EKİP RUHU
Takım halindeki çalışmalarda insanın bazen normal ve meşru haklarını kullanmaması gerekebilir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Bir başkasına yaptırtmak hoşunuza gitsin.” sözleri ile verdiği ölçü içinde mesela siz kendinizin daha başarılı olacağını zannettiğiniz durumlarda dahi başkalarını o iş için tercih edebilmelisiniz. Bu hem ekip ruhunun vazgeçilmez esaslarından biri, hem de ihlas ve samimiyeti koruyacak önemli bir iksirdir. Bırakın, son adımı hep başkaları atsın. Ancak şu da var ki insan fıtratında işi kendisinin bitirme isteği hakimdir. Onun için bu mesele o kadar basit ve kolaylıkla hayata geçirilebilecek bir düstur değildir.
Meselenin tekniğini çok anlamam ama futbolda koskocaman bir ekip oyun oynar, en son bir oyuncu ayağının ucuyla dokunur ve golü atar. Herkes o golü atan oyuncuyu nazara verir, kahraman yapar. Omuzlara o alınır, manşetlere o çıkartılır. Oysa ki orada bir ekip çalışması vardır. Diğer oyuncular pozisyonu hazırlamasaydı, o kişi golü atabilir miydi?
Bence meseleye böyle bakmak lazım. Geleceğin iftirak ve ihtilafının çözülmesinde bu ruh, bu düstur büyük rol oynacaktır. Aksine, “Herkes Cennet’e girmeli ama anahtarı bende olmalı”, veya “Golü mutlaka ben atmalıyım.” misalleri ile açıklanabilecek ruh bizim adımıza çok tehlikeli. Bırakın anahtar başkasında olsun, bırakın golü bir başkası atsın. Ruhu öldüren bu tip tehlikeli hastalıklardan geri duralım.
Herkesin bir izzet duygusu, bir onur duygusu var diyorsanız, bu duyguları gelin alem-i İslam’ın içinde bulunduğu şu mezelletten kurtarmak için kullanalım. Zira müşterek haysiyetimiz, müşterek şerefimiz ayaklar altında. “Bu zillete ancak bu kadar katlanılır.” demek gerekmez mi? Müsbet hareket yolunu seçerek, sevgi ve hoşgörü ile herkese kucağımızı açmak; kudsi mesajları başkalarına ulaştırmak; yaşatma uğrunda yaşamadan vazgeçmek; şartların gerektirdiği ölçülerde hareket etmek ve son adımı başkalarına bırakmak. Evet, “Üzerime aldığım vazifeyi illa ki ben bitireceğim.” mülahazası, şeytani bir mülahazadır.
Bir çok fukaha, imamın arkasında birinci safta durmayı en çok sevap alma vesilesi olarak anlamış ve anlatmışlardır. Ben bu meseleyi biraz farklı anlıyorum. Orada esas maksat camiye önce girmedir. Namaz vaktinden önce camiye gelen kişi onun sevabını alır. Arkadan gelen isterse birinci safta yer almış; hatta imamın arkasında namaza durmuş önemli değil ki? Onlar birinci safta yer almış olsalar bile Allah seni birinci saf sevabından mahrum etmez ki. Çünkü sen önce geldin camiye.
Evet, sevap hırsı da kaybettirebilir. Şahsen ben pek çok insanı bu duruma müsait görüyorum. Genel bir hüküm vermek elbette haksızlık olur ama çoklarını bu çerçevede gördüğümü söylemek zorundayım. Tekrar edeyim, ihlas ve samimiyetle rıza-yı ilahiyi talep edelim, bütün mülahazalarımızı i’la-yı kelimetullaha bağlayalım, hırsla çatlayasıya, ölesiye çalışalım fakat “İstanbul’un fatihi sadece ben olayım, ipi ben göğüsleyeyim.” demeyelim. Çünkü bunlar şeytani mülahazalardır.
Ekip ruhu adına söylediğim bu sözler sübjektif şeyler olabilir. Siz bunları Ku’an’ın ve Sünnet’in altın mikyasları ile test edin. Uygun ise muvafık hareket edin, değilse objektif kriter arayışı içine girin ve ona göre davranın.
KIRIK TESTİ – 18-02-2003 MANÂ BUUDU VE MEVHİBE-İ İLAHİYYE
Peygamberlerin manâ buuduna açık olmaları bir mevhibe-i ilahiyedir. Bu mevzuda benim vicdanımda ağır basan görüş şudur ki; mevhibe-i ilahiye, Cenab-ı Hakk’ın onların iradelerinin hakkını vererek ortaya koyacakları yüksek bir performansa önceden bahşettiği bir avanstır. Zira Cenab-ı Hak onların ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ilm-i ezelisi ile biliyor.
Fakat işin öte yanında şu gerçek de unutulmamalıdır: Allah, Mâlikü’l-mülktür, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Bir peygamberi başkasına nisbetle çok daha önemli bir misyonla gönderir. Dolayısıyla donanımını ona göre ihsan eder. Bir başkasına bu ölçüde önemli bir misyon yüklemez ve onun donanımı da ona göre olur. Mesela İnsanlığın İftihar Tablosu’na bakıp şöyle diyebilirsiniz: Allah bu Zât’a diğer peygamberlere nisbetle çok daha büyük misyon yüklemiş ve donanımını da ona göre vermiştir. Ama yukarıdaki yaklaşımla aynı meseleyi tersine çevirip şöyle de diyebilirsiniz: O Zât, istikbalde üzerine alacağı misyona liyakatını göstermiş, Allah da ilm-i ezelisi ile bunu bildiğinden dolayı ona baştan o misyonu yerine getirecek donanımı lütfetmiştir.
SOSYAL ÇALKANTILAR VE ALTERNATİF DÜŞÜNCE
Sosyal çalkantılar insanlarda alternatif düşünme melekesini geliştirir, beyin fırtınalarına müsait zemin, fikrî bir dinamizmin ateşleyicisi olur. Bu dinamizm doğurgandır. Yani rönesansın gölgesi veya gerçek bir rönesans bu tip dönemlerde ortaya çıkar. Mesela bizim tedvin dönemimiz, asırlarca bizi ayakta tutacak -ki hâlâ geçerliliklerini sürdürüyorlar- Kelâm ve Fıkıh başta olmak üzere düşünce akımlarının doğduğu bir dönemdir. Bu dönemin en büyük özelliği toplumda sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel çalkantıların yaşanıyor oluşudur.
Tedvin devri adını verdiğimiz bu zaman diliminde, bir araya getirilmesi imkansız, aynı kaynakların esas alınarak istinbat edildiğine inanılması zor, birbiriyle kıyasıya savaşan yorumlar, düşünceler ortaya atılmıştır. Basra mektebi Kûfe mektebi ile; İmam Azam Ebu Hanife, devrindeki diğer imamlar ile hatta kendi rahle-i tedrisinde oturan talebeleri ile ciddî fikrî münakaşalar içine girmiştir. Ama bu vetirede hiç kimsenin başı yarılmamış, burnu kanamamıştır. Bu süreklilik arzeden ciddî fikir jimnastikleri sonucu girilen hicri üçüncü asırda -ki zamanın altın çağlarından biridir o- dünyanın en mükemmel insanları yetişmiştir. Kaynağını ilahî beyandan alan belki de dünyanın en uzun soluklu içtihatları ortaya konmuş, düşünceleri üretilmiştir.
Batının bizim tedvin dönemine benzer rönesansına baktığınızda şunu görürsünüz: Evet, bir rönesans yaşanıyordur ama Batı ve Batılı bunalım içindedir, barbardır, yobazdır. Haçlı seferlerinden bıkmış yorgun askerdir. Bu yorgunluk onu kendi içine döndürmüş, kendini yeniden gözden geçirme imkanı sağlamıştır. Grek felsefesine, Roma düşüncesine, Hıristiyanlık esaslarına yönelme bu dönemde olmuştur. Daha sonraları meydana gelen münferit ve müteferrid tecdid hareketlerinde de aynı sosyal ortamı görmek mümkündür.
Şu an içinde yaşadığımız zaman diliminde de bizdeki tedvin, Batıdaki rönesansa benzer bir zemin var. Fakat burada bir tehlikeye dikkatlerinizi çekmek istiyorum; bazen bu türlü dönemlerde bazıları gölge kurtuluş yolunu gerçek ve nihaî kurtuluş yolu zannedebilir. Bu zannın ve inancın gereği olarak o uğurda kavga ve mücadele verebilir. Bunlar bazen başarılı da olabilirler. Halbuki bu tam anlamıyla bir yanılmadan ibarettir. Aslında gerçek, sahih ve kalıcı viladetlerin önünü alan başarılardır bunlar.
Bu yüzden diyorum ki, Cenab-ı Hak bazı alanlarda bize geçici olan muvaffakiyetleri çok göstermesin. Ta ki biz sürekli metafizik gerilim içinde olalım, doğurgan olalım, sürekli beyin fırtınaları yaşayarak tedvin dönemine benzer, bizi bugünümüz ve geleceğimiz adına yıllarca, asırlarca idare edecek esasları üretelim. Evet, Müslümanlığın çok yeni şeyler doğurması lâzım. Aksi takdirde geleceğe yürüyemez, bu hâliyle de yaşayamaz. Bediüzzaman ne güzel der; “Eski hâl muhâl, ya yeni hâl ya izmihlâl.”
Dostları ilə paylaş: |