BiLGİ sorunu ve biLGİn türleri



Yüklə 145,7 Kb.
səhifə2/4
tarix19.11.2017
ölçüsü145,7 Kb.
#32298
1   2   3   4

Bilimsel Bilgi

Şüphesiz bilimsel bilgi rasgele bir bilgi birikimi (bir malumat) değildir. Bilimsel bilgi dış dünyanın algısal, nominal bilgisidir. Yani nesnel dünyadan alınmış ve sistematize edilmiş bilgilerdir. Bilinmelidir ki yararlılık düzeyleri ne kadar yüksek olursa olsun bilimsel ve tekniksel bilgi; başlı başına bir karşıtlık oluşturmasa bile ahlaki dünyaya kayıtsız ve hatta yer yer de zıt düşebilen bilgi türleridir. Yani ahlaki destekleyici özellikleri yoktur. Biz Müslümanlar genel olarak ve özellikle de son birkaç yüzyıldır, bilimin pek masum olduğuna inanmakta ve bilimi hatta kutsamaktayız. Bilim ve tekniğe karşı, olması gerektiğinden fazla açlığımız var. Mahiyetini çok iyi anlayamadığımız ilerleyemeyişimizin sebebini bilimsizliğimize bağladığımız derin bir paradigmaya inanmaktayız. Nominalist bilimin realist dünyamızı nasıl tırtıkladığının uzun zaman farkına varamadık. Özellikle 1900’lü yılların başından itibaren bir de bakılmış ki kendilerine özgülükleriyle bilim ve din, her haliyle örtüşmüyorlar ve hata yer yer çelişebiliyorlar. Özellikle bilimin açıklamayı aşıp, anlam verme alanına girdiği yerlerde din ile çatışıyor. İşte biz bu gibi durumlarda dini bir biçimde yorumlayıp bilime uydurmaya çalışıyoruz. Mesela yüz yıldır tekrarladığımız “İslam terakkiye (ilerlemeye) mâni değildir” önermesinde toplanan bir paradigmamız vardır; yani mutlak olan, ilerleme adı verilen olgudur ve İslam’ın da iyi bir din olmasının referansını ona engel olmamasından almaktadır. Tabii ki bu doğru değil, İslam’ın mâni olması gereken ilerlemeler vardır. Mesela modern kültüre göre eşcinsellik bir ilerlemedir.

Buradan hareketle diyebiliriz ki bilim ne derse hakikat o değildir. Bilimin diyeceği yer var, diyemeyeceği yer vardır. Bilimin demesi gerektiği yerde elbette bilimi dinleyeceğiz, onun nesnel, nominal açıklamalarına kulak vereceğiz. Isınan cisimler genleşir, ikiden fazla insan bir araya gelir ve aralarında sürekli bir etkileşim gerçekleştirirlerse grup oluşur, vb. farklı alanlardan bilimsel olgu ifadeleri tabiidir ve önemlidir. Ama buna rağmen bu açıklamalardan bir ahlak ilkesi çıkmaz. Ahlak ilkeleri arz değil, semavi kökenli ilkelerdir. M.Ö. 6. yüzyılda Konfüçyüs, 5. yüzyılda Zerdüşt, 4. Yüzyılda Buda ve M.S. 7. yüzyılda Hz. Muhammed tarafından tekrarlana gelen “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi bir başkasına yapma” ilkesi bilimsel değildir. Ahlaki bir mesajdır. Nesnel dünyada bir karşılığı olmamasına rağmen binlerce yıldan beri var olagelen, insanlığın ortak ahlak ilkesidir. Bu ilkeler ortadan kalktığında bilimsel düzey ne denli yüksek olursa olsun dünya anlamını yitirir ve yaşanmaz hale gelir. Özellikle dinin temsil ettiği bu hak, hakkaniyet, adalet, saygı, sevgi gibi yüksek değerler bilimin temsil ettiği araç değerleri yönlendirir. Bir öngörü işlevini yerine getirir. İnsanların nesnel bir işlemi gibi gözüken bakışını, algılayışını bile belirler. Rusya Uzay Araştırmaları Merkezi, ilk defa 1965'te Gagarin adlı kozmonotu uzaya göndermişti. Gagarin adlı bu bayan uzaya ilk defa giden astronottu ve Marksist ideolojiye inanan birisi olarak ateistti. Dönüşünde “uzayda ne gördünüz, anlatabileceğin dikkatini çeken şey nedir” sorusuna “En önemli tespitlerimden birisi şudur, yukarıda dinlerin varsaydıkları bir Tanrıya rastlamadım. Devletimizin din karşıtı tutumu doğru bir politikadır” diye cevap vermişti. 1968'de Amerikalılar Apollo ile uzaya 3 tane astronot gönderdiler. İçlerinde Neil Armstrong gibi koyu Hıristiyan, dindar biri vardı. Dünyaya döndüklerinde Armstrong heyecanla anlatıyordu: “Bu Tanrı'ya inanmayanları yukarıya çıkarıp evreni oradan seyrettirmek lazım. Orada Tanrı'yı açıkça görürler. Gagarin de seyretmiş ama görmemişti.

İnsanların objektif olduğunu veya olması gerektiğini düşündükleri algılamalar bile belli değer yargılarından bağımsız değildir. Bunlar bizim için hipotez görevi yaparlar. Sırf inancımız değil, bilgimiz, algımız da buna göre gerçekleşir. Kuran-ı Kerim ısrarla şunun üzerinde durur. “Bu kitap muttakiler için bir hidayet kaynağıdır”. Bu çok dikkat çekici bir ifadedir. İlk bakışta tüm insanlar için bir hidayet kaynağı olduğunu söylemesini bekliyoruz. Çünkü burada ayrıcalıksız herkese gönderilmiş bir kitap var ve onu okuyan herkes buradan olumlu bir mesaj alır diye düşünüyoruz. Ne var ki herkes için böyle olmuyor, bu kitap kendine açılanlara (inananlara) yol gösteriyor. Bu kitaba inanmak ilk adımdır. Ondan sonra insanın bilgisi, inancı ve eylemleri geri dönüşlü olarak yeniden şekillenecektir.

Burada hatırlatalım ki nesnel düzen ile ilahi/ahlaki düzen arasında aynı iradeye bağlı olması sebebiyle bir çelişti yoksa da dünyadaki düzenden elde edilen bilgi ile Allaha iman arasında mutlak olumlu bir bağlantı yoktur. Doğal düzen de Allah’a aittir ve ahlaki düzenle çelişmez ama doğal düzenden elde edilen her bilgi her zaman ona mutabık olmadığı gibi mutlak her halükârda sahibi olan Allah’a götürmez. Esasen eğer böyle olsaydı iradeye yer kalmaksızın herkes inanırdı ve bu durum imtihan dünyasının hikmetine ters düşerdi.

Allah, insanı hayretler içinde bırakan bir donanıma sahip kılmıştır. Mesela beyin üzerinde kafa yoran bir adamın Allah'a inanmaması söz konusu değil gibi görünüyor. Çünkü bunu genel geçer bir mantık çerçevesinde Allah’ın dışında bir etkenle açıklayamaz. Sözgelimi bu muazzam insan mekanizmasını gördükten sonra doğal olarak dünya çapında tıpçıların büyük çoğunun inanması gerektiğini düşünebiliriz. Ne var ki fiili gerçek böyle eğilir. Tıpçı da inanma noktasında sıradan insanlarla aynı düzlemde yer almaktadır ve gördüklerini bir doğa harikası olarak görüp geçebilmektedir. Adam onu bize büyük bir heyecanla anlatıyor, önemli bilgiler veriyor. Hatta bu keşiflerinden o beyni kendi yaratmışçasına bir haz alıyor ama bu onu bizim üzerinde durduğumuz bir adım ötedeki yere götürmüyor. Hata bunu sahip olduğu pozitif bilim paradigmasınca bilim adamlığına aykırı buluyor. Tespitinin bir sonucu olan gerçek, bir adım ötesinde orada duruyor. Hipotezi olmayan veya hipotezi yanlış olan bir adam, nasıl ki neyi aradığını bilmediği için bir yere ulaşamazsa burada da aynı durum söz konusudur. Burada bir temel paradigma eksikliği var ve mutlak gerçekle karşı karşıya geldiğinde de onu tanımıyor. Hatta bir filozofun dediği gibi ‘bazı gerçek arayıcıları vardır ki gerçekle karşılaştıkları zaman gerçek ona, o gerçeğe tükürür’.

Burada aynı konuyla ilgili bir başka önemli noktaya dikkat çekmek istiyorum. Batıda nominal dünya görüşüne bağlı olarak oluşan bilgi anlayışı, 16. yüzyıldan beri “niçin” sorusunu devre dışı bırakıp, “nasıl” sorusunu cevaplamamız gerektiğini söylemektedir. Esasen bu paradigmaya göre niçin sorusuna objektif bir cevap verme şansımız yoktur. Öyleyse niçin sorusunu atlayabiliriz. Burada önemsenen nasıl sorusu bir şeyin hangi unsurlarla hangi çerçevede gerçekleştiğini tespite yönelik araçsal bir sorudur. Buna karşılık es geçilen niçin sorusu bir şeyin hangi derin etkenlere bağlı olarak gerçekleştiğini, işin hikmetinin araştırılmasını isteyen amaçsal bir sorudur 16. Yüzyıl Rönesans Dönemi'nin en büyük düşünürlerinden birisi ve modern bilimin kurucusu kabul edilen Galile (ki gerekten katkısı büyük olmuştur) “bundan sonra cevaplamamız gereken soru nasıl sorusudur. Çünkü niçin sorusunu cevaplayamayız. Bu evren, insan, niçin vardır türü sorular önemsiz değildir ama bunu mutlak bilemeyiz” diyordu. Düşünüre göre her şey bir özle değil, ancak görünürdeki bir olgusallıkla açıklanabilirdi. Yüz yıllarca düşünürler işin içine bir öz ögesi katıyorlardı. Mesela buna göre boşlukta bırakılan bir cismin düşmesi bir bakıma nesnenin yaratılışındaki düşme kabiliyetine balı idi ve Aristo’nun ifadesiyle bu boşluktaki cisim bir başka nesneye takılana ve doğal yeri yere gelene kadar giderdi. Galile’nin bu yeni paradigmaya göre düşme yasası zaman-mekân karenin bir bölü ikisi idi. Yani bir nesnenin, bir mekân boyunca, belli bir zaman aralığında ivme kazanarak aşağıya inmesi durumu idi. Burada sürece dâhil olan bütün ögeler nesnenin dışındadır ama onunla ilgili olarak görülmektedir. Sonuç olarak bir şeyin nasıl düştüğünü açıklayabiliriz ama niçin düştüğünü asla bilemeyiz. Hâlbuki inancımıza göre hiçbir şey abes değil, bir hikmete dayalı olarak gerçekleşir ve bunlardan bizim davranışlarımızı ilgilendirenler bize başka bir bilgi süreciyle bildirilmektedir.

Kaldı ki doğrudan insan davranışlarıyla ilgili olmayan ama doğru cevap gerektiren, cevabı verilemediği zaman insanı rahatsız eden ‘niçin’ soruları vardır. Bu yargımızı güneş örneği üzerinden açıklayabiliriz. Bilindiği üzere güneş milyarlarca yıldan beri ısı ve ışık vermektedir. Isı ve ışık vermesi büyük bir ateş topu olmasıyla açıklanabilir. Ama niçin bitip tükenmediği hiçbir nasıllkla açıklanamaz. Aksine her enerji veren kaynak biter, hareketler durur. Bu gerçek, yeryüzündeki fizik kurallarımızdan birisidir. Hiçbir nesnenin dışarıdan bir enerji takviyesine ihtiyacı yoktur, dersek bel bağladığımız fizikin önemli bir tarafı çöker. Allah murad ettiği bir yere kadar enerji takviyesiyle sürdürüyor, dediğimizde ‘niçinlik’ açısından bir cevap vermiş oluruz ki bu ‘nasıllık’ cevabından daha az önemli değildir.

Yine mesela atomun yapısında yer alan ve ortadaki çekirdeğin çevresinde hızla dönen elektron niçin çekirdeğe yapışmamaktadır. Atomun nasıl işlediği açıklanmıştır: Elektron, hareketinde gerçekleşen merkezkaç kuvvetiyle, çekirdeğin merkez çekim kuvvetleri arasında bir sınırda dönmektedir. Ama sıradan ama tereddüt etmeden kabul ettiğimiz bir fizik kuralına göre dönen elektronun zaman içinde enerjisinin, dolayısıyla hızının azalması, hızı azalan eksi yüklü elektronun merkezdeki artı yüklü çekirdek tarafından daha fazla çekilerek zaman içinde çekirdeğe yapışması gerekmektedir. Ama bu olumsuz sonuç gerçekleşmemektedir. Öyleyse elektron, hızını niçin kaybetmemekte ve dolayısıyla çekirdeğe yapışmamaktadır? Bu soru, varlığın devamını amaçlayan ilahi iradenin sürekli enerji takviye etmesinden başka bir gerekçe ile yorumlanamaz. Esasen son zamanların önemli fizik kuramlarından olan kuantum teorisi de bu soruyu eşyaya, devamlı, enerji paketleri demek olan kuantlar verilmesi ile açıklamaktadır. Bu paketlerin verilmeyeceği bir gün güneş sönecek, elektron çekirdeğe yapışacaktır. Allah’ı iradesiyle “o gün yer yer bir başka yer, gökler bir başka gök olacaktır. Sonuç olarak ‘niçin’ sorusunu atlamak insanlığımızı atlamak demektir.

Gerçekten de modern kültürde son birkaç yüzyıldır ısrarla ‘niçin’ sorusunun üstünün ısrarla kapatılmak istenmesi insanı sadece gelişmiş ir zoolojik varlık olarak gösterme çabasıdır. Esasen yaşanan yaygın süreç de bunu gösteriyor. İnsan yiyor, içiyor, eğleniyor, çıkarlarını gayet iyi biliyor, yaşıyor. Maalesef insanın özlük alanıyla ilgili büyük bir düşüş var. Tabi bunun en önemli nedenlerinden birisi kendisini yönlendiren bilgisinin sırf nesnel dünyadan elde edilmiş nominal bir bilgi olmasıdır. Yukarıda da belirtildiği üzere eşyanın nasıllığına dayalı bu bilgi bize insanın var olma amacını göstermemekte, araçsal imkanlarını açıklamaktadır. Ama insan niçin yaşar, gibi büyük soruları atlamakta, daha rahat nasıl yaşar, konforlu bir hayat nasıl sağlanır gibi pratik sorulara odaklanmaktadır.

Burada bir nokta koyalım ve bir ara verelim. Bu oturumda bilgiden söz ettim. Bir sonraki oturumda sizlere konunun bununla ilgili ama daha farklı bir tarafından ‘bilen’ den ve ‘bilen tiplerinden söz edeceğim. Gerçekten bilen açısından da önemli sorunlar ve tabi özel olarak bizim sorunlarımız var, bu sorunlardan bahsedeceğim.

İLİM VE BİLİM, ÂLİM VE AYDIN İKİLEMİ
İnsanlık tarihi boyunca toplumlar; fonksiyonel ve hiyerarşik olarak yukarıda bilenler (aydınlar) ve aşağıda daha az bilenler (sıradan halk) olarak iki kesimden oluşa gelmiştir. Bilindiği üzere toplumsal yapı, zenginlik soy, yaş, cinsiyet, vb. gibi farklı statü etkenlerine bağlı olarak tabakalı bir yapıya sahiptir. Yukarıda zenginler, aşağıda fakirler; yukarıda eğitenler, aşağıda eğitilenler; yukarıda yönetenler, aşağıda yönetilenler gibi. Bu tabakalaşmalardan biri de bilgiye bağlı olarak yukarıda bilenler, aşağıda daha az bilenler ayrımıdır.

Kabaca bu bilenler ve bilmeyenler genel ayrımın dışında bilenler de kendi arasında sınıflandırılmıştır. Şüphesiz son beş yüz yıl içinde oluşan ve somut bir şekil alan bu tiplemelerden binisinin alim ve aydın ayrımı olduğunu söyleyebiliriz. Önce hatırlatmalıyız ki bu bir kelime oyunu değildir, yani alim aydının eski Türkçesi veya aydın, alimin güncel anlatımı değildir. Sözcüğün kendisi önemli değildir. Burada bir kavramlaştırmadan söz ediyoruz. Alim, geleneksel kadim kültürlerde ilim sahibi insanı ifade etmek için kullanılıyordu. İlim ise sıradan bir bilgi değildir, hikmeti, vahyi, dolayısıyla ahlakı temele alan bir bilgidir. İlim bu haliyle bilimden çok farklıdır. Neredeyse karşıtı bir yerde bulunmaktadır. Bu ayırım çok önemlidir ama ne yazık ki çoğu kere bu önemin farkında değilizdir veya bu ayrımı göz adı ederiz. İşin gerçeği yaygın kültürel bazı varsayımlar nedeniyle bu durumu anlatmakta zorluk çekiyoruz. Ben şahsen değişik platformlardaki konuşmalarımda, yazılarımda anlatmaya çalışıyorum, ama pek az başarı sağlıyorum.



İlim, hikmetle ilgili bir bilgidir. Mesela “kendine yapılmasını istemediğin şeyi bir başkasına yapma” önermesi bilimsel değil, bir ilmi bilgidir. Tabi bu açıklamadan gelmek istediğimiz yer, ilmin iyi, bilimin kötü olduğu değildir. Bunların alan ve düzeylerinin farklı olduğudur. Yoksa bilime de ilme de ihtiyacımız vardır. Sorun, bunların birbirine indirgendiğinde veya birini yok saydığımızda doğan problemdir. İlim realist bir yaklaşımdır. Ancak bu realizm şimdilerde Türkçeye “gerçekçilik” olarak çevrilen ve deneysel ve rasyonel bilgi paralelliğini ifade eden yaklaşım değildir. İlk bakışta cazip gözüken bu yaklaşım da sonuç itibariyle bir nominalizmdir. Bir zihinsel soyutlama olmadan nesneden kavram elde edemeyiz. Bilgi felsefesinin dediği gibi hakiki realizm kavramın sırf nesneden önce gelmesi değil, bir kavram dünyasının nesneye bağlı olmaksızın var olduğu gerçeğidir. Bu bağlamda söz başlı başına bir varlıktır. Kısaca Kutsal Kitap olarak nitelenen Tevrat, İncil ve Zebur metnini toplayan kitabın kapağını kaldırdığınızda hemen gözümüze çarpan ve Tevrat’tan alınan “Önce söz vardı” cümlesi söz konusu ettiğimiz realizmi gayet iyi ifade eder. Gerçekten de önce söz vardı. Bu söz Tanrının sözüdür. Kur’an’a göre de Allah, varlığı yaratmayı düşündü, planladı ve sonra “kün (ol)” dedi ve yekûn, olmaya başladı. Yani varlığın kendisinden önce ilahi bilgi söz, “ol emri” vardır, varlığın oluşumunun çekirdeğini, bu söz oluşturmuştur. Aynı ilahi söz daha sonra vahyi bilginin de kaynağıdır. Mesela Allah’ın adalet emri fiziki bir nesnenin karşılığı değildir, başlı başına bir varlıktır ve bilgi bağlamında asıl realizm de budur.
İlmi, âlimler, bilimi, aydınlar temsil eder. Yüzyıllarca Doğu’da, Batı’da dünyanın pek çok yerinde çeşitli bilen kesimleri var olmuştur. Mesela Çin’de bilen kesimin literati ve hakîm (bilgeler) olmak üzere iki tipi var. 15. Yüzyıla kadar Batıda da doktor, master gibi farklı bilen kesimlerinden söz edebiliriz. İslam dünyasında da durum aynı, alimin yanında arif, fakih, rasih, ulu’l elbab gibi ikinci türden kavramlar vardır. Doğuda Batıda kullanılan bu farklı bilgin isimleri bu kesimlerin bilgi içeriğine göredir. Mesela İslam kültüründe Kuran-ı Kerim’de daha çok alim kelimesini kullanmakla birlikte, daha sonra tarihsel olarak anlamlarında bir değişiklik meydana gelmiştir. Fakih, fıkh etmeye yani güçlü bir muhakemeye dayalı bilgisi olan, arif marifeti kestirim gücü olan, rasih hikmeti, sağduyu bilgisini taşıyan bilginlerin sıfatı olarak kullanılmıştır. Alim kelimesi genel olarak bilenler kesimini daha genelleyici bir kavramdı. İnananlar alanında müminin yanında muttaki, muhsin, kavramlarının kullanılmasında olduğu gibi. Maalesef biz bu kavramların inceliğine pek giremediğimiz için genellikle alim kavramıyla genellemekteyiz. Sonuç olarak da siyah beyaz gibi dilimizde dereceleri, içerikleri ortadan kalkmış bir alim olan ve alim olmayan vardır. Bu durum 15. yüzyıla kadar Doğu ve Batı toplumlarına böyle olmuşu. Sahip oldukları bilgi farkına dayalı farklı bilen kesitlerini ifade eden kavramlar olagelmiş. Mesela Çin’de literati antikçağdaki bir dönemin sofistleri gibi daha çok edebiyatçı kesimi niteler. Ama bir de hakimler vardır, bunlar bir söz ustası demek olan edebiyatçı değil, sözün ötesinde anlam dünyasıyla ilgilenen, felsefi yada hikmeti bilgileri taşıyan kimselerdir. Yine Batı Orta çağında doktor dünyevi fiziki ve toplumsal bilimlerle uğraşan bilgin demekti. Halbuki buna karşılık Türkçeye uzman olarak çevrilen master dini ve ahlaki bilimlerde donanımlı bilgin demekti. Hala kullanmakta olduğumuz bu kavramlar, bilginin dönüşümüne bağlı olarak günümüzde artık çok farklı anlamlara gelmektedirler.

15. yüzyıla gelindiğinde bilenler konusunda Batıda önemli bir kırılma meydana geldi. Farklı sonuçlar doğuran bu söz konusu kırılmanın en önemli yönü yukarıda bilen kesimin tek tipleşmiş olmasıdır. Farklı fiziksel ve kültürel şartlara bağlı ama bir bilgi tipi çerçevesinde tek tipe indi. Bilmenin içeriğini oluşturan, çevresinde toplanılan bilgi tipi bilimsel bilgi idi. Oluşumun adı ise zihni bir eylem anlamına entelekt (zihin) den gelen entelektüel idi. Buna göre entelektüel, içkin, zihni- mantıksal, işlerle uğraşan insan demekti ve bu niteleme diğer bütün nitelemeleri bir kenara iterek günümüze kadar kullana geldi. Yani buna göre bir bilen vardır ve o da entelektüeldir. Entelektüel fiziki bilimsel bilgiye sahip aydınlanmacı bir tiptir. Artık ilimde, onun temsilcisi olan alim de devreden çıkmıştır. Çünkü entelektüel seküler bir tiptir ve aşkın kökenli ilimle uyuşması mümkün değildir. Belki bu rüreç her haliyle olumsuz değildi. Böyle seküler bir bilgi ve bilgin mümkündü ama buradaki yanlışlık her türlü geçerli bilginin buna indirgenmesi, bundan referans almayan bilgilerin geçersiz sayılmasıydı.

Batıdaki bu gelişmelerden pek çok toplum gibi -belki daha fazlasıyla- Türkiye de etkilenmişti. Entelektüele Türkçede bir karşılık bulmak gerekiyordu. Mesela Rusya buna çok yakın bir kavram bulmuş onu entelijansiya ile karşılamıştı. 19. Yüzyıl sonlarında Türkiye’de önce münevver denilmiştir. Bu kelime benim küçüklüğümde kullanılıyordu. Münevver Öğretmenler Derneği gibi bazı derneklerin adında bile kullanılıyordu. Aslında münevver entelektüelin karşılığı değildi. Çünkü Arapça nur kökünden gelen, ismi fail ve aynı zamanda ismi me’ul kalıbı olan münevver kelimesi nurlandırılmış veya nurlandırıcı anlamına gelmektedir. Bu anlamda münevver, Batının dış aydınlanmacı entelektüeline karşılık İslam kültürü açısından Şehabeddin Sühreverdî’lerle devam eden tam anlamıyla illüminer yani iç aydınlanmacı bir anlam taşımaktaydı. Hâlbuki entelektüel, o bizim eski iç aydınlanmacı hikmeti ilme, illuminer denen iç aydınlanmaya sahip alimin tam karşısında bir oluşumdu. Bu sebeple münevver kelimesi terkedilerek halen kullanmakta olduğumuz aydın kelimesi tercih edildi. Aydın kavramının entelektüel kavramını daha doğru karşıladığında şüphe yoktur.

Aydınlanmacı olan aydın (kişisel eğilimlerinin dışında) donanım olarak manevi, ahlaki bir bilginin temsilcisi değildir. Tabir caizse kimseyi nurlandırmıyor, kişisel, sosyal politik, ideolojik kabulleri doğrultusunda insanları bilinçlendirmek için çalışıyor. Yeterince bilinçli olmadıklarına inandığı halkı kendi bilinci düzeyine (!) çekmeye çalışıyor. Bunu ilahi bir görevmiş gibi vazgeçilmez bir misyonu olarak kabul ediyor. Aydın, dünyayı öylece kabul etmez, onu eksik bulur ve entelektinde (kafasında) yeniden kurar; keyfine, zevkine göre düzenler, her şeyi sistematiğe sokar, fikir empozesinde bulunur. Bundan dolayı entelektüelde insanlık için faydalı şeyler olabileceği gibi dünyayı yaşanmaz hale getiren zararlı düşünceler de olabilir. Çünkü burada aydının bilgisinin ölçütü, vahyi bir bilgi olmadığı gibi sırf doğru peşinde koşan bir akıl da değildir; çoğu kere kişisel ölçekler, çıkarlar, inançlar, kaprisler, vb. dir. Aydınlanma düşüncesi ve onun bilgin tipi aydın dediğimiz şey budur.

Batının bu aydın tipi küreselleşmiştir. Şimdi artık dünyanın neresine giderseniz gidin, her yerde belli bir aydın tipi vardır. Ülkelerin kendi dilinde onu karşılayan bir kelime bulunmuştur, ama genelde içeriği aynıdır, seküler, içkin bilgi sahibi, ilimden ve hikmetten ve dolayısıyla alimden ve hakîmden uzak bir şeydir. Ne yazık ki bugün modern entelektüel kadim kültürlerin hikmet bilgilerini anlayacak seviyede değildir. Modern Amerika’nın nominal bilgisi Kızılderili’nin hikmetli görüşlerini anlayacak durumda değildir. Ama kerameti kendinden mutlak bir üstün kültür olduğuna inanmakta ve dünyayı inandırmaktadır.
Bizde Aydın Olgusu

Modernleşme sürecimizde bizde münevver terk edilmiş, aydın kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinde, yeniden yapılanmalar bağlamında alimler zümresini ifade eden ulema sınıfı resmen lağvedilmiş; onların yerine getirdiği evkaf ve şer’iye işleri gibi görevler kaldırılmış, medreseler kapatılmıştı. Artık alime yer kalmamıştı. Alim kelimesi halk katlarında hala kullanılıyorsa da anlamı pek bilinmiyor. Pek çok tarihsel kurum gibi, tüm eksiklerine rağmen, alim sınıfının kaldırılması bir İslam toplumu için kabul edilemez bir icraattır. Evet, alim zümresi iyi çalışmıyordu ama ıslah edilebilirdi. İyi çalışmasının yolları bulunabilirdi. Bu tür değişikliklerde o kurumların temel esprisi içinde düzeltilmesi hiç düşünülmemiş, mümkün olduğunca aksi yapılanmalar gerçekleştirilmiştir. Gerçi İslam dünyasının hemen hepsinde, bazı farklılıklar da olsa sonuç itibariyle benzer bir durum yaşamıştır. Artık yeni nesil âlimi bilmiyor, onu aydının eski dildeki karşılığı sanıyor. Tabi bu durum, biraz da ilimle, bilimin aynı şeyler sanılmasından kaynaklanıyor.

Şimdi şu anda bütün okur-yazarlarımız, hatta fakülte bitirmiş ilahiyatçılarımız, hepsi aydın statüsündedir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi dini bilimlerle de uğraşsalar, aydındırlar. Çünkü bilgi formları ilim değil, bilimdir. Hatta kullandıkları dil bile din dili değil bilim dilidir. Aydın olgusunun taşıdığı hegemoniyle aydın olmaktan da büyük bir mutluluk duymaktadırlar. Öyle ki bir din adamı bilimselliği biraz ön plana çıkarıyorsa aydın bir din adamı oluyor. Bu deyimin önemli çağrışımları var. Varsayıma göre aslında aydın olmakla din adamlığı bağdaşmıyor, ama bu kimseler din adamlığının yanında aynı zamanda bilimsel bilgisi de olan kişilerdir. Bilimi önceleyip dine daha toleranslı bakabiliyorlar. Bunu kullananlar hem bundan büyük bir mutluluk duyuyor, hem de kendisine yönelik bu tür adlandırmalardan dolayı memnun oluyor. Bu kişiler bilim adamı mı, din adamı mı belli değil. Din adamlığının yanında aydın olmanın sıfatlarını da taşıyorlar. Yani avantajlı, artısı olan bir adam olarak düşünülüyor. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta yaşadığımız komplekstir. Din adamımızın saygın hale gelmesi aydın olmaya bağlanıyor. Şimdi pek çok İslamcı düşünür genel Müslüman kitlesini eleştirerek kendine bir yer açmaya çalışıyor. Ümmetten birisi olmaktan sıkıntı duyuyor, bir üçüncü şahıs olarak konuşuyor/yazıyor. Müslümanları suçluyor, kafası çalışmayan, cahil, derbeder, tarihte de bir şey olmamış perişan kitle olarak görüyor. Ona göre Ortadoğulu olmak kötü bir şeydir. İyi de sen kimsin. Aslında sen bir üçüncü şahıs değilsin, bu ümmetin bir parçasısın. Bu sıkıntılar aynı zamanda senin sıkıntılarındır.

Bir alimler sınıfımızın olmayışının doğurduğu pek çok sorun vardır. Olmadığı için de tartışmalarda konuyu toparlayıp nihai sözü söyleyecek bir otorite yoktur. Bu misyonu Diyanet İşleri Başkanlığından bekleyemeyiz, çünkü o resmi bir kurumdur ve bazı sınırlılıklara sahiptir. Buna rağmen Diyanet teşkilatı Cumhuriyet tarihinde, devletin siyasal yapısı içinde iyi çalışmış kurumlarımızdan birisidir. Mesela 28 Şubat ortamında, İlahiyat Fakültelerinde bazı din bilimi insanları “başörtüsü konjonktürel bir şeydir, İslâm açısından çok da önemli değildir. Sonuç olarak başörtüsü ile ilgili ayetler başa değil, boyuna atılan bir fular olarak yorumlanabilir” derken, Diyanetin Din İşleri Yüksek Kurulu “başörtüsünün Allah’ın emri olduğunu” resmen deklare edebilmiştir. Sözün kısası düşünen yazan insanların sağdan soldan hiza alacak bir ulema ölçütü yok. Herkes konuşuyor, yazıyor, bir şeyler yapıyor, esip savuruyor. Ama bir ortak nokta bulunamıyor.


Yüklə 145,7 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin