Bir sessizlik oldu.
"Ölmek zorunda değilsin," dedi Ka. "Ben bunun için buradayım."
"O zaman bir başka şey anlatacağım," dedi Lacivert. Dikkatle dinlendiğinden emin, yeni bir sigara yaktı. Ka'nın böğründe hamarat bir ev kadını gibi sessiz sessiz çalışmakta olan kayıt cihazının farkında mıydı?
"Münih'teyken cumartesi geceleri saat on ikiden sonra ucuza çift film gösteren bir sinema vardı, oraya giderdim," dedi Lacivert. "Cezayir'de Fransızların yaptığı zulmü gösteren Cezayir Savaşı diye bir film çekmiş bir İtalyan vardır, onun son filrni Queimada'yı gösterdiler. Film Atlantik'te şekerkamışı yetiştirilen bir adada İngiliz sömürgecilerin çevirdiği dümenleri, ayarladığı devrimleri gösteriyor. Önce bir zenci lider bulup Fransızlara karşı bir isyan çıkartıyorlar, sonra da adaya yerleşip duruma el koyuyorlar. Siyahlar ilk isyanın başarısızlığı üzerine bir kere daha, bu sefer İngilizlere karşı ayaklanıyor, ama İngilizler bütün adayı yakınca yeniliyorlar. Bu iki isyanın zenci lideri yakalanmış, bir sabah asılmak üzere. Tam o sırada ta baştan onu bulan, isyana kışkırtan, yıllar boyunca her şeyi ayarlayan, en son da İngilizlerin hesabına ikinci isyanı bastıran Marlon Brando zencinin tutsak edildiği çadıra giriyor ve iplerini kesip onu serbest bırakıyor."
"Niye?"
Biraz sinirlendi Lacivert. "Niye olacak... Asılmasın diye! Eğer asılırsa zencinin bir efsane olacağını, yerlilerin yıllarca onun adını isyan bayrağı edeceklerini çok iyi biliyor. Ama zenci, Marlon'un ipleri bu yüzden kestiğini anladığı için serbest bırakılmayı reddediyor ve kaçmıyor."
"Astılar mı onu?" diye sordu Ka.
"Evet ama asılışı gösterilmiyor," dedi Lacivert. "Onun yerine senin şimdi bana yaptığın gibi, zenciye özgürlük öneren ajan Marlon Brando'nun tam adayı terk etmek üzereyken yerlilerden biri tarafından bıçaklanarak öldürülüşü gösteriliyor."
"Ben ajan değilim!" dedi Ka denetleyemediği bir alınganlığa sürüklenerek.
"Ajan kelimesine takılmasın aklın: Ben de İslam'ın ajanıyım."
"Ben kimsenin ajanı değilim," dedi Ka alınganlığından bu sefer sıkılmadan.
"Yani bu Marlboro'nun içine, beni zehirleyecek, irademi gevşetecek özel bir ilaç bile koymadılar mı? Amerikalıların dünyaya verdikleri en iyi şey kırmızı Marlboro'dur. Hayatımın sonuna kadar Marlboro içebilirim."
"Makul davranırsan, bir kırk yıl daha Marlboro içebilirsin!"
"Ajan derken işte bunu kastediyorum," dedi Lacivert. "Ajanların bir işi de insanın aklını çelmektir."
"Yalnızca sana burada, bu eli kanlı, gözü dönmüş faşistlerce öldürülmenin çok akılsızca olduğunu söylemek istiyorum. Ayrıca adın kimse için bayrak filan da olmaz. Bu kuzu millet dinine bağlıdır ama en sonunda dinin değil devletin buyurduğunu yapar. Bütün o isyancı şeyhlerin, din elden gidiyor diye ayağa kalkanların, İran'da yetişmiş militanların, eğer Saidi Nursi gibi biraz namları yürümüşse geriye mezarları bile kalmaz. Bu ülkede adı bir gün bayrak olabilecek dinî önderlerin cesetleri bir uçağa konur ve belirsiz bir yerden denize atılıverir. Bilirsin bütün bunları. Batman'da Hizbullahçıların ziyaretgâha dönüşen mezarları bir gecede kayboldu. Nerede şimdi o mezarlar?"
"Milletin kalbinde."
"Boş laf, bu milletin yalnızca yüzde yirmisi İslamcılara oy veriyor. O da ılımlı bir partiye."
"Ilımlıysa niye korkup askerî darbe yapıyorlar, bunu da söyle o zaman! Senin tarafsız arabuluculuğun işte bu kadar."
"Ben tarafsız bir arabulucuyum." Ka içgüdüyle sesini yükseltti.
"Değilsin. Sen bir Batı ajanısın. Avrupalıların azat kabul etmez kölesisin ve bütün gerçek köleler gibi köle olduğunu bile bilmiyorsun. Nişantaşı'nda biraz Avrupalılaşıp halkın dinini ve geleneğini içtenlikle küçümsemeyi öğrendiğin için kendini bu milletin efendisi gibi görüyorsun. Sence bu ülkede iyi ve ahlaklı olmanın yolu dinden, Allah'tan, milletin hayatını paylaşmaktan değil, Batı'yı taklit etmekten geçiyor, İslamcılara ve Kürtlere yapılan zulme karşı bir iki söz edersin belki, ama yüreğin gizliden gizliye askeri darbeye onay veriyor."
"Şunu da ayarlayabilirim sana: Kadife başörtüsünün altına peruk takar, böylece başını açınca kimse saçlarını görmez."
"Bana şarap içiremezsiniz!" diye sesini yükseltti Lacivert. "Ben ne Avrupalı olacağım, ne de taklitçisi. Ben kendi tarihimi yaşayacağım ve kendim olacağım, insanın Avrupalıları taklit etmeden onların kölesi olmadan da mutlu olabileceğine inanıyorum. Batı hayranlarının bu milleti küçümsemek için sık sık söyledikleri bir lafı vardır ya hani: Batılı olmak için kişinin önce birey olması lazım ama Türkiye'de birey yok derler ya. idamımın anlamı da budur. Ben birey olarak Batılılara karşı çıkıyorum, bir birey olduğum için onları taklit etmeyeceğim."
"Sunay bu oyuna o kadar inanıyor ki, şunu da ayarlayabilirim Millet Tiyatrosu boş olacak. Canlı yayın kamerası Kadife'nin başörtüsüne uzanan ellerini gösterecek ilk. Sonra bir montaj hilesiyle, başını açan başka birinin saçları gözükecek."
"Beni kurtarmak için bu kadar çok çırpınman da şüpheli."
"Çok mutluyum ben," dedi Ka yalan söyleyen biri gibi suçluluk duyarak. "Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım. O mutluluğu korumak istiyorum."
"Nedir seni mutlu eden şey?"
Daha sonra çok düşüneceği gibi: "Çünkü şiir yazıyorum," demedi Ka. "Çünkü Allah'a inanıyorum," da demedi. Bir hamlede "Çünkü âşık oldum!" dedi. "Sevgilim benimle Frankfurt'a gelecek." Aşkını ilgisiz birine açabildiği için bir an sevinç duydu.
"Sevgilin kim?"
"Kadife'nin ablası İpek."
Lacivert'in yüzünün karıştığını gördü Ka. Bir an coşkuya kapıldığı için hemen pişman oldu. Bir sessizlik başladı.
Lacivert bir Marlboro daha yaktı, "İnsanın idama giden biriyle paylaşmak isteyecek kadar mutlu olması Allah'ın bir lütfudur. Farzet ki ben bu mutluluğun zedelenmeden şehirden kurtulasın diye getirdiğin teklifleri kabul ettim, Kadife de ablasının mutluluğu bozulmasın diye onurunu zedelemeyecek münasip bir şekilde oyunda yerini aldı; sözlerini tutup beni serbest bırakacakları ne malum? "
"Bunu söyleyeceğini biliyordum!" dedi Ka heyecanla. Bir an sustu. Parmağını dudaklarına götürüp Lacivert'e "sus ve dikkat" anlamında bir işaret yaptı. Ceketinin düğmelerini çözdü, kazağının üzerinden göstere göstere ses kayıt aracını durdurdu. "Ben kefil olurum, önce seni bırakırlar," dedi. "Kadife de sen saklandığın yerden kendisine serbest bırakıldığın haberini gönderdikten sonra çıkar sahneye. Ama durumu Kadife'ye kabul ettirebilmek için önce senin bu anlaşmaya razı olduğunu söyleyen bir mektubu yazıp bana teslim etmen gerek." Bütün bu ayrıntıları o anda düşünüyordu, "İstediğin koşullarda ve istediğin yerde bırakılmanı sağlayacağım," diye fısıldadı. "Yollar açılıncaya kadar kimsenin bulamayacağı bir yerde gizlenirsin. Bunun için de bana güven."
Lacivert masanın üzerindeki kâğıtlardan birini uzattı. "Buraya Kadife'nin şerefini lekelemeden başını açıp sahneye çıkması karşılığında benim serbest bırakılmam ve Kars şehrinden salimen çıkabilmem için sen Ka'nın arabulucu ve kefil olduğunu yaz. Sözünü tutmazsan ve ben de oyuna getirilirsem kefilin cezası ne olsun?"
"Senin başına ne gelirse, benim başıma da o gelsin!" dedi Ka.
"Öyle yaz o zaman."
Ka da ona bir kâğıt uzattı. "Sen de bu söylediğim anlaşmaya razı olduğunu, Kadife'ye anlaşma haberinin benim tarafımdan iletileceğini, kararı Kadife'nin vereceğini yaz. Kadife razı olursa, olduğunu bir kâğıda yazıp imzalar ve sen de o başını açmadan önce uygun bir şekilde serbest bırakılırsın. Bunları yaz. Nerede ve nasıl serbest bırakılacağını ise benimle değil, bu iş için daha çok güveneceğin bir başkasıyla çöz. Bu konuda rahmetli Necip'in kankardcşi Fazıl'ı öneririm."
"Kadife'ye âşık olup mektuplar yollayan çocuk mu?"
"O Necip'ti, öldü. Allah'ın yolladığı özel bir insandı," dedi Ka. "Fazıl da onun gibi iyi bir insan."
"Sen öyle diyorsan güvenirim," dedi Lacivert ve önündeki kâğıda yazmaya başladı.
İlk Lacivert bitirdi yazısını. Ka kendi kefalet yazısını bitirince Lacivert'in o hafif alaycı bakışıyla gülümsediğini gördü ama aldırmadı, işleri yoluna koyduğu, şehirden İpek ile çıkabileceği için olağanüstü mutluydu. Sessizce kâğıtları değiştirdiler. Ka verdiği kâğıdı Lacivert'in okumadan katlayıp cebine koyduğunu gördüğü için kendisi de öyle yaptı ve Lacivert'in göreceği bir hareketle düğmesine basıp ses kayıt aletini yeniden çalıştırdı.
Bir sessizlik oldu. Ka teybi kapamadan en son söylediği sözleri hatırladı. "Bunu söyleyeceğini biliyordum," dedi. "Ama taraflar birbirlerine karşı bir güven beslemezlerse hiçbir anlaşma yapılamaZ.Devletin sana vereceği söze sadık kalacağına inanman lazım."
Birbirlerinin gözlerinin içine bakarak gülümsediler. Daha sonra, yıllar boyunca o ânı her düşünüşünde Ka kendi mutluluğunun Lacivert'in öfkesini görmesine engel olduğunu pişmanlıkla hissedecek, bu öfkeyi sezseydi şu soruyu sormayacağını düşünecekti:
"Kadife bu anlaşmaya uyar mı?"
"Uyar," diye cevap verdi Lacivert gözlerinden hiddet fışkırarak.
Biraz daha sustular.
"Madem beni hayata bağlayacak bir anlaşma yapmak istiyorsun, bana mutluluğundan söz et," dedi Lacivert.
"Hayatta hiç kimseyi böyle sevmedim," dedi Ka. Sözlerini saf ve budalaca buluyordu ama gene de söyledi. "Benim için hayatta İpek'ten başka mutluluk imkânı da yoktur."
"Mutluluk nedir?"
"Bütün bu yokluğu, ezikliği unutabileceğin bir dünya bulmak. Birisini bütün bir dünya gibi tutabilmek..." dedi Ka. Daha söyleyecekti ama Lacivert ayağa kalktı birden.
"Satranç" adlı şiir Ka'nın aklına o an gelmeye başladı. Ayaktaki Lacivert'e bir bakış attı, cebinden defterini çıkardı ve hızla yazmaya başladı. Şiirin mutluluk ve iktidardan, bilgelik ve hırstan söz eden mısralarını kaleme alırken Lacivert ne olup bittiğini anlamaya çalışarak Ka'nın omuzunun üzerinden kâğıda bakıyordu. Ka bu bakışı içinde hissetti, daha sonra bu bakışın ima ettiği şeyi şiire koymakta olduğunu gördü. Şiiri yazan kendi eline bir başkasının eli gibi bakıyordu. Lacivert'in bunu fark edemeyeceğini anladı; hiç olmazsa elini hareket ettiren bir başka güç olduğunu hissetsin istedi. Ama Lacivert, yatağın kenarına oturmuş, gerçek bir idam mahkûmu gibi, asık suratla sigara içiyordu.
Daha sonra sık sık düşüneceği, anlayamadığı bir çekime kapılarak Ka ona gene yüreğini açmak istedi.
"Yıllardır şiir yazamadım," dedi. "Şimdi Kars'ta şiire giden bütün yollar açıldı. Burada içimde hissettiğim Allah sevgisine bağlıyorum bunu."
"Seni kırmak istemem ama seninkisi Batı romanlarından çıkma bir Allah sevgisi," dedi Lacivert. "Burada Allah'a bir Avrupalı gibi inanırsan gülünç olursun. O zaman inandığına da inanamaz insan. Bu ülkeye ait değilsin, sanki Türk değilsin. Önce herkes gibi olmayı dene, sonra inanırsın Allah'a."
Ka sevilmediğini derinden hissetti. Masadaki kâğıtlardan birkaç tanesini katlayıp aldı. Kadife'yi ve Sunay'ı bir an önce görmesi gerektiğini söyleyerek hücrenin kapısını vurdu. Kapı açılınca Lacivert'e dönüp Kadife'ye özel bir mesajı olup olmadığını sordu. Lacivert gülümsedi: "Dikkat et," dedi. "Kimse öldürmesin seni."
36
Gerçekten ölmeyeceksiniz değil mi efendim?
HAYAT İLE OYUN, SANAT İLE SİYASET ARASINDA PAZARLIK
Yukarı kattaki MİT görevlileri kayıt cihazını göğsüne yapıştıran bandajları kıllarını kopararak ağır ağır çözerlerken Ka bir içgüdüyle onların alaycı ve işbilir havalarına uydu ve Lacivert'i küçümsedi. Böylelikle onun kendisine karşı takındığı düşmanca tavır üzerinde durmadı hiç.
Askeri kamyonun şoförüne otele gidip kendisini beklemesini söyledi. Yanında iki koruma eri, garnizonu boydan boya yürüyerek geçti. Subay lojmanlarının açıldığı karlar altındaki geniş meydanda, kavak ağaçlarının altında gürültücü erkek çocukları kartopu oynuyorlardı. Kenarda Ka'ya ilkokul üçteyken alınan kırmızı siyah yünlü paltoyu hatırlatan bir palto giymiş incecik bir kız, az ötede iri bir kartopunu yuvarlayan iki arkadaşıyla kardan adam yapıyordu. Hava pırıl pırıldı ve güneş yorucu fırtınadan sonra ilk defa etrafı biraz olsun ısıtmaya başlamıştı.
Otelde hemen İpek'i buldu. Mutfaktaydı, üzerinde bir zamanlar Türkiye'deki bütün liseli kızların giydiği bir jile ve önlük vardı. Ka mutlulukla baktı ona, sarılmak istedi ama yalnız değillerdi: Sabahtan beri olup bitenleri özetledi, hem kendileri için, hem de Kadife için işlerin iyi gittiğini anlattı. Gazete dağıtılmıştı, ama öldürülmekten korkmadığını söyledi! Daha da konuşacaklardı ki Zahide mutfağa girdi ve kapıdaki iki koruma erinden söz etti.
İpek onları içeri almasını ve çay vermesini söyledi. Ka ile kaşla göz arasında yukarıda odasında buluşmak için sözleştiler.
Ka odasına çıkar çıkmaz paltosunu asıp, tavana bakarak İpek'i beklemeye başladı. Konuşmaları gereken pek çok şey olduğundan İpek'in hiç naz yapmadan geleceğini çok iyi bilmesine rağmen kısa süre içinde kötümserliğe kaptırdı kendini. Önce İpek'in babasıyla karşılaştığı için gelemediğini hayal etti; daha sonra gelmek istemediğini korkuyla düşünmeye başladı. Karnından bütün gövdesine zehir gibi yayılan o ağrıyı gene duydu. Başkalarının aşk acısı dediği şey buysa eğer, mutluluk verici hiçbir şey yoktu onda. İpek'e olan aşkı derinleştikçe bu güvensizlik ve kötümserlik buhranlarının daha da çabuk başladığının farkındaydı. Aşk diye sözünü ettikleri şeyin bu güvensizlik duygusu, bu aldatılma ve hayal kırıklığına uğrama korkusu olduğunu düşündü, ama herkes bundan bir yenilgi Ve sefalet gibi değil de, olumlu, hatta zaman zaman gurur duyulan bir şey gibi söz ettiğine göre kendi durumu biraz değişik olmalıydı. Daha kötüsü, bekledikçe paranoyakça düşüncelere (İpek gelmiyor, İpek aslında zaten gelmek istemiyor, İpek bir dolap çevirmek ya da gizli bir amaç için geliyor, hepsi Kadife, Turgut Bey ve İpek aralarında konuşuyorlar ve Ka'yı dışlanması gereken bir düşman gibi görüyorlar) kapılması kadar, bu düşüncelerin hastalıklı ve paranoyakça olduğunu da düşünüyor olmasıydı. Aynı anda hem paranoyakça bir düşünceye kendini kaptırıyor, mesela şimdi İpek'in bir başkasının sevgilisi olduğunu karnı ağrıyarak düşünüp, gözünün önünden acıyla geçiriyor, hem de aklının bir başka yanıyla düşündüğü şeyin hastalıklı olduğunu biliyordu. Bazan acısı dinsin, gözünün önündeki kötü sahneler (mesela İpek şimdi Ka'yı görmekten ve Frankfurt'a gelmekten caymış olabilirdi) silinsin diye bütün gücüyle aklının aşkla dengesizleşmemiş en mantıklı yanını harekete geçirip (beni seviyor tabii, sevmese niye öyle coşkulu olsun ki) güvensizlikten ve korkutucu düşüncelerden kurtuluyor, ama bir süre sonra yeni bir endişeyle tekrar zehirleniyordu.
Koridordaki ayak seslerini duyunca bunun İpek değil, İpek'in gelemeyeceğini söylemeye gelen biri olduğunu düşündü. Kapıda İpek'i görünce hem mutlulukla hem de düşmanca baktı ona. Tam on iki dakika beklemişti ve beklemekten yorgundu, İpek'in makyaj yaptığını, ruj sürdüğünü mutlulukla gördü.
"Babamla konuştum, ona Almanya'ya gideceğimi söyledim," dedi İpek.
Ka aklındaki kötümser resimlere kendini öylesine kaptırmıştı ki ilk anda bir kırgınlık duydu; İpek'in söylediklerine kendini veremedi. Bu da İpek'te getirdiği haberlerin sevinçle karşılanmadığı şüphesini doğurdu; dahası bu hayal kırıklığı İpek'in geri çekilmesine yol açtı Ama aklının bir başka yanıyla da, Ka'nın kendisine çok âşık olduğunu, şimdiden kendisine annesinden asla ayrılamayacak beş yaşında çaresiz bir çocuk gibi bağlandığını biliyordu. Ka'nın kendisini Almanya'ya götürmek istemesinin bir nedeninin artık kendini mutlu hissettiği evin Frankfurt'ta olması kadar, hatta daha çok, orada bütün gözlerden uzakta İpek'e bütünüyle ve güvenle sahip olabilme umudu olduğunu da biliyordu.
"Canım senin neyin var?"
Ka daha sonraki yıllarda aşk acısıyla kıvranırken İpek'in bu soruyu soruşundaki yumuşaklığı ve tatlılığı binlerce defa hatırlayacaktı. Aklındaki bütün endişeleri, terk edilme korkusunu, gözünün önünden geçirdiği en korkunç sahneleri İpek'e tek tek anlattı.
"Aşk acısından peşinen bu kadar korktuğuna göre bir kadın sana çok acı çektirmiş olmalı."
"Biraz acı çektim ama senin bana çektirebileceğin acı şimdiden korkutuyor."
"Hiç çektirmeyeceğim sana acı," dedi İpek. "Sana âşığım, seninle Almanya'ya geleceğim, her şey çok iyi olacak."
Bütün gücüyle Ka'ya sarıldı ve Ka'ya inanılmaz gelen bir rahatlıkla seviştiler. Ka ona sert davranmaktan, bütün gücüyle ona sarılmaktan ve teninin narin beyazlığından zevk aldı, ama ikisi de sevişmelerinin dün geceki kadar derin ve şiddetli olmadığının farkındaydılar.
Ka'nın aklı arabuluculuk planlarındaydı. Hayatında ilk defa mutlu olabileceğine, biraz akıllı davranır Kars'tan sevgilisiyle sağ salim çıkarsa bu mutluluğun sürekli olabileceğine inanıyordu. Aklı hesap kitapta, pencereden bakıp sigara içerken yeni bir şiirin gelmekte olduğunu hissedince şaşırdı, İpek sevgi ve hayretle izlerken şiiri aklına geldiği gibi hızla yazdı. "Aşk" adlı bu şiiri Ka daha sonra Almanya'da yaptığı okumalarda altı kere okumuştu. Dinleyenler, bana şiirde anlatılan aşkın sevgiden çok huzur ve yalnızlık ya da güven ve korku arasındaki gerilimlerden, bir kadına duyulan özel ilgi kadar (bu kadının kim olduğunu daha sınıra yalnızca bir kişi sordu bana) Ka'nın hayatının anlayamadığı karanlıklarından kaynaklandığını söylediler. Oysa Ka'nın daha sonra bu şiiri hakkında tuttuğu notların çoğu İpek ile hatıralarından, ona duyduğu özlemden, onun kıyafetleri ve hareketlerinin küçük yan anlamlarından söz ediyordu. Onu ilk görüşümde İpek'ten bu kadar etkilenmemin bir nedeni de bu notları defalarca okumuş olmamdır.
İpek aceleyle giyinip kardeşini yollayacağını söyleyip çıktıktan hemen sonra Kadife geldi. Ka iri gözleri açılmış Kadife'nin telaşını yatıştırmak için merak edilecek bir şey olmadığını, Lacivert'e kötü davranılmadığını anlattı. Lacivert'i anlaşmaya ikna edebilmek için çok dil döktüğünü, onun çok cesur biri olduğuna inandığını söyledi ve daha önceden hazırladığı bir yalanın ayrıntılarını ani bir ilhamla geliştirmeye başladı: Daha zorunun Lacivert'i Kadife'nin bu anlaşmayı kabul ettiğine ikna etmek olduğunu söyledi ilk. Lacivert'in kendisiyle yapılan anlaşmanın Kadife'ye yapılmış bir saygısızlık olduğunu, ilk Kadife ile konuşulması gerektiğini söylediğini anlattı, ve Kadifecik kaşlarını kaldırırken bu yalana derinlik ve hakikilik verebilmek için Lacivert'in bu sözünün samimi olmadığını düşündüğünü söyledi. Bu noktada, numaradan da olsa Kadife'nin onuru için Lacivert'in kendisiyle uzun bir süre çekiştiğini, "anlaşmayı yan cebime koy" havasıyla yapıyor bile olsa bunun (yani bir kadının kararına gösterdiği saygının) Lacivert için olumlu bir şey olduğunu ekledi. Ka hayatta tek gerçeğin mutluluk olduğunu geç de olsa öğrendiği bu aptal Kars kentinde, kendilerini saçmasapan siyasi kavgalara vermiş bu bahtsız insanlara bu yalanları zevkle kıvırdığı için şimdi memnundu. Ama bir yandan da kendisinden çok cesur ve fedakâr bulduğu Kadife'nin bu yalanları yuttuğunu, sonunda mutsuz olacağını sezdiği için de kederleniyordu. Bu yüzden son bir zararsız yalanla hikâyesini kesti: Lacivert'in Kadife'ye fısıldayarak selam söylediğini ekledi ve anlaşmanın ayrıntılarını ona bir kere daha tekrarlayıp fikrini sordu.
"Başımı bildiğim gibi açacağım," dedi Kadife.
Ka bu konuya hiç değinmezse yanlış yapacağını hissederek Lacivert'in Kadife'nin peruk takması ya da benzeri yollara başvurmasını rnakul karşıladığını söyledi, ama Kadife'nin öfkelendiğini görünce sustu. Anlaşmaya göre önce Lacivert salıverilecek, emin bir yere saklanacak, bundan sonra da Kadife kendi üslubunda başını açacaktı. Kadife bunları bildiğine ilişkin bir kâğıdı hemen yazıp imzalayabilir miydi? Ka, dikkatle okusun ve örnek alsın diye Lacivert'ten aldığı kâğıdı Kadife'ye uzattı. Lacivert'in el yazısını görmenin bile Kadife'yi duygulandırdığını görünce bir sevgi geçti ona içinden. Kadife mektubu okurken bir an Ka'ya göstermemeye çalışarak kâğıdı kokladı. Onun bir kararsızlık geçirdiğini hissettiği için Ka kâğıdı Sunay'ı ve çevresindeki askerleri Lacivert'i serbest bırakmaya ikna etmek için kullanacağını söyledi. Askerler ve devlet türban meselesi yüzünden Kadife'ye öfkeliydiler belki, ama bütün Kars gibi onun mertliğine ve sözüne inanırlardı. Ka'nın uzattığı temiz kâğıda Kadife hevesle yazmaya başlayınca Ka bir an onu seyretti. Kasaplar Sokağı'nda birlikte yürüyerek yıldız falından söz ettikleri önceki geceden beri Kadife yaşlanmıştı.
Kadife'den aldığı kâğıdı cebine indirdikten sonra Ka Sunay'ı ikna ederse önlerindeki sorunun serbest bırakılınca Lacivert'in güvenle saklanacağı bir yer bulmak olduğunu söyledi. Lacivert'i saklamak için Kadife yardıma hazır mıydı?
Kadife vakur bir "evet" işareti yaptı.
"Merak etme," dedi Ka. "Sonunda hepimiz mutlu olacağız."
"Doğru olanı yapmak her zaman insanı mutlu etmiyor!" dedi Kadife.
"Doğru bizi mutlu edecek olandır," dedi Ka. Yakın zamanda Kadife'nin Frankfurt'a gelip ablasıyla kendisinin mutluluğunu göreceğini hayal ediyordu, İpek, Kaufhof'tan Kadife'ye şık bir pardesü alacak, hep birlikte sinemaya gidecekler, sonra da Kaiserstrasse'deki lokantalardan birinde sosis yiyip bira içeceklerdi.
Kadife'nin hemen arkasından Ka paltosunu giyip aşağı indi, askerî araca bindi, iki koruma eri hemen arkasında oturuyordu. Ka tek başına yürürse bir saldırıya uğrayacağını düşünmenin fazla korkaklık olup olmadığını sordu kendine. Kamyonun şoför yerinden seyrettiği Kars sokakları hiç de korkutucu değildi. Ellerinde fileleri çarşıya çıkmış kadınları gördü; kartopu oynayan çocuklara, kaymamak için birbirlerine tutunarak yürüyen ihtiyarlara bakıp İpek ile Frankfurt'ta sinemada elele tutuşarak film seyredeceklerini hayal etti.
Sunay, darbeci arkadaşı Albay Osman Nuri Çolak ile birlikteydi. Ka onlarla mutluluk hayallerinin verdiği iyimserlikle konuştu: Her şeyi ayarladığını, Kadife'nin oyunda rol almaya ve başını açmaya razı olduğunu, Lacivert'in de bunun karşılığında serbest bırakılmaya can attığını söyledi. Sunay ve albay ile aralarında gençliklerinde aynı kitapları okumuş makul insanlara özgü bir anlayış olduğunu hissetti. Dikkatli, ama hiç de çekingen olmayan bir dille eldeki meselenin çok kırılgan olduğunu söyledi. "Önce Kadife'nin gururunu okşadım, sonra da Lacivert'in," dedi. Onlardan aldığı kâğıtları Sunay'a verdi. Sunay kâğıtları okurken Ka onun daha öğlen olmadan içmiş olduğunu sezdi. Bir an başını Sunay'ın ağzına yaklaştırarak rakı kokusundan emin oldu.
"Bu herif Kadife sahneye çıkıp başını açmadan önce serbest bırakılmak istiyor," dedi Sunay. "Çok uyanık."
"Kadife de aynı şeyi istiyor," dedi Ka. "Çok uğraştım, ama pazarlığı buraya kadar getirebildim."
"Devlet olarak biz niye inanalım ki onlara?" dedi Albay Osman Nuri Çolak.
"Onlar da devlete inançlarını kaybetmişler," dedi Ka. "Bu güvensizlik sürerse hiçbir şey olmaz."
"İbret olsun diye aşılabileceği, sonra bunun bir sarhoş tiyatrocu ile kırgın bir albayın darbesi diye bizlerin üzerine yıkılabileceği Lacivert'in hiç aklına gelmiyor mu?" dedi albay.
"Ölümden korkmuyormuş gibi davranmayı çok iyi biliyor. Bu yüzden gerçek düşüncesinin ne olduğunu anlayamıyorum. Asılarak bir aziz, bir bayrak insan olmak istediğini de ima etti."
"Diyelim ki önce Lacivert'i serbest bıraktık," dedi Sunay. "Kadife'nin sözünü tutup oyunda oynayacağına nasıl güvenelim?"
"Bir zamanlar hayatını onur ve bir davaya bağlılık üzerine kurup berbat etmiş Turgut Bey'in kızı olduğu için Kadife'nin sözüne en azından Lacivert'in sözünden daha çok inanabiliriz. Ama şimdi ona Lacivert'i serbest bıraktığını söylesen, akşam sahneye çıkıp çıkmayacağını kendisi bile bilmeyebilir. Anlık öfke ve kararlarla yaşayan bir yanı var."
"Ne öneriyorsun?"
"Bu askerî darbeyi yalnızca siyaset için değil, güzelliği ve sanatı için de yaptığınızı biliyorum," dedi Ka. "Sunay Bey'in sanat için siyaset yaptığını da bütün hayatından çıkarıyorum. Şimdi yalnızca sıradan siyaset yapmak istiyorsanız Lacivert'i serbest bırakıp tehlikeye girmemeniz gerekir. Ama Kadife'nin bütün Kars'ın önünde başını açmasının hem sanat hem de çok derin bir siyaset olacağını da hissediyorsunuzdur."
"Başını açacaksa Lacivert'i bırakırız," dedi Osman Nuri Çolak. "Akşamki oyun için de bütün şehri toparlarız."
Sunay sarılarak eski askerlik arkadaşını öptü. Albay çıktıktan sonra "Bütün bunları karıma da söylemeni istiyorum!" diyerek Ka'yı elinden tutup içerideki bir odaya götürdü. Bir elektrik sobasıyla ısıtılmaya çalışılan soğuk ve eşyasız odada Funda Eser gösterişli bir tavırla elindeki metni okuyordu. Ka ile Sunay'ın açık kapıdan kendisini seyrettiklerini gördü, ama istifini hiç bozmadan okumaya devam etti. Gözlerinin çevresine sürdüğü boyalar, kalın ve ağır ruju, iri göğüslerinin üstünü gösteren açık kıyafeti ve abartılı jestlerine takılan Ka, söylediklerine hiç dikkat edemedi onun.