“Ey İnsan! Kendini Oku!”
“Ey İnsan, Kendini oku!” enfüsî tefekküre çağrıdır. İslam alimleri enfüsü iki ayrı çizgide ele alıyor. Birincisi: insanın ruhu, nefsi, vicdanı, kendi iç derinlikleri, hissi, şuuru, iradesi, latife-i Rabbaniyesi, bir başka tabirle “Ben” yani egosunun etrafında şekillenen nefis; ikincisi de anatomik ve fizyolojik yönüyle nefis. Alexis Carrel’in “İnsan Bu Meçhul” kitabında meseleye yaklaştığı gibi meseleye yaklaşacak olursak bunların ikisine de enfüs denir.
Enfüs denince bazıları sadece insanın anatomik ve fizyolojik yönünü anlarlar. Oysa ki insan sadece ondan ibaret değildir. Tabir caizse o bir heykel-i hayvanidir. Esas onu değerler üstü değerlere yücelten ve asıl mahiyet-i insaniye diyebileceğimiz şey, nefha-i İlahi olan ruhudur. Evet, insan ancak ruhu ile insandır. Nitekim üç-dört tane materyalist filozof istisna edilecek olursa, genelde filozoflar meseleye böyle bakmışlardır.
Kaldı ki bence felsefeye de çok fazla takılmamalı. Feylesoflar metafizik alemle alakalı ancak Allah ve Peygamberleri tarafından bildirilebilecek hususlarda fikir beyan ettiklerinden dolayı yanılgıya düşmüşlerdir. Halbuki aklın yürüyeceği bir yol değil o. Mesela, Yaratıcı’yı bildiniz diyelim, nereden ve nasıl bileceksiniz, O’nun Hayat, İlim, Semi’, Basar, İrade, Kudret, Kelam, Tekvin, Vücud, Kıdem, Bekâ, Vahdaniyet, Muhalefetün li’l-havadis gibi sıfatlarını? Nereden ve nasıl bilecekler -İbrahim Hakkı’nın sözleri ile ifade edelim- O’nun “Ne cism u ne ârazdır, ne cevher ne mütehayyiz / Yemez, içmez, zaman geçmez, beridir cümleden Allah.” ya da “Tebeddülden, tagayyürden, elvân u eşkâlden muhakkak O müberrâ” olduğunu.
Öte yandan ta kadimden bu yana veya sistematik felsefeyi ilk defa kendisi ile tanıdığımız Tales’den bu yana bazı feylosoflar maddeye esas teşkil edecek bir şeyden bahsetmişler. Mesela, Tales “su” demiş. Acaba o su derken ne kastediyordu? Ona göre ruhun esası acaba “su”muydu? “Allah’ın arşı “amâ” üzerindeydi.” hadisindeki amâ ile Tales’in su dediği şey aynı şey olamaz mı? Anaxogoras ise “akıl” diyor doğrudan doğruya. Hem de müslümanca düşünceye çok yakın bir akıl anlayışı var onun. Diyor ki; “Kainatta esas hâkim, yönlendiren, tevcih eden, şekillendiren bir akıl var. Fakat kainatın içinde değil o, kainattan başka, kainatın cinsinden de değil.” Siz şimdi Anaxogoras’ın izahını yaptığı bu akıl yerine Zât-ı Uluhiyet’i, Kudret-i Nâmütenâhî’yi koyun ve insan planında da O’nun bir tecellisi, nefha-i Sübhanîsi olan ruhu koyun, çok fazla galat sayılmaz. Bana göre bu kadarcık galattan dolayı da aklı mazur görmek lazım. Çünki bu alan, aklın sahası değil, onu aşkın bir alan.
Şimdi konumuza tekrar dönecek olursak, “Ey İnsan! Kendini oku!” sözünde Üstad’ın nazarları yönlendirdiği nefis, birinci kategoride yer alan nefistir. Yani insan dediğimiz zaman maddi-manevi bütün sistemlerini müşterek mütalaa ettiğimiz, Rabbimizle münasebetini içine alan çerçevedeki nefis. İşte bunun okunması çok önemli.
Neden “Kendini oku” diyor Üstad? Sokrates’in okulunun girişinde “Kendini bil” yazısının bulunduğu bir levhanın asılı olduğunu söylerler. Hadis diye rivayet edilen “Men arefe nefsehü, fekad arefe Rabbehü - Nefsini bilen Rabbini bilir.” sözü de aynı mülahaza etrafında söylenen sözlerden. Neden? Çünki âfâkın doğru okunması, enfüsün doğru okunmasına bağlıdır. Enfüs bu mevzuda çok önemli bir kitaptır, bir fihristtir adeta o. İnsan bu fihriste bakarak kainatı okuyabilir. Yoksa, kainatın en uzak çöllerine ışık hızıyla açılma imkanı bile olsa onu okuyamaz. Dolayısıyla kainatta bütüncül nazara ulaşamaz, her şeyi göremez.
Evet, insan bir numunedir, misal-i musağğardır. Bir yönüyle kainattan daha ulvidir, bütün hakikatlari hâvidir. Hazreti Ali’ye isnad edilir: “Ve tez’umu enneke cirmun sağîrun / Ve fîke’ntave’l-âlemu’l-ekber”. “Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen / Muhakkar bir vücudum! dersin ey insan fakat bilsen / Senin mahiyyetin hatta meleklerden ulvîdir / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.” sözleriyle Mehmet Akif bunu terceme eder. Evet, kainat hakkında külli ve isabetli hükümlere varabilmek nefsi iyi okumaya bağlıdır.
Bazıları meseleyi terakki usulü ile ele almaz, tedelli yolunu tercih eder. Yani önce makro, sonra normo, ardından mikro alem der, der ve âfâkta boğulur gider. Ulaşması gereken enfüse bir türlü ulaşamaz. Aksi olursa, Üstad’ın yaklaşımıyla enfüste derinliklere ulaşırsa, kainata yapacağı geziden değişik polenlerle, kovanlarla, peteklerle döner ve balını yapmaya başlar. Ama temelde okunması gerekli olan fihristi okumadan kitabın tafsilatına girerse dağılabilir.
Öte taraftan eğer insan okunacak şeye okuması gerekli olan yerden başlamaz ve okumada takip edilmesi gerekli olan üsluba riayet etmezse bir yere varamaz. İnsan kainat genişliğindeki meselelere -ki Celâlî tecellinin veya Üstadın yaklaşımıyla Vâhidî tecellinin ifadesidir- dalarsa efkarının dağılmaması ve kendini iyi okuyabilmesi zordur. Eğer insan eğri okuyacaksa hiç okumaması daha iyidir.
1980 öncesinde vazifem gereği İzmir bölgesinde gezici vaiz olarak dolaşırken Turgutlu’da bir doktor, bir Batılı’nın sözünü aktarmıştı; “Duran saat yanlış işleyen saatten daha iyidir, çünkü günde iki defa doğruyu gösterir.” İşte aynen bunun gibi, insan yanlış okuyacaksa hiç okumaması daha iyidir. Zira yanlış okuyan insan yanlış yorumlar. Yanlış okumuş, yanlış yorumlamış, yanlış kanaatlar edinmiş insana istikamet kazandırmak çok zordur. Nitekim bu bizim Türkiye’de canımıza okudu. Siz hiç köy halkından devlete baş kaldıran, anarşiye karışan insanlar gördünüz mü? Maalesef, neler olduysa yanlış okumadan oldu. Bu, cehalete değil, doğru okumaya teşviktir.
Zat-ı Zülcelal ve Zülkemal
Cenab-ı Hakkın Zat-ı Uluhiyetinde hem celâliyet, hem cemâliyet vardır.Onun için O’na Zat-ı Zülcelâl de, Zât-ı Zülcemâl de diyebilirsiniz. Lafz-ı Celâle her ikisini de muhtevidir. Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımına göre Rahman ismi Cenab-ı Hakk’ın Celâlî yanına bakar ve vahidî tecelli söz konusudur. Ama ehl-i tahkik Celâl’in arkasında ehadî, Cemâl’in arkasında da Vâhidî tecelliyi görürler. Bu farklılığı bilmemizde yarar var. Çünkü Üstad’ın herhangi bir mevzuda bir fikir beyan etmeye hakkı varsa, Muhyiddin İbn Arabi’nin, İmam-ı Rabbani’nin fikirlerini yemeye hakkımız yok. Bediüzzaman haricinde genelde mutasavvifûn ehadî tecellîyi öne almışlardır.
Dostları ilə paylaş: |