Beda İnancı
Şia inançlarından biri de şüphesiz ki beda inancıdır. Beda ise lügat açısından zahir olmak, belli olmak manasınadır. Istılah olarak kaza ve kaderin değişmesidir. Şia inancına göre insan dua, hayırlı ameller vb. sebeblerden ötürü kendi kaza ve kaderini değiştirebilir. Zaten eğer insanda bu güç olmasaydı artık insanın ibadet ve hayırlı işlerinin bir faydası kalmazdı. Bu beda insanlarda olduğu şekilde bir ön bilgisizlik ve cehaleti de gerektirmez. Allah'a isnad edilen beda ile kula isnad edilen beda farklıdır. Örneğin tevbe olayı da böyledir. Kulun tevbesi pişmanlık duyup Allah'a dönmesidir. Ama Allah'ın tevvab olması kulun tevbesini kabul etmesi ve onun duasına icabet etmesidir. Yoksa kula isnad edilen tevbe Allah'a da isnad edilse küfrü gerektirir. Zira Allah hakkında pişmanlık söz konusu değildir.
Hatta İmam Sadık bu husustu şöyle buyuruyor:
"Herkim Allah’ta herhangi bir şey hakkında pişmanlığı gerektirecek yeni bir durumun ortaya çıktığını zannederse, o bizim nezdimizde Allah'a kafir olmuştur."
Dolayısıyla Şia da kula isnad edilen bedayı Allah'a isnad etmemektedir. Allah'a isnad edilen beda,
"Allah istediğini mahveder ve istediğim de sabitleştirir. Asıl kitap onun katındadır." (Rad/39) ayetindeki bedadır. Nitekim Şia gibi Ehl-i Sünnet de Allah'ın hüküm, ecel ve rızkları değiştirdiğine inanmaktadır.
Nasıh ve Mensuh olayı da bunun bir benzeridir. Burada da hükümler değişmemektedir. Belki hükümler te'cil edilmekte askıya alınmaktadır. Dolayısıyla bu hususta bilgisizce Şia'ya saldırmak da doğru değildir. bu hususta Prof. Dr. Ticani bakın ne diyor:
"Şia'de beda kısaca ilâhi irade gereği kaza ve kaderin değişmesine denmektedir. Nitekim Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:
"Allah istediği şeyi mahveder ve istediği şeyi sabitleştirir; asıl kitap onun katındadır." Ra'd/39
Ama bazıları kendi cehaletlerinden bu konuyu yanlış yorumlayarak, Allah'a nisbet verilen bedanın insanlarda olduğu gibi ortaya çıkan yeni bir durumdan sonra görüşünü değiştirerek önceki azminin hilafına bir iş yapmaya denildiğini ileri sürmüşler. Ehl-i Sünnet'ten bazıları Şia'nın bu anlamda bedaya inandığım söyleyerek, bunun Allah-u Teâlâ'ya cehalet ve eksiklik isnad etmeyi gerektirdiği şeklinde itirazda bulunmuşlardır. Oysa beda inancının hem kul ve hem de Allah-ü Teâlâ'da aynı manada olduğunu söylemek doğru değildir. Şia'nın böyle bir şeye inandığını söyleyen bir kimse onlara iftira etmektedir. Şia'nın geçmişte ve şimdiki sözleri açık-seçik ortadadır.
Şia'nın büyük alimlerinden biri olan Şeyh Muhammed Muzaffer "Akaid'ul İmamiyye" (Şia inançları) adlı kitabında şöyle yazıyor:
"Bu anlamda olan beda inancım Allah-u Teâlâ'ya isnad etmek doğru değildir. Çünkü bu cehalet ve eksikliktir ve bunun Allah'a isnadı ise muhaldir; Şia da böyle bir şeye kail değildir."
Hz. İmam Sadık (s.a) buyurmuştur ki:
"Her kim Allah-u Teâlâ'da herhangi bir şey hakkında pişmanlığı gerektirecek yeni bir durumun ortaya çıktığını zannederse, o bizim nezdimizde Allah-u Teâlâ'ya küfretmiş sayılır."
Ve yine buyurmuştur ki:
"Herhangi bir şey hakkında, dün bilmediği yeni bir şeyin bugün Allah'a zahir olduğunu sanan bir kimseden beriyim."
Buna göre, Şia'nın inandığı beda konusu Allah-u Teâlâ'nın Ra'd suresinin 39. ayetinde açıkladığı:
"Allah istediğini mahveder ve istediğini de sabitleştirir; asıl kitap onun katındadır."
Sınırından dışarı çıkmamaktadır. Bu ise hem Ehl-i Sünnet'in ve hem de Şia'nın inandıkları bir konudur. Görülüyor ki, Şia'ya bu ayette açıklanan hükme inandığı için itirazda bulunan Ehl-i Sünnet de Şia gibi Allah'ın hüküm, ecel ve rızkları değiştirdiğine kaildir. Yani Şia ile bu hususta aynı görüşü paylaşmaktadır.
İbn-i Merduye ve İbn-i Asakir'in tahriç ettikleri bir rivayette şöyle yeralmıştır:
"Hz. Ali, Hz. Resulullah'tan "Allah istediğini mahveder ve istediğini de tesbit eder; asıl kitap onun katındadır" ayetini sorunca, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"Hem senin ve hem de benden sonra ümmetimin gözünü bu ayetin tefsiriyle aydınlatacağım. Gereğice verilen sadaka, anne babaya ihsanda bulunmak ve hayır işleri yapmak şekaveti saadete dönüştürür, ömrü uzatır ve insanı kötü hadiselerden korur."
Yine İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatem ve Beyhaki'nin ("Eş Şa'b" kitabında) naklettiği bir hadiste de Kays ibn-i Ubbab, Hz. Resulullah'ın şöyle buyurduğunu naklediyor:
"Haram ayların onuncu gecesinde iş Allah'ın elindedir. Recep ayının onuncu gecesinde de istediğini mahvedip, istediğini de sa-bitlettirir."
Ad ibn-i Hamid, İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir'in naklettikleri bir rivayette de Ömer ibn-i Hattab, Beytullahı tavaf ederek şöyle demiştir:
"Ey Allah'ım, eğer benim için bir şekavet veya günah yazmış-san onu mahveyle. Zira sen istediğini mahveder ve istediğini de sabit kılarsın; ana kitap senin yanındadır ve onu benim için saadet ve mağfiret karar kıl."
Kısaca, beda inancı İslami kavram ve Kur'an'ın ruhuyla uygun olan doğru bir inançtır. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah bir kavmin durumunu onlar kendileri kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez."
Aslında ister Şia ve ister Ehl-i Sünnet, eğer Allah-u teâlâ'nın kaderi değiştirdiğine inanmasaydık, fazla namaz ve dualarımızın ne faydası olurdu? Yine hepimiz Allah-u Teâlâ'nın Peygamberlere göre ahkamım değiştirip şeriattan nashettiğine ve hatta Hz. Resulullah (s.a.a)'ın şeriatında bile nâsih ve mensuh olduğuna inanıyoruz. Buna göre beda'ya inanmak, küfür olmadığı gibi dinden çıkmak demek de değildir. Ehl-i Sünnet'in bu konuda Şia'ya saldırıp, itirazda bulunmak hakkı olmadığı gibi, Şia'nın da bu hususta Ehl-i Sünnet'e itiraz etmek hakkı yoktur.
Ben bir çok kez mezkur mi'rac kıssasına dayanarak Ehl-i Sünnet'in de bedaya inandığını söylediğimde onlardan bazıları bu hadisin beda inancını isbatlamadığını ileri sürüyorlardı. Bunun üzerine ben Sahih-i Buhari'de nakledilen ve bizzat beda lafzının açıkça kullanıldığı aşağıdaki hadisi delil olarak söz konusu edince artık onlar susmak zorunda kaldılar. Buhari'nin naklettiği bir hadiste, Ebu Hureyre şöyle naklediyor. Resulullah buyurdu ki:
"Beni İsrail'den cüzamlı, kör ve kel olan üç şahsı imtihan etmek Allah'a zahir (beda) oldu. Bunun için bir melek gönderdi. O melek, cüzamlıya gelerek "Senin en çok sevdiğin şey nedir?" diye sordu. O "Güzel bir renk ve güzel bir deri. Çünkü halk benden iğreniyor" dedi. Melek onu meshederek önceki pisliğini giderdi ve yerine güzel bir renk ve güzel bir deri verdi. Sonra "Hangi malı daha çok seviyorsun?" dedi. O "Deveyi daha çok seviyorum" dedi. Ona on aylık hamile bir deve de verdi.
l- Sahih-i Buhari, c. 4, s. 250 "Bab'ul Miraç" Sahih-i Müslim, c. l, s. 101 "Resulullah'in mir'aça gidip namazların farz olunuş" bölümü.
Sonra kel olanın yanına geldi, "Sen daha çok neyi seviyorsun?" dedi. O "Benden bu pisliği giderecek güzel bir saçımın olmasını. Çünkü halk benden iğreniyor" dedi. Melek ona da meshedince o pisliğini giderdi ve ona güzel bir saç verdi. Sonra "Malların hangisini daha çok seviyorsun?" dedi. Ö "Daha çok sığın seviyorum" dedi. Ona da gebe bir sığır verdi.
Sonra körün yanına gelip "Sen daha çok neyi seviyorsun?" dedi. O "Allah'ın bana gözlerimi yeniden kavuşturmasını istiyorum." dedi. Melek ona meshetti, Allah onu tekrar gözlerine kavuşturdu. Sonra "Hangi malı daha çok seviyorsun?" dedi. O "Koyun" dedi. Ona da doğurgan bir koyun verdi.
Daha sonra bu şahısların deve, sığır ve koyunları çoğaldı, her-birisinin bir sürüsü oldu. O zamanda, melek yine onlara gelerek onlardan sahip oldukları mallardan kendisine vermelerini istedi. Kel ve cüzamlı olan şahıslar bunu reddettiler; Allah da onları eski hallerine dönderdi. Kör ise meleğe sahip olduğu maldan verdi. Allah onun malını daha da çoğaltıp gözünü de sağlam bıraktı." (1)
Burada şu ayet-i kerimeyi zikretmek uygundur: Allah-u Teâlâ Hücürat suresinin 11. ayetinde buyuruyor ki:
"Ey iman edenler bir kavim ayrı bir kavmi alaya almasın; belki de onlar (alay edilenler) alay edenlerden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınları alay etmesinler; belki onlar (alay edilenler) alay edenlerden daha hayırlıdırlar. Ve birbirinizi kınamayın ve birbirinize kötü isimler takmayın; imandan sonra kötü isimler takmak ne de kötü bir şeydir. Her kim tövbe etmezse, onlar zalimdirler."
Bütün içtenlikle müslümanların yaptıkları tartışmalarda hak, adalet ve aklın egemenliğini kabul edeceği ölçüde ilerlemelerini, duygusallık ve taassubu bir kenara atarak, Kur'an'dan insafa riayet etme ilkesini öğrenmelerini arzu ediyorum. Allah-u Teâlâ bu doğrultuda, Resulü'ne vahyederek inatçı düşmanlara şöyle söylemesini emrediyor:
"Biz veya siz hidayet ya da açık sapıklık üzereyim." (Seba/24)
Allah'ın Resulü müşriklere bile değer verip insafı öğretmek için tartışma makamında kendisini onlarla aynı mertebeye indiriyor ve onlardan, eğer doğru konuşuyorlarsa delil getirmelerini istiyor. İnsanlar bu büyük ahlaktan ne kadar da uzak kalmışlar!
Ziyaret ve Merasimler
Şii müslümanlar peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının kabrini
l- Sahih-i Buhari, c. 2, s. 259.
ziyaret etmeye büyük bir özen gösterirler. Bu ilahi şahsiyetlerin vefat günlerinde yas ve matem merasimleri düzenler onların acı ve dertlerini paylaşırlar. Doğum günlerinde ise bayram yapar, sevinçlerim paylaşırlar. Şii müslümanlara göre bu ilahi şahsiyetler insanlara Allah'ın bir lütfü ve keremidir. Dolayısıyla da bu lütfün değerini bilmek gerekir. İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a şükretmez. Bu insanlar insanlık için birçok zorluk ve acılara katlanmışlardır. Hatta bir çoğu bu yolda en aziz varlıkları olan canlarını feda etmişlerdir. Bütün bunları da sırf bizim kurtuluşumuz ve hidayetimiz için yapmışlardır. O halde bizler de bu insanların kabirlerini bina etmeli, adlarına sevinç veya matem merasimleri düzenlemeliyiz. Bu yolla da onlara olan borcumuzu eda etmeye bakmalıyız. Ayrıca biz ölümün mutlak yokluk olduğuna da inanmıyoruz. Ruh, baki ve soyut varlıktır. Ölüm hasıl olunca perdeler de kenara itildiğinde insanın ruhu tüm gerçekleri daha iyi duymakta ve müşahade etmektedir. Nitekim Allah-u Tealâ ruha hitaben, "hoşnut edilmiş olarak dön artık kullarımın arasına gir, cennetime gir." diye buyurmaktadır. Eğer ruhun bekası olmasaydı Allah-u Teala burada kime hitap etmektedir. Dağılıp giden kemiklere mi yoksa toprak olmuş bedenlere mi? Felsefedeki "Yok olan bir şeyin iadesi muhaldir." ilke de bunu ifade eder. Zira ruh yok olmaz. Dolayısıyla ruhun iadesi de olmaz. Ruh her zaman vardır ve beka sahibidir.
İşte bu yüzden şii müslümanlar dünyanın dört bir yanından bu ilahi şahsiyetlerin kabrini ziyaret eder ve onlara tevessül ederler. İmam Gazali bu hususta bakın ne diyor: "Bazı kimseler ölümün yokluk olduğunu söylüyor. Bu mülhidlerin ve Allah ile ahirete imanı olmayanların görüşüdür."
Nitekim Resulullah da "insanlar uykudadır. Öldüklerinde uyanırlar" diye buyurmuştur. Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi peygamber ve Ehl-i Beyt imamları kabirlerinde diridirler. Bunlar kendini ziyaret edenleri farkeder ve Allah'ın izniyle hacetlerini de giderir. Allah-u Teala bu ilahi şahsiyetler vesilesiyle günahkar insanları affeder, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderir ve hastalara şifa verir. Bunlara hakkıyla tevessül edenler eli boş dönmez. Kabir ve berzah alemi ölüler için ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Nitekim Sahih-i Buhari'de Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet"edilmiştir: "İmanlı bir kul kabre konunca Allah'ın birliğine ve Muhammed'in risaletine şehadette bulunur."
O halde imanlı kullar kabir aleminde diridirler. Kendilerini ziyarete gelenleri de görür ve duyarlar.
Hakeza Sahih-i Buhari'de de yer aldığı gibi Peygamber Bedir savaşından sonra Bedir kuyularının başına geldi. Müşriklerin cesetleri o kuyulara doldurulmuştu. Resulullah bu ölü müşriklere hitaben "Bize rabbimizin vadettiği gerçek olarak bulduk. Siz de rabbinizin vadettiğini gerçek buldunuz mu?" ayetini okudu. Ashab, 'Ya Resulullah ölülere mi hitab ediyorsun?" dedi. Peygamber "Siz onlardan daha fazla duyuyor değilsiniz. Onlar da sizin gibi duyuyor, ama cevap veremiyorlar." diye buyurdu.
Ölümün yokluk olduğunu düşünen Selefi kafaların bunları kabul etmesi elbette ki çok zor bir olay. Onlar kuru akıl ehli olduklarından aklın nuraniyetinden de mahrumdurlar. İlim ve felsefe mantığına da akıllan ermez onların. Onlar sadece akıllarının almadığını inkar ederler.
Enbiya ve şehitler diridir ve Allah tarafından rızıklanırlar. Nitekim Sünen-i Nesei ve İhya-u Ulum'id-Din kitaplarında yer alan bir rivayette Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın yeryüzünde gezen ve ümmetime selam gönderen melekleri var. Bana çok selam gönderin ki selamlarınız bana iletilir. Allah Resulü diridir."
Şii müslümanlar da bütün bu akli ve nakli deliller muvacehesinde peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının kabirlerini ziyaret eder ve bu mukaddes mekanlarda onlara tevessül ederler. Ama ifade etmek gerekir ki her hususta olduğu gibi bu hususta da insanlar bir takım aşırılıklara düşmüşlerdir.
Hem ziyaret ederken hem onlar adına yas ve matem merasimleri düzenlerken bir takım yanlışlıklar ve aşırılıklara düşülmüştür. Bir takım bidatlar ortaya atılmıştır. Bu bid'at ve aşırılıklar Ehl-i Sünnet müslümanlar arasında da yok mudur? Elbette ki vardır. Ama bu bidatlar, o amellerin aslının ibtali ve gereksizliğini göstermez. Örneğin insanlar hacc hususunda da bir takım aşırılıklara duçar oluyor. Ama bu aşırılıklar hiç bir zaman hacc amelinin kendisine gölge düşüremez. Akıl sahibi insanlar bu bid'at ve dinde yeri olmayan şeyleri atar ve amelleri Allah için tertemiz kılarlar. Nitekim Ayetullah Hamenî de son zamanlarda büyük bir cesaretle bu bidatların üzerine yürüdü ve toplumdan bunların yok edilmesi gerektiğini ifade etti. Ama şunu da söylemek gerekir ki bu bidatlara rağmen söz konusu merasimlerin varlığı olmamasından çok daha iyidir. Nitekim İmam Humeyni "İslam'ı ihya eden Muharrem ve Sefer aylandır." demiştir.
Zira bu aylarda tüm İran halkı mateme bürünür. Sevinçler, düğünler ve geziler durdurulur, tüm halk genel bir yasa bürünür. İnsanlar zalimlerin zulmünü mazlumların ahini ortaya koyar.
Zalimlere kin bilenilir, mazlumlara Allah'tan yardım ve rahmet dilenilir. Bu ruh iki ay boyunca ülkenin dört bir yanında müşahede edilir. Şah rejimi de en çok bu merasim ve ziyaretlerden korkardı. Özellikle İmam Rıza'nın Meşhed'deki kabri mazlumların teselli odağıydı. Mazlum halk, İmam Rıza'nın ziyaretinde cihad ye şehadet dersleri alırdı. Nitekim son zamanlarda münafıkların İmam Rıza'nın kabrine bomba yerleştirmesi de bu gerçeğin en belirgin ve inkar edilmez bir delilidir. Peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının kabri tarih boyunca inkılapçı insanların toplanma merkezi olmuştur. Bir çok inkılapların temeli bu ziyaretgahlarda atılmıştır. Bizzat İmam Humeyni Necef’te kaldığı on üç yıl boyunca her gece yansı Hz. Ali'nin kabrini ziyaret ederdi. İmam burada o gece yarılarında cihad ve şehadet dersleri alırdı. Dolayısıyla İran'daki bu merasim ve ziyaretgahlara salt ferdi gözle ve adab kurallarıyla bakmamak gerekir. Halk buralarda adeta mazlumların imamı olan Ehl-i Beyt imamlarına olan ahdini yineliyor ve zalimlere duyduğu kin ve öfkesini biliyor. Bu kin ve öfke kül altındaki kora ve durgun bir yanardağa benzer. Halk bu dinamiklerden mahrum kalınca ölü bir ceset haline gelir. Halk en az haftada bir kez buralarda bir araya geliyor, topluca dua okuyor, sabahlara kadar ağlıyorlar. Bu halet-i ruhye içinde yetişen bir nesil yeri gelince de tarihte eşi görülmemiş bir devrimi gerçekleştirdi. Ama ya bizler ne yapıyoruz? Ağlamayan kalp katılaşır, katılaşınca da artık hiç bir şeyden etkilenmez bir hale gelir. Gerçekten de bugünkü durumumuz bunu göstermiyor mu? Günahlarımız sebebiyle ibadet lezzetinden mahrum kılınmışız. Gözlerimiz yaşarmıyor, kalplerimiz hiç bir şeyden etkilenmiyor.
Allah'ın hükümleri açıkça çiğneniyor, sesimiz çıkmıyor. Peygamber ve hanımlarına dil uzatılıyor kılımız kıpırdamıyor. Bütün bunlar toplum olarak öldüğümüzü göstermiyor mu? Biz bu ziyaret ve merasimlerin felsefesini bir kenara itmiş işin sadece ibadi cihetleriyle ilgileniyoruz. Bid'at ve hur af eleriyle uğraşıyoruz. Sanki işin gerçeğiyle amel ediyoruz da sıra hurafeleri yok etmeye gelmiş. Ömür boyu bir defa olsun Allah için gözyaşı dökmemiş gözlerimiz, gece gündüz Allah için gözyaşı döken, ah-u figan eden insanları yanlışlık ve hatalarıyla ilgileniyor. Biz her iki çarpıklığa da karşıyız. Herşeyin gerçeğini alır, fazlalık ve aşırılıklarını reddederiz. Ama bir şeyle amel etmedikçe de ileri-geri konuşmayız. Yapmadığımız bir amel hususunda başkalarını kınamayız. Allah amelsizlere amel, amelinde aşırı gidenlere de itidal nasib etsin. Aşın gidenler kadar amel etmeyenler de suçludur.
Şimdi de ölüden talepte bulunmak ve kabir ziyaretini ilmi ve rivai açıdan ele almak istiyoruz ki bu husustaki şüpheler de cevapsız kalmamış olsun.
Bilindiği gibi İslami kesin inançlardan biri de ruhun bekasıdır. Yani insanın ruhu ölüm hadisesiyle zevam bulmamakta belki sadece başka bir aleme göçmektedir. "Bir diyardan bir diyara naklediliyorsunuz." diye, buyurun Hz. Ali (a.s) da buna işaret etmektedir. Ama ruhun soyutluğunu ve bekasını inkar eden materyalistler ölümle artık insan için her şeyin ortadan kalktığına yok olduğuna inanmaktadırlar. Bir çok rivayette imanlı bir kulun kabre konunca Allah'ın birliğine ve Muhammed'in risaletine şehadette bulunduğu yer almıştır.
Hatta rivayetlerde yer aldığı üzere peygamber, Bedir savaşında ölen kafirleri bir kuyuya doldurduktan sonra onlara hitaben "şimdi rabbinizin sizlere vadettiğini gerçek buldunuz mu?" deyince bazı müslümanlar "Ya Rasulallah bu ölüler sesinizi duyuyor mu?" demiş Rasûlullâh da "evet onlar sesimi duyuyor, ama cevap veremiyorlar." diye buyurmuştur. Ölüler için okunan Kur'an ve dualar ile yapılan hayır ve ihsanların felsefesi de hep bu nefsin bekasıdır. Zira eğer nefis baki değilse o halde bunlar kimin için yapılmaktadır?
Aslında ruhun bekasını ve soyut olduğunu hiç bir Müslüman inkar edemez. Zira buna delalet eden yüzlerce ayet ve rivayetler vardır. Örneğin Fecir suresinin bir ayetinde ve "hoşnut edilmiş olarak dön artık kullarımın arasına gir, cennetime gir." buyrul-maktadır.
Eğer ruhun bekası olmazsa Allah burada kime hitap etmektedir? Dağılıp giden kemiklere mi? toprak olmuş bedene mi?
Ruhun bekası ispat edildiğine göre ölüden talepte bulunmak ve
ölülere tevessül etmek de akli açıdan mümkün sayılır. Zira ölü
den talepde bulunmayı reddedenler hakikatte ruhun bekasım inkar etmektedirler ki bu da İslam'ın temellerini inkar etmek demektir. Zira İslam inancının temellerinden biri olan ahiret alemi de ruhun bekası esası üzere kuruludur. İslami fırkalar arasında ölüden talepde bulunmayı reddedenler vahhabilerdir. Bizim burada vâhhabilerin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye niyetimiz yok. Biz Sadece bu hususta hakikatlerin ortaya çıkmasını istiyoruz.
Evet ölüden talepte bulunmayı ve hakikatte nefsin (ruhun) bekasını inkar edenler vahhabilerdir. Elbette vahhabiler de bu ve benzeri hususlarda İbn-i Teymiye'ye dayanmışlardır. Ama son zamanlarda bazı kimselerin de bunu savunması gerçekten de üzülecek bir olaydır. Bu hususta "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı şöyle diyor: "Hele bir ölüden bir talepte bulunmak şirktir." (s. 181)
Bir başka yerde ise şöyle demektedir: "İnsan sağlığında bile gerçek bu iken ölümünde (ki herşey bitmiştir) artık nasıl ona yardımcı olacaksınız veya o sağlığında size yardımcı olmamışsa ölünce olabilecektir. Bunu Kur'an1 a göre mümkün görebilir miyiz? Asla!" (s. 177)
Kökleri îbn-i Teymiye ile Vahhabiliğin imamı Muhammed b. Abdulvahhab'a dayanan bu sözlere cevap olarak merhum Allame Seyyid Muhammed Hasan-i Kazvini "Vahhabiliğin içyüzü" adlı kitapta (s. 48-78) şöyle demektedir:
"Vahhabiler Allah nezdinde bir makamı olan ölülere tevessül etmek ve onlardan birşey dilemek caiz değildir." diyorlar. Onlar bu hususta bazen Muhammed b. Abdulvahhab'ın şu sözüne istinad ediyorlar:
"Ölülere tevessül etmek yokluğu hitap etmek gibidir ve akıl açısından kabih ve çirkin bir şeydir. Zira ölü canlıların isteklerine icabet etmekten acizdir."
Bazen da İbn-i Teymiye'nin "Tevessül şirktir." sözüne istinad ediyorlar. İbn-i Teymiye, Minhac-üs Sünne kitabının ilk cüzünün 11. sayfasında şöyle yazıyor: "Bizim delilimiz ise şu ayet-i kerimedir: "Onları çağırsanız çağırışınızı duymazlar, imkan olsa da duy-salar cevap veremezler size ve kıyamet gününde de şirk koşmanızı inkar ederler ve hiçbir şey, herşey den haberdar olan gibi haber veremez sana." (Fatır/14)
Halbuki ölümlerinden sonra da olsa insanın ihtiyaçlarının karşılanması ve musibetlerin defedilmesi için peygamber ve evliyaya (as) tevessül etmesi caizdir. Nitekim onlar hayattayken de kendilerine tevessül ediyorlardı. Ölüden birşey dilemek yokluğa hitap etmek değildir; zira ölünün de hayatta olduğu zamandan daha fazla bu cihetlere sahiptir. Kitap, sünnet ve müslümanların icması da buna delalet etmektedir.
Büyük Şafii alimlerinden biri olan Gazali "İhya-i Ulum-id Din" kitabında şöyle yazıyor: "Bazı kimseler "Ölüm yokluk demektir" diyorlar. Bu mülhidlerin ve Allah ile ahirete imanı olmayan kimselerin görüşüdür, "insanlar uykudadır ve öldüklerinde ayılırlar." hadisi de dediğimiz hakikate işaret etmektedir.
Zira kendisine zahir olan şeylerin ilki kendi iyilik ve kötülükleridir. O zaman insan kendi kötü işlerine bakınca sadece pişmanlık ve hasret duyar."
Vahhabilerin bu inancı eski ve yeni tüm İslam alimlerinin de icma ettiği gibi merdud ve batıldır. Ölüm yokluk demek değildir.
Allah'ın dergahına yakın olan kimselerin insanın hacetlerini Allah'tan dilemesinde vasıta olmasının ne Kuran ve ne de sünneti nebevi açısından hiçbir sakıncası yoktur. Belki Kur'an ve sünnet de bunu tasrih etmekte ve doğrulamaktadır.
Bu hususta birçok Kur'an ayeti mevcuttur. Mesela bütün insanlar hakkında nazil olan şu ayet gibi: "işte biz de senin üzerindeki örtüyü açıp kaldırdık. Artık bugün görüş gücün kesindir."
Hakeza şu ayet: "Kendi kitabını oku, bugün nefsin hesap sorucu olarak sana yeter." (İsra/14)
Hakeza şu ayet: "Sabah akşam onların rızıkları orda bulunmaktadır." (Meryem/62)
Hakeza şu ayet: "Şüphe yok ki ebrar olanlar (iyilik sahipleri) elbette nimetler içindedirler." (İnfîtar/13)
Hakeza şu ayet: "Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahi-rette sapasağlam sözle sebat içinde kılar." (İbrahim/27)
Sahih-i Buhari'de peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İmanlı bir kul kabre konunca Allah'ın birliğine ve Mu-hammed'in (saa) risale tine şehadette bulunur." Bu ise şu ayet ile aynı manayı ifade etmektedir:
"Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar." (İbrahim/27)
Bu hususta diğer bir çok ayetler de vardır. Günahkarlar ve kafirler hakkında nazil olan ayetler de bu cümledendir. Mesela şu ayet:
"Ateş sabah akşam ona sunulur/Kıyamet saatinin kopacağı gün ise: Firavun çevresini azabın en şiddetli olanına sokun denecek." (Mümin/46)
Dostları ilə paylaş: |