Rabbinden gelmişti ve O’na dönüyordu. Ah , dönüşün O’na olduğunu hiç unutmamış olsa idi. Yoruldukça oturup tövbe etti. Estağfurullah çekti.
Nasılda daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler basıyordu.
Cengiz ise evine gidip yatmıştı. Gece bir aralık yatağından sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15 di. bir rüya görmüştü. Arkadaşı hikmet fırının içinde alev alev yanıyor, “ Cengiz !” diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı böyle...
Birden aklına geldi. Olamaz..! fırının kapağını Hikmet’in üzerine mi kapatmıştı yoksa?..
Hemen üzerini giyip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Gece işçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı ışıkları yaktı. Hemen kapağı açıp içeriye seslendi:
“ Hikmet!”
İçeriden hiç ses gelmiyordu.
Birkaç defa daha bağırdı.
Hikmet , ağlaya ağlaya namaz kılıyordu.
Öyle dalmıştı ki adının söylendiğini duyunca irkildi.
Olamazdı, yanlış duyuyor, hayal görüyordu.
Fakat yine duydu. Birisi
“ Hikmet” deyip duruyordu.
Hem fırının ışığı da yanmıştı.
Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü.
Karşısında Cengiz’i gördü.
Fırından çıktı.
Cengiz bir anda hortlak görmüşçesine irkildi.
Korkuyla
“ Kimsin sen ?” dedi.
Hikmet’in Cengize sarılmak için uzattığı kolları boş kalmıştı hikmet hâla ağlıyordu.
“Ne demek sen kimsin?
Hikmetim işte görmüyor musun?
Dün akşam akşam temizlemek için girmiştim birisi fırının kapağını üzerime kapattı” dedi.
-
“ Olamaz” diyordu Cengiz. “Sen Hikmet değilsin”
Hikmet ilk önceleri Cengiz’in bu hareketine bir mâna veremedi.
Nasıl olur böyle söyler, nasıl olurda mesai arkadaşı kendisini tanıyamazdı? Birden aklına bir şimşek çaktı.
Hemen aynaya doğru koşup kendine baktı.
Hayır, bu yüz , bu saçlar kendisinin olamazdı.
Elleri kırışmış , solmuş yüzüne , bembeyaz olmuş saçlarına götürdü.
Bir gecede ihtiyarlamıştı.
Hıçkırıklarla sarsılıyordu.
Bir daha aynaya bakamadı.
Kendisinden kendisi korkmuştu.
Yanmanın ne demek olduğunu bilseler gecede kim bilir ne kadar insan ihtiyarlayacaktı.
Yarın denilecek kadar kısa bir sürece de yanmak ihtimali bu kadar hafife alınabilir miydi ? başı ellerinin arasında kala kaldı.
BATILI ANNENİN KADERİ BU MU ?
Tıp tahsiline başladığım günden bu yana, insan uzviyatındaki değişiklikleri , ve uzuvlarda eskiyen veya ölen dokuların yerine yeni yeni dokuların inşa edilişinin , sırf maddi yönlerini izah eden ve açıklayan temel prensiplerini öğrenmiştim.
Dokuların birçoğunu mikroskop altında inceledim. Vücudun çabucak iyileşmesi ve yarayı sarması için ona yardımcı bütün şartları tetkik ettim.
Mükemmel ahenk karşısında kendimden geçtim. Yarayı kendi haline bırakmak, beklenen neticenin meydana gelmesi için tıbbi imkanları hazırlamak, maddi şartları ayarlamak kâfi görünüyordu...
Fakat harikulade bir süratle , sihirli bir iyileşme ancak ümitle , hayata kuvvetli bağlılıkla mümkün oluyordu...
“ Cerrah olarak çalışırken günün birinde
yetmişini aşkın bir nine geldi,bel kemiklerinin çok ağrıdığından ve kırılmış olma ihtimalinden şikayet ediyordu.
Bir süre hastayı kontrol altına alıp tedavi ettikten sonra, Ara ara filmlerini çekip incelemeye koyuldum. Ve şaşırtıcı bir süratle iyileşmekte olduğunu gördüm.
Çok geçmeden onun yanına varıp hayret dolu bir şaşkınlıkla; Tıp tarihinde eşi görülmemiş bir çabuklukla iyileştiğini kendisine müjde verdim. Bunun üzerine yaşlı kadın, tekerlekli sandalyenin üzerine binerek
Hareket etme imkânına sahip oldu. Daha sonrada koltuk değneğine dayanarak yürümeye başladı. Mesai arkadaşlarımla birlikte bu harika iyileşme karşısında; Hastanın taburcu edilebileceği ve hastanede tedavi görmesine lüzum kalmadığına karar verildi.
Hastanedeki rahat ve emniyet onu hayata bağlıyor ve yaşama sevinci veriyordu. Ümitle dopdolu oluşu hastanın iyileşmesine ve çok kısa zamanda şifa bulmasına sebep oluyordu.
Süratle hastalık ondan kalkmış ve kırılan kemik kaynamıştı. Ertesi sabah Pazar olduğu için kızı, mu’tad olarak annesini ziyarete gelmişti . Öbür güne taburcu edileceğini, koltuk değnekleri ile yürüyebileceği kendisine anlatıldı. Kızı, annesini bir kenara çekerek; kocasıyla karar verdiklerini , kendisini huzur evlerinden birisine yatıracaklarını , çünkü kendisine evde bakma imkanına sahip bulunmadıklarını bildirmişti.
Ziyaretçilerin dağılmasından bir saat ya geçmiş ya geçmemişti ki , hemşireler tarafından çabucak çağrıldım. İhtiyar kadıncağızın çok büyük bir kriz geçirdiğine şahit oldum. Başına vardığımda gördüğüm şey gerçekten dehşet vericiydi. Kadın son anlarını yaşıyordu . Anladım ki hasta kemiklerinin kırılmasından değil de , kırılan kalbinin tesirinden yıkılmıştı.
Elden gelen bütün imkânlar kullanıldı, krizin giderilmesi için her türlü çareye başvuruldu. Ama bütün çabalamalar boşa gitmişti. Ne var ki artık aldığı vitaminler , takviye edici ilaçlar Onun kırılan kalbini bir türlü tedavi edememişti. Ne yazık ki şimdi kırılmış olan kalbi, onun kaynamış olan kemiklerine rağmen yaşamasına müsaade etmiyordu.
Kadıncağız birkaç saat sonra ruhunu teslim etti.
Bu hazin son batılı annenin kaderi idi....
Dostları ilə paylaş: |