Birinci Bölüm Din ve Mahiyeti



Yüklə 6,05 Mb.
səhifə69/105
tarix30.10.2017
ölçüsü6,05 Mb.
#22655
1   ...   65   66   67   68   69   70   71   72   ...   105

d) Cincilik

Cin, duyu organları ile algılanamayan ve insanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan varlık türünün adı­dır. Cin kelimesinin kökünde Arapça'da, örtme, gizleme ve gölgeleme an­lamı mevcut olup duyu organlarıyla algılanamayan gizli ve ruhanî varlıklara cin denmesi bu sebepledir,

Kur'ân-ı Kerîm'de verilen bilgilere göre, cinler de insanlar gibi Allah'a kulluk için yaratılmıştır. Cinler insanlara göre bazı üstün güçlere sahip olsa­lar da gaybı bilemezler (el-En'âm 6/100, 116; el-Hicr 15/27; Sebe' 34/14; ez-Zâriyât 51/56; er-Rahmân 55/15, 56), Hadislerde de, meselâ her insanın yanında bir cin bulunduğu, cinlerin müminlere vesvese vermeye çalıştığı gibi bazı açıklamalar yer alsa da, cinlerle ilgili ayrıntı verilmez. Bunun için de cinlerin tanım ve mahiyeti öteden beri İslâm bilginlerini meşgul etmiş, bu

HflRflMifiR vs HeınııeR 1 53

konuda çoğu tahmin ve akıl yürütmeye dayalı çeşitli teori ve açıklamalar gündeme gelmiştir. Bu bağlamda olmak üzere İslâm bilginleri, insanlann duyular ötesi âlemle irtibat vasıtalarından birisinin de cinler olduğunu ifade ederler. Yukarıda atıf yapılan âyetlerde de bu yönde işaretler vardır. Cinlerin bilgilerinin de sınırlı olduğu, mutlak gaybın onlar için de kapalı bulunduğu bilinmekle birlikte cinlerin insanlar için nisbî gayb sayılan bazı olayları bil­diği veya müşahede edebildiği sanılmaktadır.

Âyet ve hadislerin cinlerin varlığından bahsedip daha fazla açıklama yapmamasının meydana getirdiği bilgi boşluğu ve merak, İslâm toplumla­rında hemen her dönemde çeşitli kimselerin bu alanda özel bilgi sahibi ol­duğu iddiasıyla ortaya çıkmasına da âdeta uygun bir ortam hazırlamıştır. Bazı İslâm bilginlerinin cinlerin insan üzerindeki olumlu veya olumsuz bir­çok etkiye sahip olduğu şeklindeki görüşleri, cinlerin sihir ve büyü aracı olarak kullanılmasına veya böyle bir iddiaya kaynaklık etmiş, neticede diğer faktörlerin de sonucu, gerek müslüman toplumlarda gerekse diğer Batı ve Doğu toplumlarında cincilik ve huddâmcılık bir sektör haline gelmiştir.

Ancak cinlerle ilgili olarak âyet ve hadislerde bildirilenlerin dışındaki yo­rumların eski İran, Türk ve Hint kültürlerinden intikal ettiği anlaşılmaktadır. Öte yandan İslâm âlimlerinin çoğunluğu cinlerin, varsa veya marnlıyorsa, tesirinden ve tehlikesinden kurtulmak, onlara mâruz kalmamak için Kur'an okumanın yeterli olacağını belirtmişler, başka bir yola başvurulmasını doğru bulmamışlardır. Şu halde müslüman bir kimsenin cinlerden korkmaması ve Allah'ın izni olmadan, bir varlığın başka bir varlığa zarar veremeyeceğine gönülden inanması gerekir. Diğer varlıklardan gelebilecek zararlara karşı Allah'a sığınmak gerektiği gibi cinlerden gelebilecek zararlar hususunda da aynı tutuma sadık kalınmalıdır. Nitekim Hz, Peygamber'in de cinlerin insanı etkilemesine karşı Âyetü'l-kürsî'yi ve Muavvizeteyn'i (Felâk ve Nâs sûreleri) okuyarak bu yönde örnek davranış gösterdiği rivayet olunmuştur,

İslâm açık ve doğru bilgiyi Kur'an'la ve Hz, Peygamber'in açıklamala-nyla getirmiş, insanları bunlarla sorumlu tutmuş, ölüm ve duyular âlemi ötesi varlıklar alemiyle ilgili olarak da gerektiği kadar ve yeterli düzeyde açıklama yapmıştır. Nitekim ilk çağlardan beri cinlerle ilgilenme, onlardan bilgi toplama peşinde koşanlar ve bu uğurda ömür tüketenler, bütün insanlığın değil, tek bir insanın hidayetine yetecek kadar bir bilgi birikimi bile elde edememişlerdir, Müslümanların bu bilgilerle yetinmesi, insanoğlunun bilinme­yene ve gizemliye olan tabii merakını istismar ederek bundan çıkar sağlayan, yaptıkları işe de dinî bir görünüm ve mahiyet atfeden kimselere itibar etme-

154 llMIHfll

mesi gerekir. Cinciler etrafında daha çok dinî bilgisi eksik, çaresizlik ve im­kânsızlık içinde olan kimselerin kümeleştiği dikkate alınırsa, toplumumuzda hem dinî eğitimin tam ve doğru şekilde yapılmasının hem de devletin gerekli sosyal güvenlik ve sağlık tedbirlerini almasının zaruret derecesinde önem kazandığı anlaşılır,



e) Büyücülük

Gaybdan haber verme iddiası, falcılık ve cincilik türü faaliyetlerin belki de en ağırı büyücülüktür, Arapça'da sihir kelimesiyle ifade edilen büyü, gözbağcılık ve hile yoluyla insanları manyetize ederek tabiat kanunlarına aykırı olaylar ortaya koyma ve insanları yanıltma sanatının adı ise de Türk­çe'deki büyü kelimesi başta sihir, muskacılık ve cincilik olmak üzere kişile­rin maddî-mânevî araçları kötüye kullanarak bazı gayeleri gerçekleştirme çabasını da içine alır,

Kur'an'da sihir kavramına değişik vesilelerle sıklıkla temas edilmiş ve bu âyetlerde özetle Allah'ın diğer peygamberlere ve Hz, Muhammed'e indirdiği vahyin ve bu peygamberlerin hak olduğu, sihir ve sihirbaz olmadığı bildiril­miş, geçmiş peygamberlere karşı sihirbazların yürüttüğü muhalefet ve iftira kampanyasına değinilmiş, sihirbazların felah bulmaz yalancı ve düzenbazlar olduğu ifade edilmiştir (bk, el-A'râf 7/116; Yûnus 10/76-77; Tâhâ 20/69; ez-Zuhruf 43/30; ez-Zâriyât 51/52), Hadislerde de sihir yapma yedi büyük gü­nah arasında sayılmıştır (Buhârî, "Vesâyâ", 23; Müslim, "îmân", 144),

Büyücülüğün, kökü ilk dönem toplumlarına kadar uzanan uzun bir geçmişi vardır. Büyü, temelinde menfaat olan bir davranış olduğundan din ve kutsal tanımaz. Büyüde Tann'nm irade ve kudreti üstünde işler başara­bilme iddiası vardır, İslâm dini büyü yapma ve yaptırmayı büyük günahlar­dan saymış ve ona şiddetle karşı çıkmıştır. Büyünün gerçeklik ve etki dere­cesinin ne olduğu tartışması bir tarafa, İslâm âlimleri Allah'ın dilemesi dı­şında büyünün kimseye bir zararının dokunmayacağını, müslümanın bü­yüyle uğraşması ve büyü yaptırmasının haram olduğunu ifade etmişlerdir.

Büyü yapılmış kimselerin bunun etkisinden kurtulmak için bu işi (büyü yapmayı) meslek edinmiş kimselere başvurmaları sakıncalıdır. Öncelikle yapılacak şey Allah'a sığınmak, ibadet ve dua etmek, yoksullara sadaka vermektir. Âlim, takva sahibi ve güvenilir bir kimse büyü mağdurlarına yardımcı oluyorsa ondan yararlanmak da mümkündür.

HeınııeR 1 SS

C) Ruh

İnsan, kendisine canlılık kazandıran ruh ve ona mekân teşkil eden be­den olmak üzere iki unsurdan meydana gelir. Bunlardan beden duyulur âleme, ruh ise duyular ötesi âleme ilişkin birer gerçektir. Ruhun mahiyeti, iç yüzü ve beden ile bağlantısı öteden beri insanlığı en çok düşündüren konu­lardan biri olduğu gibi, eski ve yeni felsefî akımlan ve İslâm bilginlerini de bir hayli meşgul etmiştir,

Kur'an âyetleri ruhun varlığından haber vermekte, onun Allah'ın emir­lerinden biri olduğunu ve insanlara bu konuda az bir bilgi verildiğini bildir­mektedir (el-İsrâ 17/85), Bu ifade insanın dünyada ruhun mahiyetini kav­ramasının imkânsızlığına, çünkü bunun bir bakıma insanın kendi kendini tam anlamıyla çözmesi demek olduğuna işaret etmektedir, İnsanın yaratılış evrelerinden söz eden âyetlerden (el-Mü'minûn 23/12-14) ve Hz, Peygam-ber'in anne karnındaki cenine belli bir zaman diliminden sonra ruh üflendi­ğini belirten açıklamalarından (Buhârî, "Bed'ü'1-halk", 6; "Kader", 1; Müslim, "Kader", 1), ruhların cesetlerden sonra yaratıldığı anlaşılmaktadır.

Ruhun mahiyeti konusunda yukarıda temas edilen âyet ve hadislerle sı­nırlı bir naklî bilgiye sahip olunduğuna, bunlarda da daha fazla ayrıntı ve­rilmediği özellikle vurgulandığına göre, İslâm bilginlerinin bu hususta ileri sürdükleri görüş ve teorilerin bir yorum ve tahmin mahiyetinde olduğu, diğer din toplumlarının kültürlerinden de bazı unsurlar içerdiği söylenebilir, Müslüman toplumlarda ruh etrafında oluşan kült ve çeşitli inanışlar da böyle bir yapıya sahiptir,



a) Ruh Çağırma

İslâm akaidine göre ruh sonradan yaratılmış olduğu için zatı gereği yok olabilir. Fakat Allah onu yok olmaktan korumuş, ilâhî irade onun ebedîliği yönünde gerçekleşmiştir. Bu sebeple insan ölünce ruhu yok olmaz, bir baş­ka âleme yükselir, Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah, ölüm vaktinde canları alır; ölmeyenin de uyku zamanında canını alır. Eceli gelen canı tutar; gelmeyeni, eceli gelinceye kadar salıverir. Bunda düşünen insanlar için ibretler vardır" (ez-Zümer 39/42) buyurulmuştur, Hz, Peygamber de, kabzedilen ruhun gök­lere çıkanldığını, meleklerin iyi ruhları selâmladıklarını, âlemlerin rabbinin huzuruna getirildiklerini, sonra da dünyaya döndürüldüklerini; kâfirin ruhu­nun ise şiddetle zindana atılmakta olduğunu haber vermiştir.

156 llMIHfll

Ruhların tekrar bedenle ilişkisinin kabirde mi yoksa kıyamette mi başla­yacağı konusu ihtilaflıdır. Ancak, kabir azabının ruh ve beden birlikte oldu­ğu görüşü -âhâd haberlere dayanmasına rağmen- akaid kitaplarında itikadın bir parçası olarak yer almaktadır. Bunun karşısında ruhun bedene dönüşü­nün kabirde değil, kıyamette olacağı kanaatine sahip bilginler de vardır. Ruh bedenden ayrı olduğu anlarını ayrı bir âlemde (âlem-i ervah) geçirir, Kur'ân-ı Kerîm'de, "Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ue onları kendilerine şahit tutarak 'Ben sizin rabbiniz değil miyim?' dedi. (Onlar da) 'Evet buna şahidiz' dediler" (el-A'râf 7/172) buyurulmaktadır ki, bu âyet insan ruhlarının (insan zürriyeti, insanın devam eden unsuru) beden­lere girmeden önce ruhlar âleminde bulunduğunu ifade etmektedir, İslâm bilginlerinden bir kısmı şahsiyet halinde ruhun, insan bedenine girdikten sonra başladığını söyleyerek, "ruhlar âlemi" tabirini öldükten sonra beden­lerden ayrılan ruhların vardıkları yer anlamında ele almaktadırlar.

Ölen kişilerin ruhlarının, arkalarından yapılan hayır ve hasenattan ha­berdar edileceğine dair haberler var ise de, bu ruhların yaşayan insanlarla irtibatta bulunacağına dair herhangi bir âyet ve hadis veya kabul görmüş bir inanç yoktur, İnsanların gayb âlemi ile irtibatı doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın vahyi, meleklerin aracılığı, şeytan ve cinlerin bilgilendirmesi vası-talanyla olabilmektedir, İnsanların ölmüş kişilerle, rüya gibi hayal veya il­ham âlemi hariç, buluşması mümkün görülmemiştir. Melekle görüşüp ondan haber alma peygamberlere has bir özellik olmakla birlikte, cin ve şeytanların İnsanlardan kendilerine yakın kabul ettikleri kişilere haber ilettiklerine dair bazı naslar da vardır (el-Hicr 15/18; eş-Şuarâ 26/223; es-Sâffât 37/10; Buhâlî, "Tefsir", 31; Müslim, "Selâm", 35; Tirmizî, "Tefsir", 36),

Bu ve benzeri bilgilerden anlaşıldığına göre, insanların duyular ötesiyle irtibat vasıtalarından birisi cinlerdir. Onların bilgileri sınırlı, gayb onlar için de kapalı olmakla birlikte cinlerin insanlar için nisbî gayb sayılan bazı olay­ları bildiği veya müşahede edebildiği sanılmaktadır. Fakat onlar bildikleri ve müşahede ettikleri olayları yalanlarla karıştmp insanlara aktarırlar. Bu yüz­den, insanlara aktardıkları bazan doğru, bazan da yalan çıkar. Cinler insan­ları etkilemek için bazı büyücü ve kâhinleri seçtikleri gibi bazı spiristleri yani ruh çağmaları da seçerler, İşte ruhçularm ruh çağırma seanslarında kendile­rine geldiklerini söyledikleri varlıkların bu cinler olması kuvvetle muhtemel­dir. Bunlar kendilerini medyumlara ruh diye tanıtıp, söylediklerinin doğru çıkmasıyla da onları kendilerine bağlarlar. Nitekim Hz, Peygamber şeytanın çeşitli şekillere bürünerek insanlara görüneceğine ve onları aldatacağına dikkat çekmiştir.

HflRfiMiflR vs HeınııeR 1 57

İslâm dini duyular ötesi âleme ilişkin araştırma yapmayı yasaklamaz, üstelik teşvik eder. Zaten insanın böyle bir araştırma isteği ve merakı doğa­sında vardır. Ancak bu alanda elde edilen bilgilerin kötü amaçla, dünyevî menfaat sağlama maksadıyla kullanılmasını, İslâm inancına uymayan ina­nış ve telakkilerin benimsenmesini kabul etmez.

Ruh çağırma olaylarına parapsikoloji ve modern bilimin diğer ilgili dalla­rının da belli açıklamalar getirdiği görülür. Onların izah tarzı ile din bilginle­rinin açıklamalan şöyle bağdaştırılabilir: Parapsikologların "ruh" diye isim­lendirdiği varlık fizik yapısı olmayan bir varlıktır. Dinî verilere göre, cinleri böyle bir varlık anlayışı kapsamında düşünmek mümkündür. Oysa dinde ruh kavramı daha dar anlamlıdır. Bu duruma göre, dinde "cinlerle haber­leşme" diye kabul edilen görüş ile spiristlerin "ruh çağırma seansları" ara­sında paralellik kurulabilir. Ruh çağırma iddia ve olaylarının izahı bakımın­dan böyle bir sonuca vanlabilirse de, bu yoldan elde edilecek bilgilerin bir hüküm ve davranışa dayanak sağlamayacağını, aksi halde kişiyi pişman­lıkla sonuçlanacak büyük bir günaha katabileceğim ifade etmek gerekir. Öte yandan böyle bir yöntemin, inanç yönünden de önemli sakıncalar taşıdığı, insanları Allah'tan başka varlıklardan medet umma eğilimine yönelteceği, bunun da İslâm'ın tevhid akidesine aykm olduğu açıktır. Oysa İslâmî öğre­tilere göre insanın görevi, kendi gücü alanında yapabileceği her türlü gayreti sarfetmek, bunun ötesinde yardımı hiçbir araç olmaksızın yalnız Allah Teâlâ'dan beklemektir. Buna göre, gerek inanç gerekse davranış bakımın­dan büyük sakıncalarla yüklü olmasının yanı sıra, çıkar ve istismar aracı olarak kullanılmaya çok elverişli olan ruh çağırma faaliyetlerinin İslâm di­nince caiz sayılabileceğini söylemek mümkün değildir,

b) Tenasüh

İslâmî literatürde tenasüh, ölüm sonrasında ruhun, bir başka bedene girmek suretiyle yaşadığına, yani ruh göçüne inanış anlamında kullanılır. Aynı kavram Batı terminolojisinde, aralannda ince anlam farkları bulun­makla birlikte metempsychosis, transmigration, reincarnation (reenkarnas-yon), incarnation gibi kelimelerle ifade edilir.

Ölümden sonra canlıların ruhlarının herhangi bir beden içerisinde yeni­den yeryüzüne döndüğü inancının, bedenden bağımsız olarak var olan ru­hun ölümden sonra da mevcudiyetini devam ettirdiğini kanıtlamak endişesiyle ilkel kavimlerde ortaya çıktığı, eski Hint, Mısır, Yunan din ve kültürlerinin hemen hemen tamamında değişik biçimlerde de olsa bu inancın korunduğu söylenebilir, Hıristiyanlığın aksine benzeri bir inanış Yahudilikte de görülür. Ancak Ortodoks yahudiler bu inanca açıkça karşıdırlar.

1S8 llMIHfll

Kur'an ve hadislerde ruhla ilgili ayrıntılı bilgi mevcut olmamakla, ayrıca tenasühü açıkça reddeden bir ifade bulunmamakla birlikte bu iki kaynakta hayat, ölüm ve ölüm ötesi hakkında yapılan açıklamalar tenasühün İslâm'ın esaslarına ve akîde sistemine aykırı olduğunu, böyle bir inancın İslâm di­ninde kabul edilemeyeceğini gösterir,

İslâm dininin inanılmasını zarurî kıldığı âhiret âlemi inancı ile tenasüh akidesini bağdaştırmak mümkün değildir. Zira Kur'an, Sünnet ve icmâ ile sabit olduğuna göre İslâm'ın inanılmasını farz kıldığı âhiret âlemi İsrafil'in sûra birinci defa üflemesinden sonra kıyametin kopması ve evrenin kozmo­lojik düzeninin bozulup dünyada yaşayan bütün canlı varlıkların aynı anda ölmesi; İsrafil'in ikinci defa sûra üflemesinin ardından ise dünyada hayat sürmüş bulunan bütün insanlann aynı anda ruhlu-bedenli varlıklar olarak diriltilip dünyada yaptıklarından hesaba çekilmek üzere mahşer yerine sevkedilmeleri ve hesap işlemini takiben inanç ve amellerine göre cennete veya cehenneme atılmaları safhalarından oluşur. Bu itibarla tenasüh inan­cını İslâm'ın âhiret akidesi ile bağdaştırmanın mümkün olmadığı açıktır. Zira tenasüh inancı böyle bir âhiret âlemini inkâr edip onun yerine ölenlere ait ruhların bu dünyada başka bedenlere intikal ederek yaşamaya devam ettik­lerini ve bunun böylece ebediyen sürüp gideceğini iddia etmekte, kıyametin kopmasını ondan sonra yeniden başlayıp ve çeşitli safhalarla sürecek olan öbür âlemi reddetmektedir,

Kur'ân-ı Kerîm'de ölüm anında dünya hayatına geri dönüp iyi işler yapmak isteğini dile getiren insanın bu arzusunun boşuna olduğu, zira ölen kimsenin dünya ile âhiret âlemi arasında bir merhaleyi teşkil eden berzah âlemine intikal edeceği ve diriltileceği güne kadar burada kalacağı açıkça bildirilmiş (el-Mü'minûn 23/100), belli bir süreyi tamamladıktan sonra evre­nin kozmolojik düzeninin bozulacağı, insanlann ruhlu-bedenli varlıklar ola­rak diriltilecekleri ve yaptıklarından hesaba çekilecekleri tereddüde yer ver­meyecek şekilde açıklanmıştır (Yâsîn 36/78-79; Kâf 50/4; ez-Zümer 98/68), Bununla birlikte İslâm muhitinde de zaman zaman bazı yazarların yaygın terimiyle reenkarnasyon inancına temel bulmaya gayret ettiği, böyle bir inanışın İslâm akaidine uygun olduğunu ileri sürdüğü de bilinmektedir.

Tenasüh inancını İslâm akaidiyle uzlaştırmak ve dinî öğretiden temel-lendirmek isteyenler görüşlerine delil olarak bazı âyetleri ileri sürerler. Bun­lar içinde ilk bakışta tenasüh lehinde yorumlanmaya müsait gibi görülen âyetler şunlardır: "Sizi ölü iken dirilten Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz! Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ue sonunda ona döndürüleceksiniz"

HeınııeR 1 S9

(el-Bakara 2/28), "İnkâr edenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi iki defa. öldür­dün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bu ateşten çıkmaya bir yol var mıdır?" (el-Mü'min 40/11), Bunlardan birinci âyetin "ölü idiniz, Allah sizi diriltti" şeklindeki başlangıç kısmı insanların ölü halde bulunan toprak­tan yaratıldıklarını ifade etmektedir. Bundan anlaşıldığına göre insanın var­lık sürecinde üç safhası mevcuttur: Yaratılış (hayata geliş) safhası, ölüm safhası ve âhirette tekrar diriliş safhası. Şu halde bu âyetin açık veya gizli bir şekilde tenasüh inancıyla hiçbir ilgisi bulunmadığı, aksine onu reddettiği görülmektedir, İkinci âyet ise, kâfirlerin cehennemde Allah'a yakarışlannı tasvir etmekte olup onların sözünü ettiği birinci ölüm dünya hayatının so­nunda, ikinci ölüm ise kabirde ilk sorgulama sonrasında vuku bulacaktır. Birinci diriltme kabirde sorgulama için, ikincisi ise kıyametten sonraki ebedî hayat içindir. Bir başka açıklama olarak da kâfirlerin cehennemde uğradık­ları azaptan dolayı ölecekleri, azabı tatmaları için diriltileçekleri ve bu işle­min iki defa tekrar edeceği şeklindedir. Bu yorumu destekleyen bazı âyet ve hadisler de yok değildir (bk, en-Nisâ 4/56; Buhârî, "Tevhîd", 24), Bu itibarla âyetteki iki defa öldürülüp iki defa diriltilmenin dünya hayatıyla ve tena­sühle bir irtibatı yoktur.

Tenasüh inancı naslara aykırı olduğu gibi aklî bakımdan da tutarsız gö­rülmekte, metafizik ve mantık ilkelerine dayanan bazı haklı eleştirilere tâbi tutulmaktadır, İnsan bilincinin sürekliliği ve kişisel kimliğin korunması açı­sından ele alınacak olursa, reenkarnasyon iddialarının mâkul olabilmesi için insanın, şu anda neticesini yaşadığı ileri sürülen önceki hayatını mutlaka hatırlaması gerekirdi. Halbuki hiç kimse daha önce bir bedende yaşadığını hatırlamamakta, aksine insan, kendisinde onun diğer varlıklardan ayn bir kişiliğe sahip olduğunu gösteren bir benlik şuuru bulunduğunu hissetmekte­dir. Diğer taraftan tenasüh akîdesi ahlâkî nedensellik ihtiyacını tatmin et­mekten ve dolayısıyla insanın sorumluluğunu temellendirmekten de uzaktır.

Bu tutarsızlıklannm yanı sıra tenasüh akîdesi hem insanın kalıtım yo­luyla ebeveynden çocuklara intikal eden ruhî-bedenî özelliklerini açıklaya-mamakta, hem de dünyada sürekli olarak devam eden nüfus artışına mâkul bir izah getirememektedir. Zira bugün bilim insanın kalıtım yoluyla kazan­dığı ruhî-bedenî özellikleri bulunduğunu kesin olarak kanıtlamıştır. Tenasüh iddiasına göre ölümle birlikte başka bir bedene intikal eden ruhun kendi karakterine uygun bir bedeni nasıl seçtiği ve bu durum karşısında kalıtımın nasıl açıklanacağı bilinememektedir. Yine tenasüh inancına göre evrendeki ruhlar belli sayıdadır. Bu durumda dünya nüfusunun statik olması veya azalması gerekirdi. Halbuki realite bunun aksini göstermektedir.

160 llMIHfll

Yukarıda temas edilen dinî ve bilimsel gerekçeler sebebiyledir ki, tena­süh inancı İslâm'ın ilkeleriyle ve akîdesiyle bağdaşmaz. Günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan tenasüh iddialarından çoğu magazin haberciliğinin üre­timleri, geri kalanları da kişisel fantazi ve yanılgılardır. Olayın gündemde kalması ve zaman zaman geniş kesimlerin ilgisini uyandırması ise, bir yö­nüyle dinî bilgi ve şuur eksikliğinden, diğer yönden de insanların ruhlar âleminin ve ölüm ötesinin gizemine olan derin ilgisinden ve bu alana ait iddiaların çürütülmesinin de kolay olmayışından kaynaklanmaktadır,



D) Rüya Tabiri

İnsanın uyku halinde gördüğü düşler de, mevcut bilimsel verilerle açık­lanması kolay olmayan, dinler ve çeşitli kültürler tarafından değişik açık­lama ve ilgilere konu olan bir muammadır.

Sebebi ve kaynağı nasıl açıklanırsa açıklansın tarihin hemen her dev­rinde insanların rüya ile ilgilendiği, onları yorumlayarak mânalar çıkarmaya çalıştığı görülür, İlk dönemlere ait birçok kültürde rüyada yaşananların uya­nıkken yaşananlar kadar net ve gerçek olduğu var sayılırdı. Eski Mısırlılar, BâbiUiler ve Asurlular'da rüya tabiri gelenek haline gelmişti. Kâhin ve büyü­cülerin en önemli görevlerinden biri rüyalan yorumlamaktı, Kitâb-ı Mukad­des de dahil olmak üzere birçok Ortadoğu ve Asya kaynaklı metinde keha­net içeren rüyalardan bahsedilir,

Kur'an ve Sünnet'te rüya konusuna sıkça değinilir, Kur'ân-ı Kerîm'de Hz, İbrahim, Hz, Yûsuf ve Mısır hükümdarının gördüğü rüyalardan söz edilmekte (Yûsuf 12/5, 43, 100; el-İsrâ 17/60; es-Sâffât 37/105), Hz. Pey-gamber'in gördüğü bir rüyanın yüce Allah tarafından doğru çıkarıldığı belir­tilmektedir (el-Feth 48/27), Hadislerde ise rüyanın insan hayatındaki yerine ve önemine çeşitli defalar temas edilmiştir, Resûlullah'a ilk vahiy uykuda rüyâ-yı sâdıka şeklinde gelmiş ve altı ay müddetle bütün vahiyler rüyada vuku bulmuştur. Bir hadiste yirmi üç yıllık vahiy müddeti içerisindeki altı aylık zaman dilimi kastedilerek "Müminin sadık rüyası nübüvvetin kırk altı cüzünden biridir" buyurulmuş ve "Sadık ve sâlih rüya vahiy cümlesinden-dir" denilerek rahmânî rüyanın vahiy derecesinde mübarek bir telkin niteliği taşıdığına işaret edilmiştir (Buhârî, "Ta'bîr", 1-5; Müslim, "Rü'yâ", 3-9; Ebû Dâvûd, "Salât", 148; "Edeb", 88), Hadis kitaplarında konuyla ilgili özel baş­lıklar açılarak Resûl-i Ekrem'in rüyalarına genişçe yer verilmiştir,

İslâm bilginleri, âyetlerdeki sınırlı bilgilerden, özellikle de Hz, Peygam-ber'in rüya ile ilgili açıklamalarından hareketle, ayrıca kişisel tecrübe ve

HflRflMifiR vs HeınııeR 1 61

bilgilerinin de yardımıyla rüyanın mahiyeti, çeşitleri ve yorumu konusunda zengin bir bilgi birikimi ve literatür oluşturmuşlardır, İslâmî kaynaklarda üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilir, 1, Rahmânî rüya. Buna rüyâ-yı sâdıka, rüyâ-yı sâliha veya sadece "rüya" da denir. Bu tür rüyalar Allah tarafından doğrudan doğruya melekler vasıtasıyla gelen hak telkinlerdir, Hz, Peygam­ber bunu müjde ley iciler anlamında "mübeşşirât" diye isimlendirip nübüvve­tin kırk altıda biri (1/46) olarak nitelendirmiş, nübüvvetin bitiminden sonra da mübeşşirâtın devam edeceğini bildirmiştir (Buhârî, "Ta'bîr", 5; Tirmizî, "Rü'yâ", 2-3; İbn Mâce, "Ta'bîr", 1), Bu tür rüyalar insanlar için yol gösterici ve ışık tutucudur, 2, Şeytanî rüya. Şeytanın aldatma, vesvese ve korkut-malanndan doğan karışık hayaller, yalan ve bâtıl düşler, insanı kötülüğe sevkeden telkinlerdir. Bunları anlatmak ve tabir ettirmek tavsiye edilmez, 3, Nefsânî rüya. Nefsin hayal ve kuruntuları, uyku esnasındaki dış etkiler ve günlük meşgalelere ilişkin rüyalardır. Rüyada görülen şeyin kısa bir zaman önce uyanık olarak idrak edilmiş olup suretinin hayalde devam etmesi, üze­rinde önceden düşünülen veya gelecekte vukuu beklenen türden olması, üşüyen kişinin kar, harareti olan kişinin ateş görmesi gibi mizaç değişikliği ile bağlantılı olması bunun örnekleri olarak sayılabilir,

İslâm bilginleri insanın içinde bulunduğu iç ve dış şartlardan kaynakla­nan nefsânî rüyanın psikolojik ve fizyolojik şartlarla ilgili olabileceğini kabul etmekte ve peygamberlerin gördüğü sadık rüyaları vahiy kapsamında ol­duğu için tartışma dışı tutmaktadır. Peygamberler dışında kalan kişilerin gördükleri sâlih rüyaların kaynağı konusunda ise şu görüşler ileri sürül­mektedir: Mutezile kelâmcıları uyku halinde idrak olamayacağını ileri süre­rek rüyada görülenlerin hayal olduğunu iddia ederken, kelâmcıların çoğun­luğu bunları mâna âleminden rü'yet âlemine semboller şeklinde indirilen "ilham" olarak değerlendirmektedir, İslâm filozofları rüyaları hayal âlemin­den ortak duyuya düşen suretlerin izlenimleri olarak nitelendirmekte, tasav­vuf ehli ise ruhun uykuda misal âlemini seyretmesi ve bu esnada gördükle­rini uyanınca hatırlaması şeklinde açıklamaktadır.

Son iki yüzyıl içinde psikoloji, fizyoloji, metabiyoloji gibi modern bilim dallarında önemli gelişmeler kaydedilmiş, bu dönemde rüyanın mahiyeti, kaynağı, içeriği ve süresi gibi konularda yoğunlaşan bilim adamı ve araştır-malann sayısı da bir hayli artmıştır. Bununla birlikte rüyalar deney ve göz­leme konu olmadığı ve herkes kişisel tecrübe ve duyumundan yola çıkarak bir tahminde bulunduğu için modern bilimin açıklamaları sınırlı kalmaktadır. Çünkü netice itibariyle rüya da, Allah'ın en güzel şekilde yarattığını beyan ettiği insanın, üzerindeki sır perdesi henüz açılmamış gizemli bir dünyası

1621 llMIHfll

görünümündedir. Bunun için de bu konuda kişisel izlenimlerle, bir de âyet ve hadislerin verdiği sınırlı bilgilerle yetinmek durumundayız,

İslâm dünyasında da Batı'da da bilginlerin rüyanın kaynağı ve mahiyeti konusuna özel ilgi duyduğu ve bu konuda bazı açıklamalar yapmaya hatta teoriler geliştirmeye çalıştığı, esasen insan merkezli bilimsel araştırmalann her geçen gün daha bir önem kazandığı doğrudur. Ancak geniş halk kesim­leri öteden beri rüyanın mahiyetinden çok yorumuyla, yani görülen rüyanın gerçek ve günlük hayatla ilgisinin ne olabileceği konusuyla ilgilenmiştir. Rüya sözlü olarak değil sembollerle görülmektedir. Her varlık ve olay rü­yada bir sembol ile ifade edildiğinden, rüyaların yorumu da bu sembollere göre yapılmaktadır. Bu işe de rüyada görülen olayların yorumlanması anla­mında rüya tabiri denilir. Zamanla rüya tabiri özel bir uğraşı alanı olmuş, bunu konu alan ve "tabirname" denilen kitaplar telif edilmiştir,

Kur'ân-ı Kerîm'de rüyaların yorumu "ta'bîrü'r-rü'yâ" (Yûsuf 12/43), "te'vîhVr-rü'yâ" (Yûsuf 12/100), "teVîlü'l-ahlâm" (Yûsuf 12/44), "te'vîlü'l-ehâdîs" (Yûsuf 12/6, 21) ve "iftâ" kelimesinin türevleri ile (Yûsuf 12/43, 46) ifade edilmekte, Hz, Yûsufa rüyaların yorumunun öğretildiği (Yûsuf 12/6, 21), Hz, İbrahim, Hz, Ya'küb ve Hz, Yûsuf un gördükleri rüyaları tabir ede­rek bu yorum ışığında hareket ettikleri bildirilmektedir (Yûsuf 12/4-6; es-Sâffât 37/102), Kaynaklarda Hz, Peygamber'in sabah namazından sonra "Rüya gören var mı?" diye sorduğu, varsa tabir ettiği kaydedilmekte (Buhârî, "Ta'bîr", 47; Ebû Dâvûd, "îmân", 10, Dârimî, "Rü'yâ", 13), eğer ken­disi rüya görmüşse anlattığı, ashaptan biri veya kendisinin tabir ettiği, gö­rülen güzel rüyaları anlatıp tabir ettirilmesini hoş karşıladığı, kötü rüyaların anlatılması veya tabir ettirilmesini ise istemediği belirtilmektedir. Sahabe ve sonraki dönem âlimleri arasında isabetli rüya tabirleriyle meşhur olmuş bir­çok şahıs vardır.

Peygamberimiz'in rüya meselesiyle ilgili olarak üzerinde durduğu bir hu­sus da, kişinin gerçekte görmediği halde, sanki rüya görmüş gibi birtakım şeyler anlatmasıdır, Resûl-i Ekrem bu işin çok yanlış olduğunu hatta bazı rivayetlere nazaran kişinin imanının eksikliği veya yokluğu anlamına gele­ceğini ifade etmiştir, İslâm bilginleri görülen bir rüyanın her önüne gelene, hele hele kötümser kimselere anlatılıp, onlara tabir ettirilmesinin yanlışlığı üzerinde durmuşlardır. Rüya tabirine ilişkin olarak söylenecek ilk sözün, rüyayı gören kişinin ruhunda meydana getireceği etkinin önemini kavramış olan bilginlerimiz, rüyanın iyimser, her şeyi hayra yoran kimselere tabir ettirilmesinin uygun olduğunu belirtmişlerdir. Bu anlayışın bir sonucu olarak,

HeınııeR 1 63

"Bir rüya gördüm" diye söze başlayan kişiye, duyan kişi ya da kişilerin he­men "Hayırlara gelsin" temennisinde bulunmaları âdeti yerleşmiştir.

Rüya, özellikle onu gören şahsı ilgilendiren bir hadisedir. Bu sebeple gördüğü rüyanın yorumunu en iyi yapabilecek olan da o şahsın kendisi olmalıdır. Başkasının gördüğü bir rüyayı tabir etmek de kolay değildir, Ta-bircinin, uyku esnasında görülen sembolleri ve işaretleri ayırt edip, bir ka-rîne ile onlarla o şahsın gerçek dünyası arasında ilgi kurması ve onlardan bu yönde bir anlam çıkarması gerekmektedir. Öte yandan her bir rüyanın ve sembolün, rüyayı gören şahsın konumuyla sıkı ilişkisi bulunduğundan bu konuda kategorik ve genellemeci yorumlar da isabetli olmaz. Bu itibarla, günümüzde "rüya tabirleri" adıyla yayımlanan kitapların içeriğinin, rüyanın gerçek manasıyla pek ilgisi yoktur. Bu sebeple rüyanın tabiri, bir bakıma tahmin ve temenni niteliğindedir. Daha sonra gerçekleşen olaylar yapılan rüya tabirine uygun düşerse isabetli bir tabirden, değilse tabirin isabetsiz oluşundan söz edilerek konu kapanır.

Böyle olunca rüyayı, keşif ve sezgi gibi vasıtalarla birlikte ilham kapsa­mında mütalaa etmek, ancak ilhamın objektif bir delil değil sadece o şahsı ilgilendiren bir delil olabileceğini unutmamak gerekir. Özetle belirtmek gere­kirse, peygamberlerin gördüğü veya tabir ettiği rüyalar dışında kalan rüya ve tabir kesin bilgi ifade etmez. Bu sebeple rüyalarla dinî hükmü belirlemek veya geçersiz kılmak ve buna göre de hayatı yönlendirmek caiz değildir. Rüya gibi rüyanın yorumu da rüyayı gören şahsı ilgilendirdiğinden başkala­rının bu yorumu esas alarak onun üzerine hüküm bina etmesi uygun olmaz,



Yüklə 6,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   65   66   67   68   69   70   71   72   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin