Baba Mertcan: 216-3884688, Şaban Mertcan: 212-2498127, 544-6297861, 533-4219394, 435+havaalanı 103=538$


MUHTELİF YAZILAR BAHAR KOKULU SAÇLARINDAN



Yüklə 3,83 Mb.
səhifə179/185
tarix04.01.2019
ölçüsü3,83 Mb.
#90520
1   ...   175   176   177   178   179   180   181   182   ...   185

MUHTELİF YAZILAR

BAHAR KOKULU SAÇLARINDAN...


NAİME DÖNMEZ (Sızıntı, Ekim-2001)

Gözümün nuru canım evladım;

Senden ayrılalı tam üç yıl oldu. Hasretin bazen dayanılmaz bir hal alıyor. Çatlak toprağın imdadına yetişen yağmurlar gibi, Dergahı İlâhi’de ettiğim dualar kor düşmüş sinemi bir nebze serinletiyor. Senin gibi bir evlada sahip olduğum için Rabbime hamdediyorum. Seni çok özledim; selâm vererek girişini, manalı bakışını, yemek yiyişini, koşarak merdivenlerden inişini... Bir gâye uğruna uzaklarda olman duygularımın dilini bağlıyor, ama yine de Rahmeti Sonsuz’a teslim oluyorum.

Yirmibeş yıl nasıl da geçti? Bazen bir rüya, bazen çok uzun bir film gibi... Şimdi çok uzaklarda olsan bile aslında içimdesin... Hele güzel şeyler yaptığını, bir mum gibi etrafını aydınlattığını duydukça, aydınlatırken de fedakârlıkta bulunman gerektiğini anlattıkça kendimi sana daha da yakın hissediyorum. Bazen yirmibeş yıl geriye gidiyorum; doğduğun güne... Kulağına okunan ezan... İsmin, isim vereni... Emeklediğin, adım atıp yürüdüğün ilk gün... Okula başladığın... Önlüğünü giydirip, çantanı hazırlayıp dua ederek gönderdiğim o günü hiç unutur muyum? Hele o ilk karne alacağın gün... Saatler, dakikalar geçmek bilmiyordu. Annelik işte... Deliliğin bir başka adı mı desem?

Evet nasıl da geçti yıllar? Orta, lise, üniversite... Şimdi hayallerimin süslediği bir evlat değil, hayallerimi gerçekleştiren bir kahramansın. Hem de, el uzatılmayan mahsun bir gönül kalmayıncaya kadar bozulan bağ ve bahçelerin imarı için bütün gayretini sarf eden bir kahraman... Zaman emeklerimin boşa geçmediğini doğruladı. Her ne kadar bazen çalkalanmalar olsa da hiç ümidimi yitirmemiştim. ‘İnsan bu, zikzaklar çizebilir, ancak muhakkak rotasına oturacak’ diyordum. Sana hep bu nazarla baktım, hep bu niyetle ümitvar oldum.

Yavrucuğum!... Bir anne için en güzel mutluluk yavrusunun yanıbaşında olmasıdır. Uykusunda nefes alış verişleri, annesi için melodilerin en güzelidir. Bütün bunlara rağmen, insanlık için hayırlı olmanı diledim. ‘Gözün aydın, oğlun oldu!’ dedikleri gün, için için sevincimin sebebi belki şuydu: Bağrı yanık bir annenin biricik yavrusunu, Enes’ini Efendimiz’e getirerek, ‘Ya Rasulallah sana verecek Enesim’den başka bir şeyim yok. Senin yanında ve yolunda hizmet etsin’ dediğine benzer bir şeyler söylemek... Çok şükür, öyle demiş bir anneye yakışır uğraşlar içindesin. Şimdi uzaklardasın, ama önce Allah’a sonra bütün insanlığa ve bana çok yakınsın.

Bakmaya kıyamadığım, gözümden sakındığım selvi boylum! Bu güzelliğinizi Ebedî Güzel’in yolunda harca ki hep güzel kalasın. Allah’a emanet ol yavrum! Rüzgârdan esirgediğim bahar kokulu saçlarından koklar, gözlerinden öperim.

MUHTELİF YAZILAR

Gurbet... Sadece O’na Gurbet!...


Osman Şimşek, (Sızıntı, Eylül-.2002)

Duydum ki, son günlerde, vatanımda “gurbet geceleri” düzenlenmekte, hasret şiirleri okunmakta ve binlerce kişilik salonlarda hicran yaşları dökülmekteymiş. Salonlar, şiir dinleyip ağlayan, böylesine içli misafirlere, ilk defa sahne oluyormuş. Oralarda en güzel mısralar yanaklardan akıtılan billur harflerle, boğazlarda düğümlenen özlem kelimeleriyle yazılmaktaymış. Gecenin sonunda ise, mızrabını münkesir gönüllerin bamteline dokunduran insanın, kendi seslendirdiği ‘Medine’nin Gülü’ şiiriyle duygu fırtınası doruğa çıkıyormuş. Onun mehîb ama içleri ısıtan sesi binlerin kulağında yankılanırken, şiirin her dizesi gözyaşları ve hıçkırıklarla tekrar ediliyormuş.

Keşke ben de muvakkaten orada olsaydım; o iştiyak mekânlarının karanlık bir köşesinde, hıçkırıklarına yürek atışları yetişemeyen bir yiğidin az ötesinde, o kutluların gözyaşı havuzuna iki üç damlayla katkıda bulunsaydım.. keşke ben de, ateşler söndüren iksirden bir kaç katre bu “asrın gurbeti”nin alevleri üzerine atsaydım. Keşke benim de, engin bir gönlüm olsaydı; ağlasaydım, “Rabbim, onun gurbetini bitir.” diye inleseydim.

Gurbet, çölde suya muhtaç bir insana nisbetle yüreklere akan kevser misâli bir kelimedir. Soğukluk ve mecbûriyet manaları taşısa da, netice itibarıyla yümün ve bereket ifade eder. Köye göre şehirdir gurbet. İnsanın doğup büyüdüğü, anne şefkati ve baba sıcaklığını iliklerine kadar hissettiği yuvadan ayrılması.. ananın, kızını el evine emanet ederken, oğlunu asker ocağına uğurlarken içinde duyduğu sızıdır gurbet. Ve her çeşidiyle bu gurbeti, kurbete (yakınlığa) çevirme duygusuyla şeker-şerbet yudumlayan Hak erleri de gariplerdir.

Bir Muğterib’in ifadesi ile, yurdundan-yuvasından uzak kalan, dostundan-ahbabından ayrı düşen her insan ‘garip’ değildir. Asıl garip, yaşadığı dünya içinde, bulunduğu toplum itibarıyla halinden, yolundan anlaşılmayan; yüksek idealleri, ötelere ait düşünceleri, başkaları uğruna şahsî zevklerden fedakârlığı, fevkalâde himmet ve azmiyle, kendi toplumunun değer hükümleriyle sık sık çatışan ve hep ‘ben’ diyen insanların yaşadığı bir dünyada, enâniyetini kardeşleri arasında eritip ‘sen’ diyebilen ve bir adım ötede de sadece O’nu seslendiren kahramandır.

Zaten, Gariplerin Efendisi (sav) de altı şeyin, altı yerde garip olduğunu söylerken; “Âlim, onu dinlemeye koşmayan, anlamayan ve ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir.” buyurmamışlar mı?

İşte bu zaviyeden, garip deyince sadece o geliyor aklıma.. bir tek o, gurbeti yudumluyor acı acı.. sadece o garip.. ve bir tek onun için; “Yok, yaşamanın bu ülkede ölümden farkı!”

Pek çoğunuz gibi ben de, “anacığım!” deyip koştum sonu gelmez rüyalarda.. “annem” türküsü dinledim yuvadan uzak diyarlarda. Gurbet mısralarına karıştı yollar çok defa. Ne Verrazano Köprüsü, ne Manhattan’ın gözalıcı gökdelenleri, ne Empire State ve ne de yeni dünyanın özgürlük sembolü Hürriyet Heykeli vatan hayallerinin önünü kapatabildi ufkumda.

Sonunda köyüme varacağım hülyalarıyla katettim yolları. Çok defa, dağlara, aradaki okyanuslara sitem okları fırlattım. Geçen uçaklara el salladım, belki vatanıma uğrar diye rüzgârlarla selâm yolladım.

Fakat bütün bunlara rağmen, kendimi hiç gurbette hissetmedim. Zira, ben ve arkadaşlarım garip değildik, biz onunlaydık. O, gurbet çilesini omuzuna vurmuş hepimizin yerine kendisi taşıyordu. Onun olduğu yerde sevgi vardı, af ve merhamet vardı, şefkat vardı. Biz gurbette değildik. Çünkü, o bizim için vatandı, o sılâydı, o yârdı. Ötelere uzanan hayaliyle, sadece o hep hicranlıydı. Hasret yelleri yalnızca onu yakıyor; her gideni ağlatan gurbet, en çok onu ağlatıyordu...

Gariplerin en mümeyyiz vasfı muslih olmalarıdır. Onlar, daima tamir eder, düzeltir, yeniden kurar ve iyileştirme çâreleri ararlar. Düzeltmekten ve her şeyin iyisini yapmaktan asla usanmazlar. Ömürlerini yeryüzünün ıslâhına adamışlardır. Bütün güzelliklerin düşmanı, insanlığın nefsi emmâresi bir kısım zavallılar güruhu, toplumu ifsat ederken; eğitimde, ekonomide, ahlâkta, medyada ve cemiyetin en küçük ama en önemli yapıtaşı aileye kadar her sahada yıkım üstüne yıkımlara imza atarken ve hattâ gülün rengine-kokusuna dahi düşman kesilip “Onun da başı dik durmamalı” dercesine gülleri bile döverken, garipler, “Bize de onların ifsâdını ıslah düşer!” der, çıkarlar yola. Bunu, asıl gayelerine, Allah’ın rızasına ulaştıracak bir vesile bilir ve tahriplere, yolların sarpa sarmasına, bozulan düzenlere aldırmadan vazifelerini eda etmeye koyulurlar.

O Garip de, her zamanki gibi çiçeklerini suladığı bir bahar sabahı, ayrıldı ülkesinden.. onca yükün altında kalıp ezilen kalbinin tıbbî müdahaleye ihtiyacı vardı. Gidecek, sebepleri yerine getirmek için tedavi olacak ve neticeyi Rabbisi’ne bırakıp yuvaya ve sevdiklerine dönecekti.. giden birinin ardından maşrapalarla su dökülmesine mukabil onu götüren arabanın arkasından kovalarla gözyaşı akıtılıyordu.

Gitti, kaldı ve dönmedi. Onun firakından sonra fırtınalar kopmaya başlamıştı ülkede. Bahar çiçeklerini, gayz selleriyle söküp en yakın nehre sürükleme azmindeki tufanlar, azgın suların önündeki o sevgi bendini yıkma gayretindeydi. O da, kendisinden dolayı, menekşelere, lâlelere, zambaklara, sümbüllere zarar gelsin istemiyordu; onları Sahibi Hakîkî’ye emanet ediyor, gönlünü “ilk çiçekler”in yanında bırakarak toprak olup güller bitireceği bir başka diyarda kalıyordu.

O firkat gününü yadederken de şöyle diyordu: “Derken, mevsimi baharda bir sabah, baktık ki, her tarafı bir garip şubat soğuğu basmış; karın, kışın, buzun dehşetiyle ürperdik. Ve buraya, okyanus ötesinin sıcaklığına geldik.. ama içimiz hiç ısınmadı. Çünkü gönlümüzü orada bırakmıştık. Yaz sıcağında titredik durduk.”

Dün yine Türkiye’den, vatanından, vatanımızdan bahsediyordu: “Bilemezsiniz nasıl burnumun kemikleri sızlıyor!.. Ah.. bir kere daha Fatih Camii’nde namaz kılabilsem.. keşke, Eyüb’ün havasını bir sabah vakti yeniden içime çekebilsem.” deyip hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Şu sözler de kalblerimizin en yaralı yerine kazınmış, ona ait ifadeler: “Ben şu binadan aylarca dışarı çıkmıyorum. Son üç-dört ay boyunca bir-iki defa çıktım; ama arsa sınırlarını bile geçmedim. Üç senedir (şimdi üçbuçuk sene oldu) buradayım, yakındaki ağaçlıklı derenin yanına bir kere gittim. İnsanın kapısına kilit vursalar sonra etrafına güller, çiçekler koysalar, bütün tabiatı getirseler hiç umurunda olmaz; sadece kapısındaki kilidin çözülmesini ister. Benim de burada sanki ayaklarımda kilit var; rahatsızlıklarımdan dolayı ayrılamıyorum. Tedavim de burada devam ettiğinden dolayı bu durumda olmak bana çok dokunuyor ve vatanımdan uzaklık âdeta içimi kanatıyor.”

Ve bir başka gün şu notu kaydetmişim: “Belki bunun da ötesinde ben burasını başkalarından farklı görüyorum; öldüresiye bir şey gibi duyuyorum. Çok fazla müteessir oluyorum. Vatanımın bir karış toprağını cennetlere değişmem. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmiş topraklar var burada. Cennet’ten gönderilmiş Hacerü’l-Esved gibi hepsini odamın bir yerinde saklıyorum...” Bu sözleri söylediği anı, ellerini yüzüne götürüp ağlamasını ve daha fazla aramızda duramayıp iki büklüm odasına geçişini bugün gibi hatırlıyorum.

Onun gönlünde vatan tarihti, eşsiz bir medeniyetti, ecdad diyarıydı, dinin son karakoluydu... Ve onun için vatan Türkiye’nin vefalı insanları, Anadolu’nun yağız delikanlıları, ikinci ilklerdi. Zaten, onun özlemini derinleştiren de hep onlar değil miydi!

