Ayetel Kürsi, Efendimiz (s.a.v) bu Âyetin okunduğu haneden şeytanın kaçacağını, hane halkına sihir ve sihirbazların tesir etmeyeceğini bildirmiştir. Kûr’ân’ın seyyidinin Bakara sûresi, Bakara sûresinin seyyidinin ise Âyetel Kürsi olduğu rivayet edilmiştir. İşte bu Âyetin içerisindeki mânâlarda olan oluşum şeytan gibi mahlûkatın ne vesvese vermesine imkân bırakmakta ne de varlığını oraya uzatabilmektedir.
Allah öyle bir Allah’tır ki ondan başka ilâh yoktur, ancak O vardır, o Hayy ve Kayyum’dur,
Bütün varlıkta var olanın Allah’ın tecellisinden başka bir şey olmadığını sürekli anlatıyoruz, şeriat, tarikat,
380
hakikat ve marifet mertebelerindeki Allah anlayışı başka türlüdür, biz şeriat ve tarikat üzerinde fazla durmadan hakikat ve marifet mertebesindeki Allah anlayışını anlamak zorundayız ki gerçek Allah’a ulaşmış olalım, aksi halde hayalimizdeki Allah’lar ile uğraşmış oluruz ve herkesin hayalinde ki kurgu başka olduğundan dolayı, o kadar çok Allah mefhumu ortaya çıkar, işte insânların Allah hakkında yapmış oldukları çekişmeler buradan kaynaklanmaktadır, herkes kendi itikadına göre bir Allah anlayışı edinmiş ve onun “mutlak Allah” olduğunu savunarak, karşı tarafın yine hayalinden kaynaklanan Allah’ını kabul etmemektedir ve herkes kendi Rabbi has’ına yönelerek onu İlâh’ı tahayyül ettiğinden o, ona sevimli gelmekte, onun dışında başka İlâh tanımamaktadır.
İrfan ehli bütün bu düşünceleri aştıktan sonra evvela o İlâh-ı kendinde bulduktan sonra, bütün âleme yaymış olması böylece mümkün olmaktadır, Allah’ı herhangi bir yer ile sınırlandırmak O’nun genişliğine, ef’aline, esmâsına, sıfatına yakışacak bir şey değildir, bütün bu âlemde ne kadar varlık varsa yani zıt bütün Esmâ-i İlâhiyyenin Hakkını veren Allah esmâsıdır, daha sonra yaygın hale geçildikçe eksiler artılar, iyiler kötüler diye ayırımlar ortaya çıkmaktadır fakat Allah öyle bir Allah ki; ehli küfüründe Rabbi, ehli imânında Rabbi, gecenin gündüzün, tüm varlığın Rabbı’dır, işte böyle geniş bir mânâ içerisinde Allah’a baktığımız zaman “lâ ilâhe illa HU” “Allah’tan başka İlâh yoktur”, isterse putlara tapıyor olsun Allah’a yönelmiş olur fakat o kendi Rabbi has’ını daha dar çerçeve içerisinde görebilir, ama Allah’ın hükmü odur ki kim nereye ne şekilde muhabbet duyarsa yönelirse o Allah’tan başka bir yere ibadet etmemiş olur, zâten edemezde, onun kendi zannında ben şuna, buna ibadet ediyorum diye düşünmesi bir şey değiştirmez, âlemdeki bütün varlığın hakikati Allah’ın hakikatinden kaynaklanmaktadır.
Hayy ve Kayyum’dur.
Hayy, sıfat-ı subûtiyyenin ilk esmâsıdır, Allah’a mahsustur, bütün âlemde ne kadar hayat sahibi varsa bu hayatların
381
hakikati Hayy esmâsına yani Allah’ın Zâtına dayanmaktadır, hayat olmadığın da diğerlerinin de olamı-yacağı için Hayy esmâsı başa getirilmiştir.
Ve Kayyum, sıfat-ı subûtiyyedeki ifadesi, kâim-i binefsihi, kendi nefsiyle kâim, başka bir varlığa muhtaç değildir, Zâti sıfatlardan biri de Kayyum’dur.
O’nu uyku, gaflet tutmaz,
Eğer O’nu bir an gaflet tutmuş olsa bu âlemler birbirinin içine girer karmakarışık olur bütün faaliyet anında durur çünkü uyku ve gaflet beşeriyet hali olan bir oluşumdur eğer Cenâb-ı Hakk bizim fiziksel oluşumumuza bunları vermemiş olsaydı biz dinlenemez ve bu yaşantının süratine uyum sağlayamazdık. İnsân uykuda gibi görülsede ruhen onun içindeki bâtınındaki uykuda değildir, yani madeniyat, nebatat, hayvanat, insânlık rûhu, rûhu azam, İlâh-î rûh uykuda ve gaflette değildir eğer tarlaya tohumu attığımız zaman o nebati rûh uykuda olsa o tohumların hepsi karmakarışık olur ve çıkmazlar.
Her an Hayy ve Kayyum fakat dışı uykuda, o da belirli süreler için ve içeridekinin dışarıya çıkmasına sebep hazırlamak için, bizimde beşeriyetimiz yönüyle hücre sisteminin dinlenmeye ihtiyacı vardır, çünkü bu eşya ve bedenlerimiz Nûr’un yoğunlaşmış şekli ve bu yoğunlaşma sırasında bir ağırlaşma oluyor ve bu da beraberinde dinlenmeyi getiriyor, cesedimiz yönüyle mahlûk olduğumuzdan, mahlûkunda ihtiyaçları olduğundan, bizde uykuya, yemeye, içmeye muhtaçız ama özümüz bakımından hâlik olduğumuzdan iç bünyemizde uyku ve gaflet diye bir şey düşünülemez fakat beşeriyet yönünden bir gaflet gelirse râhani yönden de gaflette oluruz ama kendi idrakimiz yönünden biz oluruz, onu tanıyamama yönünden, gerçek değerini verememe yönünden gaflette oluruz, aldığımız yanlış bilgiler ve şartlanmalarımız içinde, tabiatımız içinde gaflette oluruz.
Biz ondan gaflette olsakta O bizden gaflette değildir, gördüğümüz rüyalarda bir bakıma bunun ifadesidir, hatta gündüzden daha etkili oldukları zamanlar oluyor, işte
382
insânda kendi hakikatini idrak ederse iç bünyesinin hiçbir zaman uykuda olmadığını ve gaflette olmadığını anlamış olur.
Semavat ve arzda ne varsa O’nundur.
Cenâb-ı Hakkk’ın ne kadar sıfat-ı İlâhîyyesi, Esmâ-i İlâhiyyesi varsa bu âlemler onların faaliyet sahası olduğundan, zuhur mahalli olduğundan, hepsi Allah’ın tecellisi içindir, eğer Allah’ın tecellisi olmasaydı bu âlemlere ihtiyaçta yoktu, gerekte yoktu ve o zaman Allah’ı bilmekte mümkün değildi. Allah’ı bilmek ancak tecelli ve zuhurlarıyla mümkündür, işte bu varlığın yegâne sebebi Allah’ın isim ve sıfatlarının kemâlatıyla zuhura çıkmasıdır ve âlem Esmâ-i İlâhiyyenin zıtlıklarıyla ayakta durmak-tadır.
Kim ki şefaat edebilir O’nun izni olmadan,
Rahmân ve Rahîm esmâları kendisinindir çünkü, ve bu şefaat makamınıda Efendimize (s.a.v) vermiştir, kim hangi mertebedeyse şefaati kendisine oradan gelir, şefaat demek o varlığın ihtiyacı olan şeyi ona vermek demek.
O’nun izni de dünyevi ve uhrevi olarak iki şekilde oluyor, dünyada iken Cenâb-ı Hakk kendi İlâh-î zâtının zuhur mahallerini insânlara sunmakta, dünyada edilen yardımlar dünyada kalıyor ama ahiretle ilgili yapılacak en küçük bir yardım onlardan daha hayırlıdır, çünkü ahirette kendisine ebedi olarak kullanacağı bir sermaye oluyor, bunu çoğalttıkça o kişi âhiret binasını daha sağlam olarak kurmuş oluyor, Cenâb-ı Hakkk’ın Kelâm esmâsını lütfetmesi ve karşı tarafında Sem’i esmâsını faaliyete geçirmesiyle bu mümkün oluyor, yani şefaat Kelâm’dan Sem’i ye aktarılıyor oradan gönüle oradan da faaliyet sahasına geçmiş oluyor, bu silsile olarak devam ediyor o kulak gün geliyor göz oluyor, gönül oluyor ondan sonra kendisi Kelâm oluyor ve bu sefer kendisi başkalarına şefaat ediyor, işte bu şefaat bir bakıma Kevser pınarı ve şefaatın en büyüğünü ahirette Efendimiz (s.a.v) yapacak, “umarım ki Makam-ı Mahmud benimdir” dediği şekilde, hamdedilmiş makamın sahibi, bütün bu âlemlerde ne
383
kadar şefaati haketmiş insân varsa onlaradır.
O bilir iki elinin arasında olan nedir,
İki elimizin arasında ne vermişsek o verdiğimiz şeylerin hepsini bilir, gerek zâhir gerek bâtın, gerek kendimiz için, gerek çocuklarımız için ama Hakk rızası talebiyle ne verilmişse.
Ve arkanda ne bıraktınsa bunlarında hepsini bilir.
Her yaptığımız fiil O’nun kontrolü altında ve O’nun hükmü olmadan fiili yapamayız biz, ama eksi görünen ama artı görünen fiil olsun O’nun tasdiki olmadan yapamayız. Cenâb-ı Hakk yolunu gösteriyor ve fiili bize bırakıyor eksi ise aleyhimize artı ise lehimize yazılıyor, tasdiki bu yönden zaten O’nun tasdiki olmazsa biz fiil işleyemeyiz.
O’nun ilminden hiç kimse bir şey anlayamaz.
Mümkünü yok, ancak O’nun diledikleri O’nun ilminden bir şey anlarlar, dünyalık ilim de olsa ahiretlik ilimde olsa böyledir, herkes değişik ilimlerde ilerliyor, Cenâb-ı Hakkk insânlara verdiği Esmâ-i İlâhiyyenin terkibini değişik değişik yaptığından her insândan tecelli başka türlü oluyor, herbirerlerimiz Hakkikati Muhammedi deryasında yüzen bedenleriz ve herbirimizin orada yüzmesi bir başka türlü olmaktadır, en büyük ariflik ilmi, marifetullah ilmidir ve biz bu ilmi tahsil etmeyi dilesek te tahsil edemeyiz ta ki, bizim çalışmamız O’nun dilemesiyle ancak olur.
O’nun kürsisi semavat ve arzı ihata etmiştir.
Dostları ilə paylaş: |