İntelligent Design (akıllı tasarım) kavramı altında toplanıyorlar.
Bugün Akıllı Tasarım sloganı, karmaşık yaşam koşullarının nedeni olarak doğa yerine Tanrı’yı görmek isteyen bir çok insanı bir araya getiriyor. Yeni bakış açısına göre Yaşam, tek tek parçaların toplamı. Her şeyi nedenin ve sonucun basit silsilesi olarak görmek yerine artık yeni, sihirli bir sözcük var. “Özdüzenleme”.
Organizmalar, bir Lego parçaları gibi sadece atomlar ve moleküllerden değil, çevreleriyle olan değiş tokuştan da oluşurlar. Bir patates tohumu bir bodrumda yetiştirildiğinde beyaz ve yapraksız, ama tarlada yeşil ve bol yapraklı olur. Aynısı büyük ölçüde canlıların hemen hemen hepsinde geçerlidir.
Albert Einstein 1929 yılındaki bir röportajda şöyle demişti: “Farklı dillerdeki bir yığın kitapla dolu büyük bir kütüphaneye adım atan küçük bir çocuğun durumundayız. Çocuk, bu kitapları birini yazdığını bilir. Ama bunun nasıl gerçekleştiğini bilmez. Yazılmış oldukları dilleri anlamaz. Çocuk, kitapların tanziminde gizemli bir düzeni belirsizce sezer ama bunun ne olduğunu bilmez. Bana göre, en akıllı insanların Tanrı’ya bakışı da böyledir. Mükemmel bir şekilde inşa edilmiş ve belirli yasalara uyan bir evren görüyoruz ama yasaları sadece ima eder tarzda anlıyoruz. Sınırlı zekamız, bazı durumları harekete geçiren gizemli güçleri kavrayamaz.”
Onun benzetmesindeki genel geçer nokta, zekamızın tamamen sınırlı olduğudur. Her neyi araştırıyorsak araştıralım, doğayı her zaman düşüncemizin araçlarıyla ve onların olanaklarına göre yapılandırıyoruz.
Tamamen normal bir ihtimal dışılık-Sevgi nedir?
Luhmann’ın kitabı Liebe als Passion (Tutku Olarak Sevgi) –bunu Frankfurt’taki başarısından ancak on beş yıl sonra yayınladı- sevgi şifrelerinin dünü ve bugünüyle ilgilidir.
Luhmann’a göre bugün sevgiden anladığımız, bir şifre olarak duygudan daha az, üstelik 18. yüzyılda çıkan oldukça sivil bir şifre. Çünkü “Seni seviyorum!” cümlesi, “Dişim ağrıyor” cümlesi gibi bir duygu ifadesinden çok daha fazlası. Bununla düşünülen, vaat ve beklentilerin bütün sistemi, Sevgisinden emin olan, duygusunun sağlam olduğuna ve sevilen kişiye bakacağına dair söz verir; yani toplumumuzda, diğerlerinin gözünde seven bir kişi ne ifade ediyorsa her şeyiyle öyle davranmaya hazırdır.
Sevgiye duyulan ihtiyaç burada, insanın kendisiyle olan ilişkisinin belirli bir türü olarak ortaya çıkar. Luhmann’a göre bu “öztanımlama” sevgiyi sağlıyor-onun işlevi bu, iletişimin oldukça seyrek ve bu nedenle “ihtimal dışı”, ama yine de tamamen normal bir biçimi. Buna göre sevgi, son derece normal bir ihtimal dışılık, “başkasının mutluluğunda kendi mutluluğunu bulmak”.
Seven, beklentilerinin istikrarı sağlandığından ne kadar emin olursa sevgi ilişkisi o kadar gerilimsiz olur-hem iyi hem kötü anlamda. Luhmann’a göre duygunun birliği olarak sevgi fikri, cinsel istek ve erdem, bu nedenle daima aşırı zorlamadır. Bundan dolayı başka birinin dünyasında bir anlam bulmak bile -ve bu sadece zamana bağlıdır- fazladır.
Birinden hoşlanmak, mutlaka diğerinin gözünde onaylanmayı istemek anlamına gelmez. Yoksa bir gencin bir pop yıldızına olan aşkı, belki de ta başından çok daha saçma olurdu. Ve aşık olmakla sıklıkla bağlantılı olan cinsellik ihtiyacı mutlaka bir bütünlük deneyimine olan ihtiyaç değildir. Biri için cinsellikte esas nokta olan, bir başkasının kaçındığı şey olabilir. Kişiliği sağlamlaştırmak yerine tam tersi, sıklıkla arzu bir rol üstlenir, yani cinsel çekiciliği söndürebilecek bir maskaralık.
Bir başka itiraz da şudur: Sevi gerçekten sadece toplumsal bir şifre olsaydı, bu kavramı hayvanlar aleminde kullanmanın hiçbir anlamı olmazdı –bu noktaya tekrar geri döneceği- ve yine hayvanlarla olan ilişkide de. “Hayvan sevgisi” her açıdan saçma bir giriş olurdu. O halde, aslı “iyi,hoş,değerli” anlamına gelen Ortaçağ Almancasındaki “sevgi” kavramı, açık konuşmak gerekirse parçalara ayrılmalı. Seveni başka bir yaratığı yoğunlaştıran, onun birini “kalbine hapseden” ana baba sevgisi, cinsel sevgi, kardeş sevgisi ve arkadaş sevgisi hayvanlar ve insanlar arasında birdir.
Aşık olmadaki kilit bir rolü oksitosin hormonu oynuyor. Kadınlar ve erkekler cinsellikte birbirlerini uyardıkları sırada ikisinde de oksitosin salınır. Etkisi, uyuşturucu bir maddeyle kıyaslanabilir. Yatıştırıcı olduğu kadar hem uyarıcı hem de adeta sarhoş edici etkisi vardır. Oksitosin, “sadakat hormonu” veya “bağlılık hormonu” adı altındaki övgüsünü özellikle tarla faresi üzerindeki incelemeler yoluyla kazanıyor.
O halde oksitosin bir tür uzun süreli yapıştırıcı, Annelerde doğum sancılarını harekete geçiriyor, süt ikmalini belirliyor ve annenin çocukla ilişkisini sağlıyor. Çiftlerde, ilk cinsel deneyimden uzun süreli bir bağlılığa doğru bir eğri çiziyor.
Aşık olmuş beyinde, bundan nispeten zarar görmeden, kuşkusuz bambaşka merkezler ve biyokimyasal etmenler de çalışmaktadır. Ve tabii ki olağan şüpheliler eksik kalmamalı; Heyecan için noradrenalin, coşku için dopamin. Uyku veren serotonin azalır ve böylece kesin bir deliliği garantilerken onların seviyesi yükselir. Buna ek olarak endorfin ve kortizol gibi vücutta doğal olarak üretilen sarhoş edici maddelerden uygun bir doz gelir.
Üç yıl,aşık olma duygusunun azami süresidir, ortalaması ise üç ila on iki aydır.
Sürdürülen ilişkilerde dört yıl, uluslararası istatistiklere göre ortalama boşanma zamanıdır. Beyinlerimiz yalnızlıktan korkar, görünüşe bakılırsa, sadece bu yüzden bile sevmeyi severler. Bu nedenle hiçbir şey önemli Protestan rahip Dietrich Bonhoeffer’in bir zamanlar üstü hafifçe kapalı ifade ettiği Hıristiyan iddiasından daha şüpheli değildir: “Sevgi başkalarından bir şey istemez. O her şeyi başkaları için ister.”
Du be do be do-Özgürlük nedir?
İnsanı tanımlayan ne toplum ne de fiziksel özelliklerdi, her insan istediğini yapmakta özgürdü. İnsan sonuna dek sınırsız ölçüde kendinden sorumluydu. Birey, ortaya koyduğu şeyleri kendisi “keşfediyordu”. Bugün tüketim endüstrisi tarafından her yerde yeniden canlandırılan, insanın kendisini hep yeniden keşfetmesi gerektiği ifadesi Sartre’dan geliyor. “İnsan, eylemleriyle yüzünü çizer” –Yapmak olmaktır.
Sartre’ın yaşamı, 1980’deki ölümüne dek çekişmeli ve heyecanlı sürdü. O, 20. yüzyılın en önemli Fransız entellektüeli ve çok önemsenen ahlaki bir örnekti. İnsanın özgürlüğüyle ilgili düşüncesinin kesinlikle gerçekçi olup olmadığı tartışılır. Birey gerçekten içsel ve dışsal zorlanımlardan, sanatçının eserini tasarlayabildiği gibi özgür mü? Sartre, insanın kendi kendini tasarladığı “plan”ın iradeden önce geldiği konusunda haklı olsaydı, o zaman insan sadece bütün toplumsal beklentilerden kurtulmaya yetkin olurdu.
Bununla birlikte Sartre’ın kastettiği anlamda “kendini gerçekleştirme”, her şeyden önce ruhumuzun bir tür envanteridir. Gerçi Kant’ın ruhumuzdaki “ahlaki yasa”sına hiç inanmamıştı. Ama özgürlüğün otonomi olması ve otonominin de iyi olması, bu da Sartre’ın denklemiydi.
İradenin özgürlüğü bile tek başına böyle bir konu. Daha önce gördüğümüz gibi çoğu nörobilimci bugün bu soruda Sartre’dan tamamen farklı fikirde. Onlar için insan özgür değil. Öncelikle özelliklerinin, deneyimlerinin ve eğitiminin bir ürünüdür. Ve ikincisi: Ne yapacağımızı bize gün gibi aydınlık olan bilincimiz değil, gece kadar karanlık bilinçaltımız söyler.
İradem, benim fikirlerim ve benim canlılığım için düşündüklerim, ideolojilerin ve kültürel biçimlerin reflekslerinden başka bir şey değildir. Başka bir deyişle: Hiçbir şekilde özgür iradem yoktur, kendi düşüncelerim yoktur, aksine sadece onları kendime yüklerim.
Bremenli nörobilimci Gerhard Roth’a göre, başka türlü iradem ve fikirlerim nörobilimcinin gözünde de canlanmaz. İrade özgürlüğü olarak düşündüğüm şeyi, sadece kabul edilemez biçimde sembollerdeki özgürlük olarak kendime yüklerim. Bunun nedeni, bilincin ölçüsüz kibrinde yatıyor.
Duygular öğrenilebilir! Çocukken korktuğum şeyler bugün bende artık dehşet uyandırmıyor. Aylar önce beni heyecanlandıran şeyler, şimdi artık sıkıyor. Ve duyguların bu eğitimi kesinlikle aklımla ilgilidir. Bu bakımdan duygular ve akıl yaşam öyküme nüfuz ederler. Biri diğerini kalıba sokar. Somut bir davranış durumunda duygular karar verse de, aklım da arka planda duygularımla ilgili böyle uzun vadeli karar verir.
Öyleyse şöyle söylenebilir: Evet, kesinlikle özgürüz çünkü kendimizi tamamen kendimiz belirleriz. Bu özgürlük kuşkusuz deneyimlerimiz tarafından kısıtlanır. Kendi yaşam öykümüz tarafından çember içine alınırız. İnsan, kendinin çerçevesidir. Ama bu çerçevenin içinde elbette değişiklikler olabilir. Şüphesiz, bu özgürlüğü fazlasıyla küçük ya da büyük olarak tanımlamaktan sakınmak gerekir. Çünkü kendine güvenmeyen, kendini de geliştiremez.
Duygu ve aklın güçlü ama sonunda yine de çift taraflı bağlılığı, insanların neden böylesine mükemmel biçimde anlaşılmaz davrandıklarını açıklıyor. İnsan mutlaka aile bağlarından, vatan sevgisinden, güzel hatıralardan bağımsız yaşamak zorunda değildir.
Bu yüzden davranışları temel fiziksel donanımların mı belirlediği, ya da davranışların mı aklı belirlediği sorusuna yanıt şöyledir: Davranışlarım ve beynimin koşulları karşılıklı olarak enerjik bir şekilde birbirlerine engel olurlar. Yapmak ve olmak, olmak ve yapmaktan oluşan sonsuz bir silsiledir. Do be do be do, Bu zincirdeki alanın ne kadar geniş olduğu insandan insana değişir. Ve yaşam koşullarıyla da fazlasıyla ilgilidir. Kendimi gerçekleştirip gerçekleştirmemem, materyal özgürlüğüme, maddi olanaklarıma da bağlıdır. Bununla beraber, mutluluk ve umutla beraber bakmamız gereken başka bir konuya geliyoruz; Varlık ve mülkiyet bağımlılığıyla özgürlük sorusuna.
Robinson’un atık petrolü-Mülkiyete ihtiyacımız var mı?
Mülkiyet, bir şeyin birine ait olmasıdır, dersiniz. Doğru Mülkiyet, kendisiyle hiç kimseye ait olmayan bir eşya arasındaki ilişkidir. Doğru mu? Tabii, dersiniz. Bisikletinizi gösterip şöyle dersiniz; Bu benim bisikletim! Ceketinizi gösterip şöyle dersiniz: Bu benim ceketim!
Simmel’e göre “Ben”in nesnelerde genişlemesi, avcı ve toplayıcıların alet ve silahlarıyla başladı. Bugün nesnelerin –ve bununla birlikte imajların- edinimi endüstriyelleşen dünyada en önemli mutluluğu oluşturuyor ve başka ülkelerdeki mutluluk araçları da bize çok uzak değil. Dini inançlar ve tabii sevgi de böyle. Sıklıkla iddia edildiği gibi, sevgi ilişkisinin gittikçe çabuklaşan ritminin tüketim davranışının bir sonucu olup olmadığı hakkında tartışılabilir: Sevgi kısa vadeli zevklerin, edinim ve iticiliğin bir pazarı haline gelecektir.
Pek mantıksız değil, ama tam da tersi olabileceği şüphesi de var. Sevginin uzun süreceği garantisi olmadığından tüketime ağırlık verebilirim –basitçe daha güvenilir olduğu için. O zaman aşırı tüketim, yaşam korkusunun ya da rahatlığın ya da ikisinin birden işareti gibi bir şey olur. Başka insanların duygu dünyasının fazla karmaşık olduğu yerde, kendimi güvenilir ürünlerin fikir ve duygu dünyalarına bırakırım daha ili. Bir Mercedes beş yıl sonra da bir Mercedes’tir; sevilen bir insan, bir eş ya da bir arkadaş bunu garanti edemez. Sakin yaşam süren yaşlı insanların çoğunlukla uzun vadeli, yüksek değerli şeyleri tercih etmelerine karşın, şaşa bağlı olarak duygusal güvenilirliğe daha az ihtiyaç duyan gençlerin hızlı değişikliği, modayı yeğlemeleri bu şekilde açıklanabilir.
Kültürel-tarihsel gözle bakıldığında “nesnelere olan sevgi” endüstri ülkelerinde bugün eskiden hiç olmadığı kadar yüksek bir noktaya ulaşmış durumda. Bu nedenle büyük bir toplumsal deneye katılıyoruz.
Ekonomimiz, yeni şeylerin oluşturulduğu ve eski şeylerin unutulduğu, hiç bilinmeyen, kısa soluklu bir zamanda yaşıyor. Hiçbir toplum -kabileler hariç- mülkiyet sahipliğini sorun olarak dile getirmemişti. Doğu Avrupa ülkelerinde devlet sosyalizmi türündeki komünizm bile özel mülkiyete karşı değildi.
“Mülkiyet nedir?” sorusu da sadece hukuki değil psikolojik bir soru. Çünkü mülkiyet, duygusal açıdan kendini genişletmek için nispeten istikrarlı bir olanak –hem de bazen alternatif sosyal genişleme olanakları pahasına. Mülkiyet sahibinin mülkiyete olan hırsının talep ettiği bedel, burada psikolojinin bu zamana dek katı biçimde görmezden geldiği bir soru. Buna karşın yıllardır toplumun başka üyelerinin mülkiyet hırsı ve sahipliğinin hangi bedeli talep ettiği sorusu tartışıldı ve tartışılacak. Bu sorunun başında felsefi bir sorun yatıyor: Mülkiyetin bir sözleşmenin sonucu olduğu doğruysa o zaman bu sözleşmenin hangi ilkelerle oluştuğu sorulur. Adil bir toplum düzeninin ilkeleri nelerdir?
Mutluluk adaları-Mutlu bir yaşam nedir?
Mutluluğumuzu belirleyen refah ve para değil; yaş, cinsiyet, görünüm, zeka ve eğitim de değildir. Daha önemli olan, cinsellik, çocuklar, dostlar, yemek ve spordur. Burada her şeyden önemlisi sosyal ilişkilerdir. Dünya üzerindeki insanların sosyokültürel, ahlaki, dini ve siyasi değerlerinin en geniş kapsamlı ve en çeşitli istatistiği olan Dünya Değerler Anketi’ne (World Values Survey) göre, gelirin üçte ikisinin kaybı kadar boşanma da refahı olumsuz etkiliyor.
Raporun kanıtladığı gibi, mutluluk umudu da ilginç bir şekilde, son derece etkili olarak mutluluğun kendisine katkıda bulunuyor. Çünkü neredeyse hiç kimse tamamen kendine ait bir mutlu olma düşüncesi ve mutluluğa özlem olmadan yaşayamaz. Mutluluk hayali bize eşlik eder –özlediğimiz, yakındığımız ve hissettiğimiz şeylerin sadece bir resmi olsa da.
Mutluluk, tüm mutluluk istatistiklerinin ötesinde, her zaman kişisel bir konudur. Yaygın bir deyim, “Ben, benim mutluluğumu bulmalıyı,” diyor. Mutluluğun vücut kimyasallarıyla bir ilgisi olması, güneşin altında uzanıp yatmış olan kimseyi şaşırtmayacaktır. Güneş ışınları ruh halini oldukça nörobiyolojik bir şekilde yükseltir. Serotonin dağıtımını yönetir. Olumlu duygularda beynin sol yarısı etkin hale gelir, kötü olanlarda ise sağ yarısı.
Çoğu mutluluk durumlarının ardında, flörtte, sekste, yemekte, yolculukta, bazen sporda en ilginç nokta, beklenti ve gerçekleşmenin oyunudur. Çoğu kimyasal mutluluk teorisi, mutluluk daha başlamadan önce biter. Çikolata mutlu eder çünkü lezzeti serotonin salar, kokusu hastalıklara karşı vücudu koruyucu maddeler üretir; güzel kokular genel olarak serotonin üretimini artırır. Ama daha çok çikolata, düzenli uyuşturucu alımı ve sürekli çiçek kokusuyla bilindiği gibi henüz bir şey olmamıştır. O halde, beklentilere doğru devam etmeliyiz. Bir koşucu ara sıra yüksek ruh halleri yaşar çünkü uzun koşular endorfini açığa çıkartır.
Bu durum, “Runner’s High” (koşucunun coşkusu) olarak bilinir. Elde edilen başarı, koşucuyu ödüllendirir ve mutlu eder. Bir beklenti gerçekleştirilmiş, hatta aşılmıştır.
Nörobilimcilerin burada özellikle duygu ve bilincin hangi ince rotada birbirini etkilediği sorusu üzerinde durduklarına şaşmamalı. Çünkü mutluluk duygusu, kötü duygulardan daha sıktır. Gülmenin bazı asık suratlı hastaları rahatlatması, hatta bugün “gülme terapisi” yapılması, basit reflekslerle açıklanamıyor.
Mutluluk durumundaki bir insan açık fikirli hale gelir; dostça, atılgan, spontan, esnek, üretken olur. Kendini dağları yerinden oynatacak durumda görür. Büyük mutluluk duyguları, yaşam okyanusumuzdaki “mutluluk adası”dır. Ama elbette bu tür durumlar başarılı bir yaşam için sonuna dek uygulanabilir bir reçete değil, gerçekçi olmayan bir beklentidir.
Uzak bahçe-Mutluluk öğrenilebilir mi?
Epikuros’un öğretisindeki radikal ve ebedi çağdaş olan, felsefede seyrek olacak biçimde deneyimlenebilir yaşamdan başka şeye dayanmamasıydı. Epikuros, duyuüstü her şeyi reddediyordu. Tanrılar ve din onun için hiçbir rol oynamıyordu.
Düşüncesine göre ölüme de günlük yaşamdaki öneminden fazla değer verilmemeliydi: “Ölümün bizim için hiçbir değeri olmadığına inanmaya alışın. Çünkü iyi ve kötü olan her şey idrak meselesidir. Biz varken ölüm yoktur, ölüm varken de biz olmayacağız.” Epikuros, Yunan felsefesindeki birçok selefi gibi, dünyanın oluşumunu ve durumunu resmetmek için varlıkla ilgili genel bir planın peşindeydi.
Epikuros’a göre sahip olmak değil, sosyal ilişkiler kalıcı mutluluğa neden olur: “Tüm yaşamın mutluluğu için bilgeliği sağlayan her şeyin içinde dostluğun kazanımı en önemlisidir.” Öncelikle İsa’dan önceki bütün rakipleri Tanrı’sız Epikuros’u ahlaksız bir guru olarak ele aldılar ve görüşlerini tanınmaz hale getirdiler.
Ama psikolojik olarak bakılırsa Epikuros, Hıristiyanlık öğretisinden çok daha ilerideydi. Çünkü o beden ve ruhun, fizik ve aklın işbirliğini biliyordu ve bunu felsefesinin merkezine koymuştu. Onun öğretisi, bugün özellikle ABD’de tekrar yaygın bir modern araştırma sistemi olan pozitif felsefe anlayışında kapsamlı bir şekilde bulunuyor. Pozitif felsefenin temsilcileri, insanın mutlu olması için gerçekleştirilmesi gereken kriterleri arıyorlar. Mutluluk güzeldir ama çok çalışma gerektirir.
Mutluluk araştırmacıları bu çalışmayı, burada –göz açıp kapayıncaya dek- ortaya koyacağım bir pratik kurallar dizisinde bir araya getirmişlerdir.
İlk kural şöyle: Etkinlik! Beynimiz meşgul olmanın hasretini çeker. Zihinsel durgunluk keyfi kaçırır. Sadece bir gün dinlendiğimizde nöronlar seri halinde ölürler. Zihnini çalıştırmayan kişi, daraldığı için endişelenir; duyguların hoşnutsuzluğa eşlik ettiği olağan bir süreç. Bu nedenle isteksizlik, hızlı bir şekilde bunalımlara varır.
İkinci kural şöyle: Sosyal yaşam! Dostluk, ortaklık ve aile, içinde kendimizi neşeli hissettiğimiz bir çerçeve meydana getirebilir. Bir eş, bir dost ya da çocuklarla ortak bir şey yaşamak, mutluluk deneyimini arttırır.
Üçüncü kural şöyle: Konsantrasyon! Epikuros, öğrencilerini Burada ve Şimdi’den nasıl zevk alınabileceğine alıştırmak için epeyce zaman harcamıştı: Çiçeklerin kokusu, biçimlerin güzelliği, bir parça peynirin tadı, Seçkin ve yoğunlaşmış zevkler yaşama sevincini arttırır. Nörobilimin bakış açısından konuşulursa, şöyle denebilir: Bilinç durumlarınızın, en azından size iyi gelenlerin tadını çıkarın.
Dördüncü kural şöyle: Gerçekçi beklentiler! Mutluluk, ne beklenildiğinin bir sorusudur. Sıklıkla yapılan hatalar ya aşırı yük bindirir ya da yeterince uyarım sağlamaz. İkisi de hoşnutsuzluğa yol açar. Aşırı yük bindirilirse bu dayanılmaz bir gerilim oluşturur. Yeterince uyarım sağlanmazsa dopamin üretimi kıtlaşır, sonuçları isteksizlik ve ilgisizliktir.
Beşinci kural şöyle: İyi düşünceler! Buna göre doğru düşünceler, zevki artıran ve hoşnutsuzluğu azaltanlardır. Psikologların farklı bir hilesi istekte yatar: “Mutlu olmuş ve mutlu olacakmışsınız gibi davranın.”
Sık sık önerilen bir seçenek, kötü duyguları hemen bir kenara yazmaktır. Pozitif psikologlar mutluluk günlüğü tutmayı önerirler, bununla güzel şeylerin daha iyi hatırlanması öğrenilir. Mutluluk psikolojisinin bir bilgeliği de şu cümledir. “Kendinizi çok ciddiye almayın, kendinize gülün.” Ayrıca bu cümle: Söylemek yapmaktan daha kolaydır. Bu sözü değiştirmek için şimdiden bir şeyler yapılmamalı mı?
Kıyaslayan kaybeder! Gazetedeki manken gibi görünmüyorum. Başarılı sınıf arkadaşlarımın gelirine sahip değilim. Başkaları kadar esprili değilim. Ya da özellikle daha kötüsü: Kız kardeşim kadar mutlu değilim. Böyle düşünmeye devam ettiğiniz sürece mutlu da olmayacaksanız.
Altıncı nokta, mutluluk arayışını abartmamaktır. Mutsuzlukla soğukkanlı bir biçimde geçinmek büyük sanattır. Hepsinde olmasa bile çoğu mutsuzlukta iyi bir şey yatar.
Nihayet yedinci nokta, çalışmaktan keyif almaktır. İlk nokta olan etkinlikle sıkı sıkıya bağlıdır. Çalışma bizi etkin olmaya zorlayan bir şeydir ve çoğu insanın yeteri kadar bir şey yapması için bu güdüye ihtiyacı vardır. Çalışma en iyi psikoterapidir. Çalışmayan kişi, kendini kolayca yararsız ve güçsüz hisseder: Sigmung Freud da böyle görüyordu. Onun için mutluluk, “sevebilmek ve çalışabilmekten” oluşuyordu.
Matrix makinesi-Hayatın bir anlamı var mı?
Temel eseri Poiteia’nın (Devlet) yedinci kitabındaki ünlü “Mağara Alegorisi”nde Platon, İ.Ö. 370 yılında sıra dışı bir senaryoyu tarif eder: Bir grup insan çocukluklarından beri yeraltında bir mağarada yaşamaktadır. Yüzleri kayaya dönük olarak zincirlenmiş halde, ne başlarını ne de bedenlerini hareket ettirebilirler, sadece tam karşılarında yükselen kayaya bakarlar. Bütün ışık, arkada yanan bir ateşten gelir. Ateş ve sırtları arasında oluşan nesnelerin gölgeleri duvara vurur. Tutuklular sadece nesnelerin bu gölgelerini, bir de kendi ve diğer tutukluların gölgelerini görürler. Bu nesnelerin taşıyıcısı konuşsa bile kulağa gölgelerin kendisi konmuş gibi gelir. Mağaranın sakinleri algılarının ötesinde, sırtlarının arkasında gerçekten ne olup bittiğini bilmeden gölgeleri tek ve gerçek dünya olarak düşünürler. Ve bu varıştan bir kurtuluş yoktur. Gün ışığına çıkabilen bir tutuklu, çok geçmeden mağarada neler olup bittiğinin iç yüzünü anlar. Ama diğerlerine açıklayamaz çünkü anlattıkları onların düşüncelerinin ötesindedir. Aydınlanan kişi, alaya alınır, “ yukarıdan gözleri bozulmuş olarak geri döndüğü” söylenir. Onunla aynı kaderi paylaşmamak adına, o günden sonra kendilerini kurtarmak isteyen her kişiyi tedbir için öldürürler.
Alegori basitçe, nesnelerin gerçek doğasında ilerleme kaydedebilmek için felsefi aklın duyusal olarak algılanabilir nesnelerden yavaş yavaş çözülmesi ve kurtulması gerektiğini göstermek istiyordu. Platon, duyusal idrake açıkça soyut akıldan daha az değer veriyordu. Bununla birlikte, Mağara Alegorisi’yle bütün Matrix görüntülerinin de babası haline geldi. Matrix’te Neo, hayat göründüğü kadar kötü gitmediği halde sanal yaşamından dışarı adım atar. Peki neden? İnsan Matrix’e bağlıyken yaşamında ne istediğini özgürce seçebilir.
Yaşamda her şey değerini zıtlıktan elde eder. Çok mutluluk istenebilir, sonsuz mutluluksa istenmez. Akıllı bir filozof olan İrlandalı şair ve oyun yazarı George Bernard Shaw bunu uzun süre önce biliyordu: “Bir yaşam boyu mutluluk! Buna kimse katlanamazdı; mutluluk, dünya üzerinde bir cehennem olurdu.”
Ama Matrix’teki yaşamı o kadar korkutucu yapan yalnızca tekdüze mutluluk korkusu değil. Daha kötüsü, insanın kendi yaşamı hakkında karar veremiyor olması düşüncesi. Özgür irade, insanların çoğu için başkaları tarafından yönetilen bir mutluluğun hiç de cazip bir düşünce olmadığı kadar önemli bir nimet. İnsan, mutluluğunu kendi kendine yaratmalı ve çalışarak elde etmeli, buna karşın armağan edilen mutluluk değerini kaybeder. Hiç kaybetmedikten sonra zaferlerin ne önemi var? Mutluluk ayrıca, Rus yazar Leo Tolstoy’ın dediği gibi, “dilediğini yapabilmekten değil, yapabileceğin şeyleri sürekli dilemekten” ibarettir.
Bu kitapta, bu soruya her biri kendi tarzında doğrudan ya da dolaylı bir yanıt arayan bir çok filozofla karşılaştır. Ve bir tiyatro oyununun sonunda bütün oyuncuların reverans yaptığı gibi burada onları her biri bir kez daha hızlıca söz alacaklar.
Yeniçağ’ın filozofları, örneğin Descartes, bu konuyla hiç uğraşmadılar. Onlar için dünyanın tüm anlamı insanın bir sorusu değil Tanrı’nın hazır verilmiş yanıtıydı.
İmmanuel Kant için yaşamın anlamı, ahlaki görevi gerçekleştirmede yatıyordu. Jean-Jacques Rousseau için bu, kendi doğası uyarınca yaşama becerisi ve olasılığıydı.
İnsan yapmak istemediği şeyi yapmamalıydı. William Pale, insan yaşamının anlamını olabildiğince fazla sayıdaki “yararlı eserler” le tanımlıyordu.
Schopenhauer, insanın “mutlu olmak için” varolduğu vurgusuna karşı çıktı. İradesinin söz dinlemez kölesi olduğu ve öyle kalması özgür ve yüksek bir duyarlık için dar bir hareket alanı oluşturuyordu. Sadece sanat, özellikle de müzik, insanlara yüksek bir zevk verirdi.
Nietzsche ve Sigmung Freud da buna değinmişlerdi. Onlar için yaşamın anlamıyla ilgili soru, zaten bedensel ya da zihinsel zayıflıkların ifadesiydi.
Ernst Mach için yaşamın anlamıyla ilgili soru, Ben ile aynı anda çözümleniyordu. Kelebek tırtılla, bir çocuk yaşlı bir adamla aynı Ben’e sahip değilse o zaman bütün yaşam üzerine ortak bir anlam yüklemenin bir değeri yoktur. Buna karşın Sartre için yaşamın anlamı, eylem yoluyla kendini gerçekleştirmede yatıyor.
Nörobilimin yaşamın anlamıyla ilgili soruya yanıt veremediği ortada. “Anlam”, bilimsel bir ölçü birimidir, nesne ve elektrofizyolojik bir süreç değil. Anlamın kendisi de görünmez. Ya da başka türlü söylenirse: Terazi de kendi ağırlığını gizler.
Yaşamın anlamıyla ilgili soru bugün sadece öznel olarak yanıtlanabiliyor: Benim yaşamımda hangi anlamı görüyorum? Bunun için neden açık. Anlam, dünyanın ya da doğanın bir niteliği değil, aksine tipik bir insan yapısı. “Anlam”, memeli beynimizde bir ihtiyaç ve düşüncedir. Böyle görülürse dünyada bir anlam bulunmaz, onu kendimiz vermemiz gerekir. Anlam sorusu da insani bir sorudur.
Lewis Caroll “Alice Harikalar Diyarında” kitabında, “Eğer içinde hiçbir anlam yoksa bu işimizi kolaylaştırır, çünkü o zaman aramaya da ihtiyacımız olmaz,” diye yazmıştı.
Aforizmalarıyla ünlü zeki İngiliz Ashleigh Brillant da şu düşüncesiyle üstüne ekliyor: “Yaşamın anlamının olmaması, benim onaylayamadığım bir anlamı olmasından yeğdir.”
O halde yaşamın belli bir anlamı olduğu düşüncesi herhalde hiç de o kadar güzel bir düşünce değil. Açıkça, yaşamın anlamıyla ilgili arayış yaşamın ilerleyen yıllarında değişiyor. Gençken nesnel bir anlam, böylelikle bir yaşam amacı aranırken ilerlemiş yaşlarda şöyle sorulur:
-
Benim hayatımın bir anlamı var mıydı?
-
Başka bir deyişle bu, şöyle demektir: Doğru yaşadım mı?
Anlamla ilgili soru, bilinmek isteğinden pek çok şey kaybediyor.
En sevdiğim gençlik kitabım, Lloyd Alexander’ın “Prydain Günlükler”’nde, yaşlı büyücü Dalben anlam arayışı içindeki çırağı Taran’a şöyle açıklar; “Bir soru arayışı çoğunlukla sorunun kendisinden daha önemlidir.” Bugün Dalben’in haklı olduğunu düşünüyorum –en azından anlam gibi büyük bir soruda.
Çünkü yaşamın anlamının ne olduğunu bilen herkes, aynı adlı filmdeki Monty Python olur: “Pekala, işte yaşamın anlamı geliyor. Gerçekten hiç de özel bir şey değil. Basitçe insanlara dürüst olmayı dene, yağlı yiyeceklerden kaçın, ara sıra iyi bir kitap oku, ziyarete git, bütün ırkların ve ulusların barış ve uyum içinde yaşanmasını sağla.”
Ve bana sorarsanız: Meraklı olun, iyi fikirlerinizi fark edin ve yaşamınızın günlerini değin, günlerinizi yaşamla doldurun.
KAYNAKÇA
BEN KİMİM? ÖYLEYSE KAÇ KİŞİYİM? Richard David Precht
Özgün adı: Wer bin ich und wenn ja, wie viele
PEGASUS YAYINLARI: 258
1. Baskı: MAYIS 2010
Dostları ilə paylaş: |