Dudaklarında, sürekli daussıla besteleri; hayalinde Anadolu’nun Cennet iklimleri vardı. Hastahaneye giderken yolda gördüğü muhteşem gökdelenler bile onun gözünde bir köy evi kadar kıymetli değildi. “Bu parıltılı binalar bana mütecessim lâvları hatırlatıyor. Ruhumu boğuyor, vicdanımı yakıyor. En basit, en sade Anadolu köyleri bile bana daha şirin geliyor; vatanımı bir kere daha derinden derine özlüyorum...” diyor ve devam ediyordu:

Kulaklarımda hep bir gurbet şiiri,



Her nağmemde bir poyraz serinliği..

Düşüncem “veda” diyor bu yerlere.

Ülkemden ayrıldığım günden beri,

Gömdüm sîneme sevinci, neş’eyi;

Hasretim şimdi o mavi günlere...”

Gönlü öylesine vatanıyla atıyordu ki, Türkiye’yi vuran her musibet önce onu yatağa düşürüyordu. Düzce depreminden dört gün önce dizlerine müthiş bir ağrı girmişti. Acı ve ızdırapla inliyor, gözümüzün önünde kıvrım kıvrım kıvranıyordu; dayanılacak gibi değildi. Kaç tane doktor çağırmış, kaç çeşit muayene ettirmiştik, ama rahatsızlığının sebebini bir türlü anlayamamıştık. Bir gece Kur’ân-ı Kerim’i istedi, bir sayfasını açtı, okudu; yüzünün rengi değişmişti. İstanbul Ankara arasındaki il ve ilçeleri tek tek saydı. Hemen kalktı, sadaka verdi ve etrafındakilerden de sadaka toplattı; “Allah muhafaza, bir musibet var. Ne olur, hacet namazı kılın ve Türkiye’ye dua edin.” dedi. Dört gün boyunca çok az konuştu, yüzünde tebessüm goncası hiç belirmedi, dizlerini ovdu durdu ve dördüncü gün dizlerindeki ağrı ve sızı birden gidiverdi. O sırada odaya giren arkadaşımız acılı depremi haber veriyordu. Dizleri bir sinyal olmuş, inananları duaya çağırmış, daha büyük felaketlere karşı ona bir paratoner vazifesi gördürmüştü. Ve bu hâdise, onun ülkesi ve milletine karşı kalbî irtibatının onlarca misalinden sadece biriydi.

Ama her şeye rağmen garip; gurbeti, firak ve uzaklığı kurbete, visal ve yakınlığa çevirebilen insandı. Ayrılıkları, kalp kuşunun kanadına binerek aşmalıydı. Hakk’a vuslatın sırlı yamaçlarını müşâhede edenler, zaman ve mekân ne olursa olsun mutlaka Dost’a açılan bir koridor bulur ve kimsesizlikten, yalnızlıktan ve müfârakat eleminden kurtulurlardı.

Ne olursa olsun... O, mukaddes göçün bir kader olduğunu biliyordu ya!. her elin üstünde bir Kudret Eli, her gücün ötesinde Cenâb-ı Hakk’ın kudreti bulunduğunu görüyordu ya!.. “Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm, Sana dehalet ediyorum ve Sana hizmetkârım. Senin rızanı istiyor ve Seni arıyorum. Ey bizi bu gurbete atan Allahım, bundan muradın ne ise onu vicdanlarımıza duyur. Vazifemizin gereğini yapmaya bizleri muvaffak eyle!” diyor ve Kimsesizler Kimsesi’ne, Gariplerin Sahibi’ne sığınıyordu ya!.. Öyleyse, o hem ancak pek hüşyar bir sinenin duyabileceği ayrılık elemini yaşayacak; hem de bu firkate katlanıp kulluğuna ayrı bir derinlik katacak ve böylece gurbetini kurbete dönüştürecekti.

İşte bu sırdan dolayı değil miydi ki, sessiz ve ıssız Hira’lar cennet bahçelerini kıskandırmış; insan sesine hasret Barla dağları Sevgili’yle buluşulan, bin renkli çiçeklere sahip nâzenin bir bahçe haline gelmişti.. ve şimdilerde de anavatandan okyanuslarca uzak Amerika’nın gurbet ormanları ne vuslat türküleri, ne şeb-i arus besteleri dinleyecekti...

Hayır, ey kârî!.. Bir anlık his ve heyecanla karalamadım bu satırları. Hattâ yazmamak için cedelleşmeyle geçirdim ayları. Ve sonra, bir haber uçurmak istedim sevenlere: O, her ne kadar zaman ve mekânın bir başka buudunda, Sevgili’yle beraber olsa da; demek ki, gözyaşları milletimizin ona vuslatı için yeterli değilmiş.. ve aylık mektupların yeniden yazılmasına vesile olan mahzun gönüllerin göz çeşmesinden bir kaç damla yaş da bu gurbet ateşinin sönmesi için beklenmekteymiş.



Yüklə 3,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   175   176   177   178   179   180   181   182   ...   185




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin