Birinci Bölüm Din ve Mahiyeti



Yüklə 6,05 Mb.
səhifə68/105
tarix30.10.2017
ölçüsü6,05 Mb.
#22655
1   ...   64   65   66   67   68   69   70   71   ...   105

VIII. GÜNLÜK HAYAT

İnanç, ibadet ve muamelât konularının dışında kalıp günlük hayatta sık­ça karşılaşılan ve hakkında dinin hükmünün ne olduğu merak edilen dav­ranış ve problemlerin buraya kadar temas edilen konulardan ibaret olmadığı açıktır. Dinin aslî kaynaklarında yer alan hüküm ve bilgiler sabit durduğu halde hayatın devamlı değiştiği, her geçen gün farklı inanç ve kültür muhit­lerinin oluştuğu ve bu kültürlerle temas edildiği, bilim ve teknolojideki ge­lişmelerin yeni imkânlar ürettiği göz önünde bulundurulursa, günlük yaşa­yışın yeni sorunlarıyla dinî bilgi arasındaki bu diyalog âdeta kaçınılmaz olmaktadır. Burada, günlük hayatta sıkça karşılaşılan ve kimi inanç ve âdet­ler, kimi geleneksel hayat tarzının veya modern toplumun ürettiği problem­ler, kimi de bireysel özgürlük ve tercih alanında kalan fakat dinî bilgiyle de ilişkili olan bazı meselelere temas edilecektir,



A) Bid'at ve Hurafeler

Dinî terminolojide bid'at, dinin aslında olmadığı halde inanç ve ibadet alanında sonradan icat edilen inanış ve davranışları ifade eder. Daha açık bir ifadeyle, Hz, Peygamber zamanında olmayan veya meşru görülmeyen bir inanış, ibadet, dinî anlayış ve davranış bid'at kavramı içinde yer almaktadır,

İslâm dininde temel inanç esasları açıklanmış, fertlerin ibadet hayatıyla ilgili mükellefiyetleri ayrı ayn bildirilmiş, gerekli ve yeterli düzeyde tutulan bu inanç ve ibadet mükellefiyetinin orijinal şekliyle korunmasının gerektiği, bu alanda yapılacak değişikliğin dini tahrif anlamına geleceği belirtilmiştir, Kur'an'da, Yahudilik ve Hıristiyanlığın bu dinlere yapılan iyi niyetli veya kötü niyetli beşerî müdahaleler sebebiyle bozulduğundan sıkça söz edilmesi de yine bu amaca yönelik bir uyarı niteliğindedir. Dinin özünün ve aslî hü­viyetinin korunması yönündeki bu vurgular, müslümanların toplumda or­taya çıkan ve geleneksel dinî hayatın devamı sayılmayan yeni durumlar karşısında direnç veya hassasiyet göstermesinin de temel âmili olmuştur. Bu direnç ve tartışmanın yoğunlaştığı alanlardan birisi de bid'at ve hurafelerdir,

Kur'ân-ı Kerîm'de dinin Hz, Mumammed'in risâletiyle birlikte kemale erdirildiği bildirilir (el-Mâide 5/3), Bu sebeple Hz, Peygamber'den sonra dinde icat edilen ve uydurulan her şey bid'at kavramına girmektedir, Bid'at sün­netin zıttıdır. Geniş anlamıyla sünnet Resûl-i Ekrem'den ve ashaptan sahih olarak nakledilen her şeydir, Kur'ân-ı Kerîm'in, Hz, Peygamber ya da asha­bının dinî konularda söylediği, yaptığı veya tasvip ettiği davranışlar bu an­lamda sünnet kavramına girmiş olur, Bid'at da bunların zıddını teşkil eder.

144 llMIHfll

Bid'atm kapsamının dinî konularla sınırlı olduğu hususunda İslâm bil­ginleri görüş birliğindedir. Bu sebeple inanç ve ibadet hayatının dışında ka­lan yenilikler bid'at kavramına girmez. Bazı âlimler bid'atm kapsamını ge­nişleterek müslüman toplumların geleneğinde bulunmayan her yeniliği bid'at saymaya eğilimli iseler de bu doğru değildir, Hz, Peygamber bir ha­dislerinde, "Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların seva­bından hiçbir şey eksiltilmeden. Kim de Allah'ın ve Resulü'nün rızâsına uy­gun düşmeyen bir kötü bid'at icat ederse onunla amel eden insanların gü­nahları kadar o kişiye günah yükletilir, hem de onların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden" (Müslim, "İlim", 6; Tirmizî, "İlim", 16) buyurarak, kötüle -nen bid'atı "Allah ve Resulü'nün rızâsına uygun düşmeyen kötü bid'at" diye nitelendirmiştir. Bu durumda dinin ruhuna ve genel prensiplerine aykırı olmayan ve ibadet rengine bürünmeyen âdetler bid'at sayılmazlar. Diğer bir anlatımla, herhangi bir davranış ve anlayış dinî yönü bulunmadıkça, iman, ibadet, günah ve sevap çerçevesine sokulmadıkça bid'at kavramına dahil olmaz. Meselâ türbelere horoz ve mum adamak, ölünün başında mum yak­mak dinin aslında olmadığı, fakat bunu yapanlarca bir nevi ibadet sayıldığı ve bununla sevap umulduğu için bid'attır. Buna karşılık hacca giderken deveye değil de uçağa binmek bid'at olmaz. Çünkü netice itibariyle bir yere en güvenli şekilde ulaşma usulüdür. Aynı şekilde unu elekten geçirmek, yemekte çatal, kaşık, masa kullanmak, otomobile binmek, bilgisayar kul­lanmak da bid'at olmaz. Bu tür yeniliklere bid'at olduğu ileri sürülerek karşı çıkılması, dinî bilgiden ziyade fert ve toplum psikolojisiyle açıklanabilir. Bir zamanlar matbaaya bid'at denilerek karşı çıkılmış olması, geçimini elle yazı yazarak karşılayan sanatkârlann ekonomik mücadelesi şeklinde, televizyon, sinema ve futbola karşı çıkılması da içerdiği bazı olumsuzluklara muhafaza­kâr kesimin tepki göstermesi şeklinde anlaşılmalıdır. Konunun dinî bir tar­tışma ortamına itilmesi ise, bu konuda dinin insanlar üzerindeki derin etki­sinden yararlanmayı hedeflemiş olmalıdır,

Müslümanların dini koruma konusunda gösterdikleri hassasiyetin haya­tın tabii gelişimine ve normal değişime karşı bir tavır alışa dönüşmemesi için bir kısım İslâm bilginleri bid'atı ikiye ayırmışlar, iyi ve yararlı gördüklerine bid'at-ı hasene, kötü ve zararlı bulduklarına da bid'at-ı seyyie adını ver­mişlerdir, Kur'ân-ı Kerîm'i bir mushaf içinde toplamak, hadis kitapları yaz­mak, teravih namazını cemaatle kılmak, kabirlerin üzerine türbe yapmak gibi hususlar da sonradan ortaya çıkmış şeyler olmakla birlikte İslâm bilgin­lerince güzel bid'at olarak nitelendirilmiş, böylece bu tür yararlı faaliyetlerin

HflRflMifiR vs HeınııeR 145

sırf Hz, Peygamber döneminde yoktu diye terkedilmesini önlemek istemiş­lerdir. Günümüzde bir hayli yaygın olan mevlid, hafızlık ve hatim merasim­lerinin, camilerin görkemli mimarisinin ve tezyinatının, cemaatle namazda toplu teşbihlerin ve mûsikinin, ölümü takip eden belli günlerde düzenlenen dinî toplantıların katı bir yaklaşımla bid'at olarak nitelendirilmesi yerine, bu tür âdetler dinin aslî unsurlannm yerini almadığı sürece, içerdiği yararlar sebebiyle müsamaha ile karşılanması daha isabetli görünmektedir. Buna karşılık ölenin bedenî ve aynî ibadet borçlarını para ile düşürme içerikli bir ıskat ve devirin, yol açtığı yanlış anlayışlar sebebiyle bid'at grubunda sayıl­ması gerekir, O halde bir davranışın bid'at olup olmadığı konusunda kesin ve kategorik bir yaklaşımdan ziyade, o davranışın hangi ortamda ne gibi sonuçlar verdiğinin, mahiyet ve gayesinin göz önünde bulundurulması ye­rinde olur,

İslâm âlimlerinin dinin inanç ve ibadet esaslannı korumada kararlı bir çizgi izlediği, bununla birlikte bid'atlarla mücadele konusunda aralarında tavır farklılıklarının bulunduğu görülür. Öyle anlaşılıyor ki, İslâm bilginleri­nin farklı bid'at anlayışları, bid'ata karşı çok sert veya oldukça müsamahalı yaklaşımları dönemlerindeki dinî hayatta gözledikleri olumlu gelişmelerle veya sapmalarla yakından ilgilidir, İslâm tarihinin değişik dönem ve bölge­lerinde eski din ve geleneklerin, yabancı kültürlerin müslümanlan etki altına aldığı, zaman zaman yabancı inanış ve anlayışlann müslüman toplumlarda yaygınlaştığı bir vakıadır. Günümüzde de dinin aslında olmayan birçok yan­lış inanış ve hurafenin bilgisiz kimselerce dinin gereği veya sevap vesilesi olarak görüldüğü, bu alanın âdeta bir kazanç ve sömürü sektörü oluştur­duğu bilinmektedir. Bunu önlemenin yolu, İslâm dininin iyi öğrenilmesi ve öğretilmesidir. Bu olmadığında dinin yerini bâtıl inançlar, bid'at ve hurafeler kolaylıkla doldurabilecektir.

Diğer taraftan, yukarıda bir kısmına değinilen bütün bu olumsuz gö­rüntülere rağmen, İslâm tarihi boyunca müslüman çoğunluk daima istika­metini korumuş, dinin ana sınırlarını ve değerlerini ayakta tutmuş, İslâm dininin inanç, ibadet ve hukukla ilgili temel hükümlerinde ve temel ahlâkî değerlerinde ciddi bir sapma yaşanmamış, İslâm'ın öz ve yapısı hiçbir za­man değişmemiştir. Bu da dinin Allah tarafından korunduğunu, İslâm top­lumlarında bid'at ve hurafelerin hiçbir zaman dinin aslını tahrif edecek bo­yuta varmadığını, her zaman toplumsal sağduyunun egemen olduğunu göstermesi yönüyle sevindiricidir.

146 llMIHfll



B) Gayb Bilgisi

Dinî terminolojide gayb tabiriyle, "akıl ve duyular yoluyla hakkında bil­gi edinilemeyen varlık alanı" kastedilir, İslâm inancına göre gayb bilgisi yalnızca Allah'a aittir, Allah'tan başkası gaybı bilemez. Konu inanç ala­nında çok kolay ve pürüzsüz görünse de günlük hayat öyle değildir.

İnsan yaratılışının gereği olarak bilinmeyen ve görünmeyene, esrarengiz olana karşı daima ilgi duymuş, onun bu istek ve ilgisi vahiy yoluyla ve pey­gamberler aracılığıyla belli ve yeterli ölçüde karşılanmış, fakat geride kalan boşluk ve sorular da her dönemde çeşitli çevrelerin istismarına konu ol­muştur. İlk devirlerden itibaren gaybdan haber vererek insanların ilgisini çeken ve bu yolla itibar ve servet kazanan kâhin, büyücü, arrâf, falcı, med­yum, ruhçu gibi şahısların hemen her toplumda görülmesi ve bunlar etra­fında daima bir grup insanın kümelenmekte oluşu bunun açık örneğidir.

Halbuki Resûl-i Ekrem, Allah'ın en sevgili kulu olmasına rağmen onun hakkında Kur'an diliyle meâlen şöyle buyurulur: "De ki; Allah'ın dilemesi dışında ben kendime herhangi bir fayda ueya zarar verecek güce sahip deği­lim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ue bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uya­rıcı ve müjdeleyiçiyim" (el-A'râf 7/188), Yine Kur'an'da gaybı bilenin sadece Allah olduğu sıklıkla tekrar edilir, Allah'tan başka hiçbir varlığın gaybı bil­mediği açıkça belirtilir (el-En'âm 6/59; et-Tevbe 9/105; er-Ra'd 13/9; en-Neml 27/65), Peygamber Efendimiz de gaybdan haber veren kimseye inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını, vahyi ve kitabı inkâr etmiş olacağını bildirerek (Müslim, "Selâm", 125; İbn Mâce, "Tahâre", 102) ağır bir tehdit ve uyarıda bulunmuştur.

Konuyla ilgili Kur'an âyetleri ve Hz, Peygamber'in açıklamalan dikkat­lice incelendiğinde, gelecek bilgisi, bir şeyin Allah katındaki veya âhiretteki durumu gibi mutlak gaybm sadece Allah tarafından bilindiği, izafî ve nisbî gaybm ise Allah'ın müsaadesi ve sünnetullah çerçevesinde insanlar tarafın­dan bilinebileceği sonucu ve ayırımı çıkarılabilir, İzafî gayb, yaratıklardan yalnızca belirli bir kısmının ilminin ilişkili olduğu şeyler diye tanımlanmak­tadır. Bilgi ilişkisi olmayana göre bu gayb iken ilişkili olana göre gayb ol­maz. Meleklerin bilip insanların bilmediği, insanlardan birinin bilip diğerinin bilemediği meseleler böyledir, İnanç alanında kalan, varlık ve mahiyeti hak­kında aklî ve naklî deliller bulunan fakat duyularla idrak edilemeyen husus­lar da bu kapsama girer.

HeınııeR 147

Bu açıklamalar ışığında ifade etmek gerekirse, İslâm dini insanın gayb âlemine karşı duyduğu ilgi ve merakı giderecek temel bilgileri Hz, Peygam­ber aracılığıyla duyurmuş, bu bildirilenlere inanmayı gayba inanma olarak nitelendirip inanç esası haline getirmiştir. Fakat insanın ilgi ve hayal dünya­sının bu sınırda durmayacağını, gayb alemiyle ilgili olarak vahyin bildirdiği­nin dışında ve ötesinde bir arayışa girebileceğini de göz önünde bulundura­rak temel bazı prensipler koymuştur. Bunlardan biri, Allah'tan başka kimse­nin gaybı bilmediğidir. Bu ilke aynı zamanda, meydana gelecek olayları, kişilerin Allah katındaki veya gelecekteki durumlarını bildiğini iddia ederek gaybdan haber veren kimselere inanılmasını da yasaklamak demektir. Çün­kü gaybı bilme iddiası dinen doğru olmadığı, insanların bilgisizliğinin ve zaaflannm sömürüsü olduğu gibi buna inanılması ve bu kabil kimselerden yardım umulması da İslâm inancına aylandır.

Bununla birlikte toplumumuzda, gaybı bildiğini ve gaybdan haber ver­diği izlenimini veren hatta bunu açıkça ileri süren şahısların, dinî konularda yeterince bilgisi bulunmayan kesimleri, sıkıntı ve ihtiyaç içindeki kimseleri acımasızca sömürdüğü de bilinen bir gerçektir. Günümüzde medyum ve falcıların etrafındaki insanların öğrenim ve sosyal statü seviyesinin toplum ortalamasının bir hayli üzerinde olması, olayın modern bilim eksikliğinden değil gerçek dinî bilgi ve şuur eksikliğinden kaynaklandığını göstermektedir. Bu tür olumsuz görüntünün Batı ülkelerinde de bir hayli yaygın olduğu bi­linmektedir. Bunu önlemenin tek yolu ise, İslâm dininin doğru bir şekilde öğrenilmesi ve öğretilme sidir. Dinin varlıklar âlemine, dünya, ölüm ve ölüm ötesine ilişkin açıklamaları insanları bu tür sapma ve saplantılardan koruya­cak güçtedir,

Bid'atla ve gayb bilgisiyle ilgili yukarıdaki temel bilgilerden sonra bu­rada, günümüz modern toplumlarında hızlı bir şekilde yaygınlaşma eğilimi gösteren ve zaman zaman da dinî inanış niteliği kazandırılan, hatta dinî çerçeveye oturtulan bazı yanlış inanış ve davranışlara değinilecektir,

a) Falcılık

Falcılık denince, çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı kastedilir.

İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilin­mezleri anlayıp keşfetmeye, geleceği hakkında bilgi sahibi olmaya ve böy­lece kendi kaderine hükmetmeye çalışmıştır. Şüphesiz ki bunda, bilinme­yene ve esrarengiz olana karşı duyulan merak ve tecessüsün de önemli payı

148 llMIHfll

vardır. Bunun için de insanlar ilk dönemlerden itibaren gizli yönleriyle ve gelecekleriyle ilgili olarak ileri sürülen iddia ve ipuçlarına karşı ilgisiz kala-mamış, onun bu özelliği sihir, büyü, fal, kehanet gibi uğraşıların toplumda yer edinmesine ve revaç bulmasına zemin hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle, za­man içinde insanların gayba, bilinmeze ve gizemliye olan ihtiyacını ve eği­limini karşılamak üzere bu işi meslek edinenler çıkmış ve bunlar toplumda büyük itibar görmüşlerdir. Neticede kâhin, sihirbaz, büyücü, falcı, bakıcı gibi isimlerle anılan bu kişiler mistik sezgi güçlerinin bulunduğunu, görünmez varlıklarla temasa geçtiklerini ve sıradan insanlann bilemediği bazı bilgilere sahip olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Bazı alet ve vasıtalarla veya bazı yöntemlerle içinde insanların kişilikleri ve gelecekleri hakkında tahmin ve yorumda bulunmayı, gelecekten haber vermeyi konu alan falcılık da bu uğraşların başında gelir. Konu, gaybdan haber verme, bilinmez etrafında mistik ve kutsal bir otorite oluşturma, tevhid inancını gölgeleme, insanların ilgi ve ümitlerini sömürme gibi birçok açıdan dinî bilgi ve geleneği ilgilendirmektedir,

Kur'ân-ı Kerîm'de hem duyulur âlemin hem de duyular ötese âlemin mutlak hâkimiyetinin Allah'a ait olduğu bildirilir (ez-Zümer 39/46; et-Talâk 65/12) ve Câhiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile (ezlâm) fal tutup kısmet arama şiddetle yasaklanır (el-Mâide 5/3), Hadislerde de keha­net yasaklanmış, bazı adlandırma ve eşyadan, hayvanların hareketlerinden uğursuz anlamlar çıkarma yahut çakıl taşı, nohut, balda gibi nesnelerle ve­ya bazı yöntemlerle falcılık da bu kapsamda görülerek yasaklanmıştır (Ebû Dâvûd, "Tıb", 23), Bir başka hadiste de fal ve benzeri işlemlerin sonuçlarına itibar ederek bunlara inananların Muhammed'e indirileni inkâr etmiş sayıla­cağı, namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceği şeklinde şiddetli bir uyarı gelmiştir (Müslim, "Selâm", 125; İbn Mâce, "Taharet", 122), Bunun için de İslâm'da, Allah'ın mutlak hâkimiyetine ve birliğine olan inancı zedeleyen, putlarla istişare etme, onlardan yardım beldeme gibi Câhiliye âdeti izleri taşıyan, insanı gerçek bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü faaliyet bâtıl görülmüş, fal ve falcılıkla ilgili işlemler de bu kapsamda mütalaa edilerek yasaklanmıştır,

Hz, Peygamber'den yapılan bazı rivayetlerden (Buhârî, "Tıb", 42; Müs­lim, "Selâm", 110-119), onun gelecek hakkında bazı karinelere dayanarak iyimser tahmin ve yorumda bulunmayı tasvip ettiği, fakat geleceğe dair bilgi sağlamayı, buna dayanarak da ümitsizlik veya uğursuzluk hislerine kapıl­mayı doğru görmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz, Peygamber, insanların

HflRfiMiflR vs HeınııeR 149

etrafındaki çeşitli olay ve eşyaya uğursuzluk atfetmesini kınayarak, "Sizden biri hoşlanmadığı bir şeyi gördüğünde, 'Allahım! İyilikleri yalnız sen verir, kötülükleri de yalnız sen defedersin, senden başka güç ue kuvvet sahibi yoktur' desin" (Ebû Dâvûd, "Tıb", 24) buyurmuştur, İnsanı sebeplere sarıl­maktan alıkoyan uğur ve uğursuzluk anlayışı, Hz, Peygamber'in tebliğ ettiği İslâmî öğretiye ters düşmektedir. Çünkü İslâm'da insanın iradesi, gücü ve teşebbüsü sorumluluğun temelini oluşturur. Uğursuzluk inancının yasak kılınmasındaki asıl sebep de, buna inanan kişinin kendi irade ve gücünü inkâr yanında, yaratmayı Allah'a değil, bizzat uğursuz saydığı varlığa nisbet etmesidir. Fal ve falcılık da bu yanlış anlayışın bir başka yönünü teşkil eder.

Âyet ve hadislerde gaybı bilme, insanın kaderini değiştirme ve gelece­ğini görme iddiası taşıyan, Allah'tan başka varlıklardan yardım alma gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklanna ve gerçek sebeplere başvurmak­tan alıkoyan her türlü hurafe, bâtıl inanç ve uygulama yasaklanmıştır. Bu sebeple de çeşitli kültürlerde birçok tarz ve yöntemiyle yaygınlık kazanmış bulunan her türüyle fal ve falcılık, meselâ tuz falı, kahve falı, kurşun dök­me, el içi falı, Kur'an ve kitap falı İslâm'ın inanç ve bilgi sistemine uymaz,

b) Yıldız ve Burç Falı

Halk arasında yıldız falı, burç falı gibi inanışları konu edinen astroloji, güneş, ay ve yıldız gibi gök cisimlerinin oluşum ve özelliklerinin dünya üze­rindeki olayların hayır ve şer niteliği kazanmasına ve insanın geleceğine etkilerini konu alan bir uğraşıdır,

İslâm dünyasında önceleri ilm-i nücûm, hem astronomiyi hem de ast­rolojiyi kapsayan bir terim iken bilim ve teknolojide son yüzyıllardaki geliş­meler sonucu bu iki ilim birbirinden ayrılmış ve astronomi tamamen pozitif bir bilim dalı, astroloji de bilimsel temelleri olmayan bir uğraş ve inanış ha­line gelmiştir.

Pozitif bir bilim olan astronomi, yıldız, ay, güneş gibi gezegenlerin sayı, hareket ve özellikleri ile ilgili bilgilere sahip olmayı konu edindiğinden duyu­larla alâkalı bir alandır. Güneşe bakarak kıblenin tayini, rüzgâra bakarak yağ­murun tahmini, güneş ve ay tutulmalarının tesbiti gibi yöntem ve uğraşılar astronomi anlamında ilm-i nücûmun kapsamına girer, İslâm dininin pozitif bir ilim olan astronomi incelemelerine karşı çıkması şöyle dursun, birçok Kur'an âyetinde bunlara ufuk açılmış ve bu alandaki araştırmalar özendirilmiştir, İlm-i nücûm tabirinin ifade ettiği ikinci anlam olan astroloji ise tamamen veya kıs­men vasıtasız bilgileri ve gaybdan haber vermeyi içermektedir. Konu bu yö­nüyle dinî bilgi ve kültürümüzü yakından ilgilendirmektedir.

150 llMIHfll

Batı'daki astroloji çalışmaları Batlamyus'un düşüncelerine dayanmaktadır. Ona göre gök cisimlerinden şua olarak yayılan güçler, etkisi altına aldıkları yer­yüzündeki varlıkların tabiatını, kendisinden yayıldıkları gök cisimlerinin tabia­tını temsil etmeye yöneltirler, Batlamyus nazariyesine göre semada kırk sekiz yıldız kümesi vardır. Bir yıl boyunca güneş bunlardan on iki tanesine uğrar. Güneşin uğradığı yıldız kümelerine burç, geri kalan otuz altı yıldız kümesine de suret adı verilir. O, semada kırk sekiz burç saymıştı. Güneşin her burca uğradığı esnada yaydığı şua insanların tabiat ve karakterinde derin izler bırakmaktadır,

Doğu'da ise ilm-i nücûm iki kaynaktan beslenmiştir: Sâbiîlik ve Hint astronomisi, İslâm öncesi Araplar'da bu iki kaynağın da etkili olduğu söyle­nebilir, İlm-i nücûm kapsamına giren faaliyetler daha çok Arap yarımadası­nın güney kesiminde icra edilmekteydi. Buraya ise Sâbiîliğin bir kolunun hâkim bulunduğu Yemen'den geldiği tahmin edilmektedir, Sâbiîler, yeryü­zünde meydana gelen bütün değişikliklerin, gök cisimlerinin özel yapıları ve hareketleri ile sıkı bir biçimde ilişkili bulunduğuna inanmaktaydılar. Bir olan Tann'dan çıktığını kabul ettikleri feleklerin (gök cisimleri) canlı varlıklar ol­duğunu, tıpkı insanlar gibi nefis ve akla sahip bulunduğunu, Tanrı'nın alt âlemler üzerindeki yönetimini bu felekler aracılığıyla icra ettiğini kabul et­mekteydiler. Özellikle küçük âlem olarak kabul ettikleri insanın, büyük âlem ile ilişkili olup onun etkisi altında bulunduğuna inanmakta, onun her türlü saadet ve bedbahtlığının bu feleklerin yapı ve hareketlerinden kaynaklandı­ğını iddia etmekteydiler,

Hint astronomi bilginleri ise, yıldızların asıl mahiyetinden değil, özellik­lerinden hükümler çıkarmışlardı. Söz gelimi, hacminin büyüklüğü ve mekâ­nının yüksekliğinden ötürü zühal yıldızını saadetin kaynağı saymışlar ve her türlü saadetin buradan verildiğini iddia etmişlerdi. Yine, ayın bir aylık seyrini yirmi sekiz menzile ayırmışlar, her bir menzilin yeryüzündeki var­lıklar üzerine farklı tesirlerinin bulunduğunu ileri sürmüşler, bu inanış Arap­lar arasında da yaygınlık kazanmıştı. Bu sebeple olmalı, müslüman astro­loglar, gök cisimlerini gerçek failler olarak kabul eden Batlamyus geleneğini ve onları Tanrı ile alt âlemler arasında ara elemanlar olarak gören Sâbiîler'in yaklaşımını benimsememişler, onlar daha çok Hint geleneğinin etkisinde kalmışlardır, Müslüman astrologlann gök cisimlerini gelecekteki olaylara işaret eden deliller olarak telakki etmesi ve bu konuda bazı teoriler geliştir­meleri bu etkileşimden kaynaklanır,

İslâm bilginleri arasında astrolojinin dinî yönden geçerliliği konusu tartı­şılmıştır. Bir kısım bilginler yıldızlar, yıldızların mevki ve menzilleri hakkındaki

HeınııeR 1 Sİ

âyetleri (Yûnus 10/5; en-Nahl 16/16; Fussılet 41/16; ez-Zâriyât 51/4; en-Necm 53/1; el-Vâkıa 56/7; Nûh 71/15-16; en-Nâziât 79/5) ile Peygamberimiz'den rivayet edilen "ay ve güneşi gözetmenin fazileti"ne ilişkin hadisleri delil göstererek astroloji anlamında ilm-i nücûmun caiz olduğunu ileri sürmüşler, hatta İdrîs ve İbrahim peygamberleri bu sanatı ilk uygulayan kimseler ola­rak tanıtmışlardır, Fahreddin er-Râzî, İbnü'l-Arabî ekolüne mensup sûfîler, Ca'fer-i Sâdık ve Şîa bilginleri bu görüşün sahipleri arasında anılabilir. Bu eğilim sahiplerinin dönemlerinde İd astroloji geleneğinden geniş çapta etki­lendikleri ve o dönemde halk arasında geniş kabul görmüş inanışları dinî bilgilerle uzlaştırma yoluna gittikleri görülmektedir,

İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise, Peygamberimiz'in ilm-i nücûmu ya­sakladığına dair hadislerinin bulunduğunu (Buharı, "Salâtü'l-küsûf", 13; Müs­lim, "Selâm", 35; Ebû Dâvûd, "Tıb", 22), karşı tarafın ileri sürdüğü âyet ve hadislerin astronomi hakkında olduğunu, güneş, ay ve yıldızların hare­ketlerine bakarak bunlardan dünyadaki olayların ve insanlann geleceğine ilişkin sonuç çıkarmanın aldatmaca olduğunu, dinî bilgi ve inançla çelişti­ğini, bu işle uğraşanların şirke düştüklerini iddia etmişlerdir.

Yıldız ve burç falı uğraşısı, eski Hint geleneğine kadar uzanan bir geç­mişe ve astronomiyle birlikte ele alındığı dönemlerde bilimsel bazı açıkla­malara sahip görünse de esasen insanın uçsuz bucaksız varlıklar âlemi kar­şısındaki acz ve merakının, bunalım ve arayışının ürünüdür, Kur'an'da kâi­natın muhteşem düzenine, güneş, ay ve yıldızlara sürekli dikkat çekilmiş ise de bunlar da dahil yeryüzündeki bütün varlıklann Allah'ın emrine râm ol­dukları, yaratıcı, etkileyici ve yönlendirici bir güçlerinin bulunmadığı, her şeyin Allah'ın sevk ve idaresinde olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. Bu vurgu­nun bir sebebi de, insanın mahiyetini tam bilemediği bu varlıklar etrafında metafizik bir bilgi ve beklenti teorisi oluşturmasını engellemek, Allah'ın var­lığı ve tekliği fikrini kökleştirmektir, İslâm'ın özünü teşkil eden tevhid inan­cı, geleceğin mutlak gayb olup Allah'tan başka kimsenin gaybı bileme­yeceği, insanın kendi geleceğini kaza ve kader çerçevesinde kendisinin çize­ceği ilkesi de, yıldız ve burç falına itibar etmeyi, onlara bir anlam ve ümit yüklemeyi reddeder. Günümüz toplumlannda bu tür uğraşıların bir hayli revaçta olması, bir yönüyle İslâm'ın bu ilkelerinin iyi hazmedilememiş, dinin eğitim ve öğretiminde boşlukların meydana gelmiş olmasıyla, bir yönüyle insanların bilgisizliğini, merak ve zaaf içinde oluşunu fırsat bilenler için eko­nomik bir sektör teşkil etmesiyle açıklanabilir.

1521 llMIHfll



c) Kehanet

Gaybdan haber vermenin bir başka türü de kehanettir. Bu işi yapan ki­şilere kâhin denir, Câhiliye Araplan derin bir araştırmaya dayanan bilgilere sahip olan kişilere de kâhin derlerdi. Dinî literatürde de kâhin denince, gele­cekte meydana gelecek olayları bildiğini iddia eden, gizli ve görünmeyen âlemden haberdar olduğunu söyleyen kişilerin genel adı olmuştur.

Kehanetin, modern bilimin yeterince gelişmediği, dinî bilginin de eksik kaldığı dönem ve toplumlarda bir hayli yaygın olduğu, bunun da temelinde, yukarıda temas edildiği üzere, insanın bilinmeyene ilgi duyması, gizemli olanı merak etmesi, etrafında olup bitenlerin sebebini kavrama isteyişi gibi bir sâikin yattığı söylenebilir. Ancak İslâm dini Allah'tan başka varlıkların gaybı bileceği ve insanın kaderini etkileyebileceği inancını içeren, neticede tevhid esasını zedeleyen her türlü bâtıl inanış ve yönelişe karşı sert bir tavır almış, bunun için de falcılığı, uğursuz sayma inancını ve kehaneti yasakla­mıştır,

Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde kehanet yasak edilmekte, kâhinler yeril­mekte, onları tasdik edenin Hz, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olacağı (Ebû Dâvûd, "Tıb", 2; Tirmizî, "Taharet", 102; İbn Mâce, "Taharet", 122), cen­nete giremeyeceği (Müsned, III, 14) ve kırk gün namazının kabul edilmeye­ceği (Müslim, "Selâm", 33) ifade edilmektedir. Bu ağır tehdit, fal ve kehanet inancının, falcı ve kâhinlerden yardım istemenin İslâm'ın özüne ve inanç sistemine temelden aykırı olması sebebiyledir,



Yüklə 6,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   64   65   66   67   68   69   70   71   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin