Suret, Arapça'da daha çok "şekil, biçim, görünüş ve resim" anlamında kullanılmaktadır. Timsâl kelimesi de anlam bakımından surete yakındır. Suret ile timsal kelimelerini eş anlamlı görenler bulunduğu gibi, bazı hadislerde suret kelimesi yer yer timsal kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmıştır. Bununla birlikte genelde dilciler, sureti iki kısımda değerlendirerek, birincisinin gölgeli suretler (timsal=heykel), ikincisinin ise resmedilen, çizim-lenen diğer şeyler olduğunu belirtmişlerdir. Meselâ "Sizi yarattık, sonra tas-
'9$. İLMIHRL
vir ettik" (el-A'râf 7/11) âyeti için getirilen yorumlardan birisi "Önce ruhlan-nızı yarattık sonra bedenlerinizi şekillendirdik" tarzındadır. Bazı hadislerde de suret kelimesi, insanın dış görünüşü ve şekli anlamında kullanılmıştır (suret kelimesinin bu anlamda kullanıldığı diğer hadisler için bk, İbn Mâce, "Rü'yâ", 2; Müsned, II, 118), Suret tabirinin, ruh sahibi veya ruhsuz bütün şeyleri içine aldığı, timsalin ise yalnızca ruh sahibi şeylere mahsus olduğu da ifade edilmektedir. Buna göre suret kelimesini kendisine bir şekil verilmiş ve biçimlendirilmiş şey (resim ve heykel) anlamında anlamak daha doğru olacaktır. Bazı âyetlerde (Âl-i İmrân 3/6; el-A'râf 7/11; el-Mü'min 40/64; et-Tegâbün 64/3), tasvir (savvere) kelimesi "şekil ve biçim vermek", bazı yorumlara göre, biçimin dışında başka "manevî özelliklerle bezemek" anlamında kullanılmıştır. Bu bakımdan, suret kelimesinin fiil masdarı olan tasvir kelimesini sırf bugün anlaşıldığı mânada "resmetme" ya da "çizim" olarak anlamak doğru olmayıp, hem çizim (resim) ve hem de bir maddeye şekil ve biçim verme anlamlarını içine alacak bir genişlikle anlamak daha uygundur. Aynı şekilde, aynı kökten türemiş olan tesâvîr kelimesi genelde "resim" mânasında kullanılmakla birlikte "heykel" anlamına da gelmektedir, Allah'ın, Kur'an'da kendisini "biçim veren" (musavvir) (el-Haşr 59/24) olarak vasıflaması ve bu ifadenin müfessirler tarafından "yaratıcı" mânasında yorumlanmış olması da yukarıda verilen anlamı desteklemektedir.
Suret kelimesi Kur'an'da, biri teldi ikisi çoğul olmak üzere üç yerde geçmekte ve genelde insanın biçim ve şekli olarak yorumlanmaktadır, Kur'an'da "timsâl" (çoğulu temâsîl) kelimesi de iki yerde ve çoğul olarak "temâsîl" şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerden birinin anlamı şöyledir: "İbrahim, babasına ue kavmine 'Nedir bu tapındığınız heykeller (temâsîl)!' demişti" (el-Enbiyâ 21/52), Diğer âyette ise Süleyman'a timsaller yapıldığından bahsedilir (Sebe' 34/13), Bu ikinci âyette geçen timsallerin anlamı konusunda getirilen yorumlardan biri, bunların, meleklerin, peygamberlerin ve sâlih kişilerin heykelleri (ya da resimleri; suver) diğeri de Süleyman'ın tahtının ve basamaklarının üzerinde bulunan tavus ve doğan gibi kuşların suretleri olduğu şeklindedir.
Birçok âyette "yarattı" anlamında yorumlanan "savvere" fiili geçmekte olup, bu hususla resim yapma arasında doğrudan bir ilişki kurmak pek mümkün gözükmemektedir. Bununla beraber bazı hadislerde, insan görünümünün resmini çizenler Allah'ın taklitçisi (tannlık özentisi içinde olanlar) olarak telakki edilip bu yüzden cezaya mâruz kalacaklan ifade edildiğinden, İslâm'daki resim yasağının Kur'ân-ı Kerîm'den kaynaklandığını düşünenler olmuştur. Fakat bu husus aslında, resim yasağını Kur'an'a dayandırmak için pek yeterli görün-
HeınııeR 99
memektedir. Zira bu anlayış hadisin varit olduğu dönemin şartlanndan soyutlanarak genelleştirilmeye çalışılırsa, bugün teknolojide kullanılmaya başlayan ve teknik köle diyebileceğimiz robotların yapılmasının ve kullanılmasının da yasak ve haram olduğunu söylemek gerekecektir. Bu itibarla resim yasağının daha ziyade sünnetle konulduğunu kabul etmek ve yasaklanma sebebini başka gerekçelerle izaha çalışmak daha doğru görünmektedir.
Suret yasağının dayandırıldığı belli başlı rivayetler şöyle sıralanabilir:
-
Hz, Âişe'nin naklettiğine göre Hz, Peygamber, evinde üzerinde salîb
(îsâ'nın çarmıha geriliş sahnesini tasvir eden resim) bulunan her şeyi kırmıştır
(Buharı, "Libâs", 90),
-
"Kıyametgününde en şiddetli azaba mâruz kalacak olanlar musavvir-
lerdir" (Buhârî, "Libâs", 89),
-
"Bu suretleri yapanlara kıyamet gününde 'Yarattıklarınıza can verin'
denilerek azap edilecektir" (Buhârî, "Libâs", 89),
-
Hz, Âişe'den rivayet edildiğine göre, Âişe bir defasında üzerinde (hay
van) resimleri bulunan bir minder almıştı, Hz, Peygamber bunu görünce
kapının önünde bekledi ve içeri girmedi, Hz, Âişe, Resûl-i Ekrem'in yüzünde
hoşnutsuzluk işaretlerini görünce, "Yâ Resûlallah! Allah'tan ve Allah'ın
Resulü'nden bağışlanma dilerim. Bir kusur mu işledim?" dedi, Hz, Peygam
ber, üzerinde resim bulunan minderi göstererek "Şu minderin burada işi
ne?" buyurdu, Âişe "Yâ Resûlallah! Onu, kâh oturasın, kâh yaslanasın diye
senin için satın almıştım" dedi. Bunun üzerine Hz, Peygamber, "Bu resimleri
yapanlara kıyamet gününde azap edilir ue onlara 'Hadi bakalım, yaptığınız
şu suretlere bir de can verin' denilir, içinde resimler bulunan eve melekler
girmez" (Buhârî, "Libâs", 95; hadisin şerhi için bk, İbn Hacer, Fethu'l-bâri, V,
228-229; Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VI, 414),
e) "Melekler, içerisinde köpek ve tesâvîr bulunan eve girmezler" (Buhârî,
Liuas , öoj,
-
"Melekler, içerisinde suret bulunan eve girmezler; kumaş üzerindeki
desen ve nakış müstesna" (Buhârî, "Libâs", 92),
-
Hz, Âişe kendi oturduğu evin sofasına üzerinde timsaller bulunan bir
perde çekmişti, Hz, Peygamber seferden döndüğünde bunu görünce "Kıya
met gününde en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar Allah'ın yaratmasına
benzemeye çalışanlardır" buyurdu, Âişe, sonra bu perdeden bir veya iki
yastık yaptıklarını söylemiştir (Buhârî, "Libâs", 91),
100 llMIHfll
h) Hz, Âişe'nin, üzerinde tasvirler bulunan bir perdesi vardı ve bunu odasının bir tarafına çekmişti, Hz, Peygamber bunu görünce, Hz, Âişe'ye "Şu perdeyi karşımdan kaldır; üzerindeki tasvirler namazda iken hep bana görünüp duruyor" demiştir (Buharı, "Libâs", 93),
Gerek Buhârî'deki metinde gerekse Nesâî'nin rivayetinde, Hz, Peygam-ber'in söz konusu tasvirler yüzünden namazı yeniden kıldığına dair bir kayıt bulunmadığı için evde suret bulunmasının yalnızca mekruh olduğu, namazın sıhhatine bir zarar vermediği söylenmiştir. Bu hadisten ilk bakışta anlaşılan husus, üzerinde resim bulunan perdenin sırf namazdaki huşûu bozduğu için hoş karşılanmadığıdır,
ı) Hz, Âişe'nin, üzerinde kuş resmi (timsal) bulunan bir perdesi vardı ve eve girenin ilk önce göreceği bir yere asılmıştı, Hz, Peygamber bunu görünce, "Aişe, şu perdenin yerini değiştir. Eve girip hemen onu görünce dünyayı hatırlıyorum" demiştir (Müslim, "Libâs", 88),
j) Hz, Âişe'nin bebek ve kanatlı at şekillerinde oyuncaklarının bulunduğu, Hz, Peygamber'in bunları gördüğü ve tebessümle karşıladığı rivayet edilir (Ebû Dâvûd, "Edeb", 62),
k) Rivayet edildiğine göre, İbn Abbas'a bir tasvirci müracaat ederek, "Ben, şu gördüğün tasvirleri yaparak (resim çizerek) geçinirim. Bu hususta bana fetva ver!" dedi, İbn Abbas, adamın kendine iyice yaklaşmasını istedikten sonra elini adamın başı üzerine koyarak "Bak ben şimdi sana Resûlullah'tan duyduğum bir hadisi haber vereceğim, Hz, Peygamber, "Her resim yapan (musauuir) cehennemdedir ue Allah, yaptığı resime ruh üfle-yinceye kadar bu adama azap eder. Ruh üflemesi de zaten mümkün değil-dir" buyurdu. Adam bu sözler üzerine dehşete kapılınca İbn Abbas devamla, "Eğer sen sanatına devam etmek mecburiyetinde isen ağacı ve ruh taşımayan şeyleri resimle" (Buhârî, "Büyü"', 104; Müslim, "Libâs", 99),
İbn Abbas'in bu fetvasının delili olarak Ebû Hüreyre'nin şu rivayeti gösterilmektedir: Bir keresinde Cibrîl Hz, Peygamber'in yanma girmek için ondan izin istemişti, Resûlullah izin verdiği halde Cibrîl içeri girmemiş ve şöyle demiştir: "İçerisinde birtakım at ve insan timsallerinin bulunduğu perde asılı olan bir eve ben nasıl girerim? Bu resimlerin ya başlarını koparmalı veya bu perdeyi yere sermelisiniz. Biz melekler içinde timsal olan eve girmeyiz" (Tahâvî, Me'âni'l-asâr, IV, 287),
Büyük bir muhaddis ve Hanefî fakihlerinin ileri gelenlerinden olan Tahâvî bu hadisi naklettikten sonra şu yorumu yapmıştır: Bu hadisin zâhi-
HflRflMifiR vs HeınııeR 1 01
rinden, başı koparılmış ruh sahibi canlının timsalinin mubah olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, bu hadis ruh sahibi olmayan şeylerin tasvirinin mubah olduğuna ve görünüm itibariyle ruh taşıması mümkün olmayan canlıların yasak kapsamından çıktığına delâlet etmektedir (Tahâvî, Me'âni'l-âsâr, IV, 287).
Mâliki fakihlerden İbnü'l-Arabî, suret yasağı ile ilgili bütün rivayetlerden hareketle, bu konudaki hükmü şöyle özetlemektedir: Eğer yapılan suretler heykel türünde (ecsâd) ise bunun haram olduğunda icmâ vardır. Ancak, kumaşta bir desen ve nakış şeklinde (rakın) ise bu hususta dört görüş bulunmaktadır. Bu görüşlerden birincisine göre, hadiste geçen "kumaş üzerindeki nakış müstesna" kaydından hareketle kumaş üzerindeki resim, desen ve nakış caizdir, İkinci görüş ilgili diğer hadislerin genel muhtevasından hareketle yasaktır, Resime bir kayıt getiren üçüncü görüşe göre ise, eğer resim, şekil ve görünüm itibariyle kesintisiz ve kendi başına durabilecek biçimde ise yasaktır. Şayet, bu resmin bütünlüğü bozulursa caizdir. Diğer görüşe göre ise resim, duvara veya yüksek bir yere aşılırsa yasak, yere sermede olduğu gibi, önem verilmeksizin kullanılacak eşya üzerinde bulunuyorsa caizdir (İbnü'l-Arabî, Ârizatü'l-ahvezî, VII, 253),
ŞâfİÎ fakihlerden Nevevî ise, tasvir işinin hükmüne ilişkin olarak, hadislerde söz konusu edilen ağır tehditlerden ve Allah'ın yaratmasına benzemeye çalışma anlamı taşıdığından hareketle, ne ile yapıldığına ve ne üzerinde olduğuna (kumaş, yaygı, para, kap, duvar vb.) bakılmaksızın, canlı (insan ve hayvan) suretini tasvir etmenin haram ve büyük günahlardan olduğunu söylemiş; ağaç, dağ, deve semeri gibi şeyleri tasvir etmenin ise haram olmadığını belirtmiştir. Üzerinde canlı suretleri bulunan şeyleri kullanmanın hükmünün ise, bu eşyanın nerede ve nasıl kullanılacağına bağlı olduğunu ifade etmiş ve bu suretlerin, -duvara asılması ve giyilen bir elbisede olması gibi- önemsenmemiş sayılamayacak bir konumda kullanılmasının haram olduğunu; yere serilip çiğnenen bir yaygı veya minder üzerinde bulunmasının ise, -rahmet meleklerinin içeri girmesine engel teşkil edip etmeyeceği tartışılmakla birlikte- haram olmadığını söylemiştir, Nevevî devamla zikredilen bu hükmün hem gölgeli hem de gölgesiz suretler için geçerli olduğunu söylemiştir, Nevevî'nin zikrettiğine göre, bazı Selef bilginleri hadislerde söz konusu edilen yasağın yalnızca gölgeli suretler için geçerli olduğunu, gölgesiz suretleri yapmada bir sakınca bulunmadığını ileri sürmüşlerdir (Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XIV, 81-82),
10£- llMIHfll
Bilginler, insan ve hayvan gibi canlılar dışındaki varlıkların resimlerinin yapılmasının, bundan kazanç elde edilmesinin caiz olduğunu söylerken, birçok hadiste kıyamet günü musavvirlere söyleneceği belirtilen "Hadi bakalım, yarattıklarınıza bir de can verin" ifadesinden ve İbn Abbas'ın yukarıda zikredilen fetvasından hareket etmişlerdir. Şu kadar var ki, bu konudaki deliller dikkatle incelendiğinde, hadislerde geçen şiddetli tehditlerin, tapınmak için veya yaratma hususunda Allah ile boy ölçüşme kastıyla resim ya da heykel yapanlara ilişkin olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Zira bu amaçla yapılmayan masum resimler için bu tehditler oldukça ağırdır. Nitekim, konuya ilişkin hadislerin kronolojisi de tehditlerin gitgide azaldığını göstermektedir.
Bilginlerin çoğunluğu çocuk oyuncaklannm yasak kapsamı dışında kaldığını ifade etmişlerdir.
Öte yandan âlimler, Hz, Süleyman'ın dininde, timsal (heykel veya resim) yapımının serbest olmasıyla İslâm'da suretin yasaklanmış olması arasını telif için Süleyman'ın dininde bunun yasaklanmadığına, hatta buna izin verildiğine işaret etmişlerdir. Meselâ Zemahşerî, suret ve timsal yapımının zulüm ve zina gibi aklen çirkin olmadığını ve hükmünün şeriatlara göre değişebileceğini belirtmiştir,
İslâm'da suretin yasaklanmasının gerekçesi olarak, Hz, Peygamber'in, "Allah, suret yapanlara, yaptıkları suretlere ruh üfleyinceye kadar azap edecektir. Ruh üflemeleri de zaten mümkün değildir" ve "Kıyamet gününde en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar Allah'ın yaratmasına -yarattıklarına- benzemeye çalışanlardır" gibi hadislerden hareketle, 'yaratma hususunda Allah'a benzemeye çalışma' hususu gösterilmiştir. Bu gerekçelendirme yanlış olmamakla birlikte öyle görünüyor ki, suret yasağının asıl illeti, İbnü'l-Arabî'nin de isabetle belirttiği gibi şudur: Câhiliye Arapları'nın putlara tapma âdetleri vardı ve bu putları kendi elleriyle tasvir edip sonra bunlara tapıyorlardı, İslâmiyet, puta tapmaya vesile olan şeyleri kaldırmak suretiyle tevhid sisteminin korunmasında titizlik göstermiştir (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, IV, 1599-1602), Buna o dönemde haçın hıristiyanların hayatındaki konumunu da eklemek gerekir. Bu itibarla, resim ve timsal hakkında varit olan yasaklamanın ana sebebinin, bunlara tapınma endişesi olduğu söylenebilir, İslâm dini, tevhid dinidir, Araplar, kendi elleriyle çizdikleri ve şekillendirdikleri resimlere ve putlara tapıyorlardı, Hz, Peygamber, Araplar yeniden eski alışkanlıklarına döner endişesiyle, bu alışkanlıklan hatırlatan resimleri ve suretleri de yasaklamayı uygun bulmuştur. Nitekim, benzer bir uygulamaya,
HflRflMifiR vs HeınııeR 1 03
şarabın kesinlikle yasaklanmasından sonra rastlanır, Resûlullah normalde kullanılmalarında bir sakınca olmadığı halde, şarap yasağından sonra Arap-lar'in içerisine şarap koydukları dübbâ ve nakîr gibi özel isimlerle anılan şarap kaplarının kullanılmasını da yasaklamıştı, Hz, Peygamber bu metotla Araplar'a eski alışkanlıklarını hatırlatacak şeyleri de sedd-i zerîa kabilinden olmak üzere yasaklamıştır. Resim ve timsal yasağının da bu çerçevede değerlendirilmesi ve bu yolla tevhid inancını her ne suretle olursa olsun şirk bulaşığından arındırma amacı güdüldüğünün söylenmesi mümkündür.
Bazı bilginlerin, resim hakkında şiddetli tehdit içeren yasaklamaların İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu, sonra bu tehdidin gitgide hafiflediği şeklindeki açıklamaları da, yasak sebebinin biraz önce bahsedilen endişe olduğu hususunu desteklemektedir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, bilginler ağaç, dağ, taş gibi manzara resimlerinin çizilmesinin ve kullanılmasının, aynı şekilde insan bedenini tam olarak yansıtmayan suretin mubah olduğunu ifade etmişlerdir, Nevevî gibi bir kısım âlimlerin, üzerinde canlı resmi bulunan kumaşların, yaygı, sofra bezi gibi amaçlarla kullanılabileceği, Tîbî gibi diğer bazılarının ise, bunların mutlak surette mubah olduğu şeklindeki açıklamaları göz önüne alınınca; artık günümüzde resim yapmanın ve resimli eşya kullanmanın, tevhid inancına aykırı bir sonuca götürme durumu veya endişesi olmadığı sürece, ilk dönemler hakkındaki yasağın kapsamına girmediğinin ve dolayısıyla haram olmadığının ifade edilmesiyle yeni bir şey söylenilmiş olmayacaktır.
Üzerinde Resim ve Suret Bulunan Eşyayı Kullanmak, Hanefîler, üzerinde insan veya hayvan resmi bulunan yaygı üzerinde namaz kılmada bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Çünkü, resimli yaygının ayaklar altına alınması, resimlere değer vermeme anlamındadır. Ancak, resime ibadet etmeye benzeyeceği için yaygıdaki resimler üzerine secde edilmemesi tavsiye edilmiştir. Yine bu resimler (suret veya tesâvîr), baş hizasından daha yuka-nda, kişinin hizasında ve önünde asılı olarak bulunurken namaz kılmanın mekruh olduğu söylenmiştir. Resimler, kişinin arkasında veya ayaklan altında ise, namaz mekruh olmayıp, resimlerin evde bulundurulmuş olması mekruhtur. Evde resim bulundurmanın mekruh olmasının gerekçesi ise, Cebrail'in, "Ben içerisinde köpek veya suret bulunan eve girmem" sözüdür.
Resimli elbise giymek mekruh görülmekle birlikte, bu elbise içinde kılınan namaz sahihtir. Fakat ihtiyaten yeniden kılınması uygundur (Merginânî, el-Hidâye, I, 362-364), Hanbelîler de üzerinde canlı resimleri
1Ç4 llMIHfll
bulunan elbise giymenin haram olmayıp mekruh olduğunu belirtmişlerdir (İbn Kudâme, el-Mugnî, I, 590),
İlk bakışta dikkati çekmeyecek derecede küçük olan resimlerin bulundurulmasında ve kullanılmasında da bir sakınca yoktur. Nitekim, Ebû Musa'nın üzerinde iki sivrisinek resmi bulunan bir yüzüğü olduğu, İbn Ab-bas'ın da küçük resimlerle donatılmış bir kanunu (ocak benzeri bir şey) olduğu nakledilmektedir,
Abdürrezzâk, İbn Abbas'm, içerisinde suret bulunan kilisede namaz kılmayı kerih gördüğünü, Hz, Ömer Şam'a gittiğinde hıristiyanların ileri gelenlerinden birinin Ömer için yemek hazırlatıp davet ettiğini, Ömer'in de, "Biz sizin kiliselerinize girmeyiz; çünkü oralarda suretler vardır" diyerek bu daveti geri çevirdiğini nakletmektedir, Râvi, Hz, Ömer'in "suret" sözüyle timsali kastettiğini belirtmiştir (Buhârî, "Salât", 54),
Resimli Eşyanın Alım Satımı, Bilginlerin çoğunluğu, Hz, Âişe'nin satın aldığı resimli minderi Hz, Peygamber'in iade ettirmeyerek, şeklini ve konumunu değiştirmek suretiyle başka bir amaçla kullanılmasına izin vermesinden hareketle, resimli eşyanın satımının caiz olduğunu söylemişlerdir.
Zahirî mezhebinin ünlü fakihi İbn Hazm, çocuk oyuncakları dışında bütün suretlerin satımının haram olduğunu ifade etmektedir (İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 25), Ancak İbn Hazm'ın resimli kumaşın satımını caiz gördüğü hatırlanırsa, burada suretten maksadın heykel türü şeyler olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslâm öncesi dönem Araplar'ı da tek yaratıcı olan Allah'a inanmakla birlikte O'na, araya vasıtalar koyarak ulaşabileceklerini düşünüyor, bunun için de çoğu insan suretindeki çeşitli resim ve heykelleri (put) aracı-tanrı kabul ediyorlardı. Başlangıçta insanın estetik duygusunun, yaratıcı düşünce ve hayal gücünün eseri gibi gözüken bu suret ve heykeller soyut tann kavramına ulaşmakta zorlanan kişiler için giderek basit görünüm ve yapısından çıkıp madde ötesi güçleri temsil etmeye, hatta insanın tapınma ihtiyacını karşılayacak ölçüde kutsallık taşımaya başlamıştır, İslâm bu beşerî yanılgının çok yoğun olduğu bir dönem ve toplulukta ortaya çıktığı ve Allah'tan başka hiçbir yaratıcının ve mutlak güç sahibinin olmadığı (tevhid) fikrini tebliğinin odak noktası yaptığı için, haliyle insanları tevhid akidesinden uzaklaştıracak, şirke bulaştıracak her türlü tehlike karşısında da çok temkinli davranmış, titizlik göstermiştir, Hz, Peygamber'in suret ve timsal konusunda gösterdiği hassasiyet de bu yüzdendir. Ancak,
HflRflMifiR vs HeınııeR 1 OS
naslardaki tasvir ile ilgili yasaklayıcı ve tehditkâr ifadelerde İslâm tebliğinin ileri dönemlerine doğru azalma görüldüğü gibi, müslümanlann bu ilkel yanılgıdan iyice uzaklaşması ve bu yönüyle şirke bulaşma tehlikesinin azalmasına paralel olarak İslâm âlimlerinin de resim ve suretler konusunda daha müsamahakâr davranmaya başladıkları görülmektedir. Heykel konusunda daha katı davranılması da yine bu anlayışın sonucudur. Böyle olunca, burada yasaklanan şey, resim ve suretin bizzat kendisi olmayıp, bunların kişileri şirke götürmesi, kutsallık ve tapınma aracı yapılması durumudur. Zaten dinde haram ve helâle konu olan şeyin eşya (a'yân) değil de fiiller (efâl) olduğu söylenirken de bu ifade edilmek istenir, O halde anılan endişe ve tehlikenin mevcudiyeti oranınca yasak oluş hükmünün varlığını koruyacağı, bunun bulunmayıp daha çok bir ihtiyacın, estetik duygunun ifadesi olduğu durumlarda ise bu tür faaliyetleri aslî hükmü olan "mubah" çerçevesinde değerlendirmenin uygun olacağı söylenebilir.
Öte yandan, resim çizme ve heykel yapma bazı İslâm bilginlerince bir bakıma Allah'ın yaratıcılığına özenme, fikrî planda da olsa O'nun tek yaratıcılığını gölgeleme olarak değerlendirilmiş ve bu gerekçe ile doğru görülmemiştir. Gerçekten de şekillendirme yeteneğine, keşif ve sanat gücüne sahip kimselerin bu gücü kendilerinden bilip kibir ve gurura kapılmalan ne kadar yanlış ise, bu kabiliyeti Allah'ın lutfu olarak görmek de o kadar isabetli ve gerçek olacaktır. Yukarıda zikredilen yasaklama gerekçesi böyle bir açıklamaya tâbi tutulduğunda, günümüzdeki fotoğrafın, kamera, video ve diğer teknik araçlarla ekrana, sahneye yansıtılan görüntülerin klasik literatürdeki "tasvir" kapsamında düşünülmemesi gerekir. Çünkü bunlar olmayan bir varlığın hayal gücüne dayanarak şekillendirilmesi olmayıp aksine, mevcut varlıkların teknik cihazlarla kaydedilip tekrar görüntüye gelmesidir. Bunlar belki de insan ve diğer varlıkların görüntülerinin suya, aynaya yansıması grubunda mütalaa edilebilir. Böyle olunca, fotoğraf ve filimlerde yer alan tema ve görüntünün, dinin inanç ve ahlâk esaslarını ihlâl etmemesi, cinsî tahrike, bozgunculuk ve fitneye yol açmaması gibi şartlar üzerinde öncelikle durulması gerekir. Haliyle bu şartlar da, fotoğraf ve filmin kendisinin meşruluğundan çok kullanım tarz ve amacıyla ilgili olarak getirilebilecek sınırlamalardır,
c) Müzik
İslâm, gerek inanç ve ibadet esasları, gerekse hukuk ve ahlâk ilkeleri itibariyle, fert ve toplum olarak insanın yaratılışına uygundur, İslâm, insanın yapısına, fıtratına uygun bir din olduğu için, fıtrat gereği olan ihtiyaç ve
106 llMIHfll
arzularının karşılanmasına ve tatmin edilmesine Önem vereceği açıktır. Bu itibarla, tıpkı insanın yeme içme ve cinsel ilişki gibi maddî/bedensel ihtiyaç ve isteklerini karşılamasının mubah hatta bazı durumlarda vacip olması gibi, ruhî-mânevî, bedîî-estetik ihtiyaç ve arzularını karşılaması da aynı şekilde mubah olması gerektir.
Müzik genel olarak vokal veya enstrümantal ses ve tonların bir araya getirilmesinden oluşan bir sanattır. Yunan dilinden Arapça'ya geçen mûsiki kelimesinin yerini tutacak bir Arapça kelime yoktur. Meselâ, Arapça'daki "gına" kelimesi, yalnızca şarkı söylemeyi, "semâ" kelimesi ise sadece dinlemeyi ifade eder. Bu itibarla, gerek âyetlerde gerekse sahih hadislerde doğrudan müziği belirtmek üzere kullanılmış bir ifadeye rastlanmadığını söylemek mümkündür. Bundan dolayı burada, genel olarak "gına, tegannî" (şarkı) ve çalgı aletleri (melâhî) ile ilgili görüşlere yer verilecek, daha sonra genel bir değerlendirme yapılacaktır.
Gına, İslâm bilginleri tarafından sıkça tartışılan ve hakkında lehte ve aleyhte çok şey söylenen konular arasında yer alır. Gerek lehte gerekse aleyhte olan gruplar görüşlerini âyet ve hadislerle desteklemeye çalışmışlardır. Bu konuda genel bir değerlendirme yapmadan önce lehte ve aleyhteki görüşleri ve gerekçelerini vermekte yarar vardır,
Ebû Hanîfe, gınayı mekruh görmüş ve günah saymıştır. Sonraki Hanefî bilginlerin, Ebû Hanîfe'nin "mekruh" dediği şeylerin "harama yakın mekruh" olarak anlaşılması gerektiğini ifade ettikleri göz önüne alınınca, Ebû Hanîfe'nin, gınanın tahrîmen mekruh olduğu kanaatini taşıdığı söylenebilir. Mezhepler arasında gına ve çalgı aletleri karşısında en keskin tavır Hanefî-ler'inkidir, Hanefîler, def, mizmar gibi çalgı aletlerini dinlemenin haram ve mâsiyet olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Hatta bazı Hanefîler, bu çalgı aletlerini dinlemenin (semâ) fasıldık, bundan zevk almanın küfür olduğunu iddia etmişlerdir, Hanbelî fakihlerden İbnü'l-Kayyim, Hanefîler'in bu konudaki dayandıklan hadisin Hz, Peygamber'e nisbetinin sahih olmadığını belirtmektedir (Kâsânî, BedâV, V, 128-129; İbn Kayyım, İgâsetü'l-lehfân, I, 227),
İmam Mâlik, gınanın hem icrasını, hem dinlenilmesini tasvip etmemiştir. Hatta satın alman bir cariyenin şarkıcı (muganniye) olduğunun anlaşılması durumunda, bunun iadeyi gerektiren bir ayıp sayılacağını belirtmiştir. Yine Mâlik, kendisine sorulan, "Medine ehli ne tür gınaya ruhsat veriyor" şeklindeki soruya bunu, bizde fâsıklar yapar" cevabını vermiştir (İbn Kayyım, İgâsetü'l-lehfân, I, 227), Bununla birlikte, gına konusunda en ılımlı görüşün Medineli bilginlere ait olduğu bilinmektedir.
HeınııeR 1 07
Şâfîî, "Gına, bâtıla benzeyen mekruh bir eğlencedir. Bunu çok yapan sefih sayılır ve şahitliği reddedilir" demiştir (Gazzâlî, İhya, II, 267), Sonraki Şâfîî bilginlerin büyük çoğunluğu ise gınanın haram olduğunu belirtmişler ve Şafiî'ye nisbet edilen "gınanın mubahlığı" yolundaki görüşü doğru kabul etmemişlerdir. Bunda yaşadıkları dönemin etkilerini aramak yanlış olmaz, Şafiî âlimlerden Şîrâzî, hiçbir görüş ayrılığı zikretmeden haram bir menfaati içeren icâre akdinin sahih olmayacağını belirtmiş ve bunlar arasında şarap taşıma ile birlikte gına ve mizmarı da saymıştır (Şîrâzî, et-Tenbîh, s, 123),
Ahmed b, Hanbel de kendisine gınanın hükmü sorulduğunda "Gına kalpte nifakı yeşertir, ben hoşlanmam" diye cevap vermiştir (İbn Kayyim, İgâsetü'l-lehfân, I, 229),
Aşağıda, gınanın aleyhinde olanların dayandıkları belli başlı âyet ve hadisler zikredilerek, bunların bu konuda dayanak olmaya elverişli olup olmadıkları tartışılacaktır,
1, "Bazı insanlar, Allah'ın yolunu (âyetlerini) alay konusu yaparak halkı sinsice Allah'ın yolundan saptırmak için 'söz eğlencesi'ni satın alırlar. Küçük düşürücü azap işte bunlar içindir" (Lokman 31/6),
Âyette geçen "söz eğlencesi veya sözlü eğlence" (lehve'l-hadîs) ifadesinin yorumuyla ilgili olarak müfessirler iki hususa işaret etmişlerdir. Birincisi; âyette geçen "lehve'l-hadîs", masal, asılsız sözler ve hurafeler anlatmak demektir. Âyetin nüzul sebebi olarak nakledilen şu rivayet bu yorumu desteklemektedir, Nadr b. Haris ismindeki biri, Fars memleketlerine ticaret için gittiği sırada orada Acem kitaplarını satın alarak Kureyşliler'e anlatır ve "Muhammed size Âd ve Semûd kavminin hikâyelerini anlatıyor. Ben ise Rüstem'in, Behlûl'ün efsanelerini, kisrâların ve Hîre krallarının hikâyelerini anlatıyorum" der ve insanları Kur'an'ı dinlemekten alıkoymaya çalışırdı, İşte âyet bu kişi hakkında nazil olmuştur,
Lehve'l-hadîs için getirilen ikinci yorum ise gına ve müziktir. Bu yorumun hareket noktası yine aynı şahsın Fars memleketlerinden şarkıcı kadınlar getirmek suretiyle insanları tiz, Peygamber'in etrafından uzaklaştırmaya çalışmasıdır. Anlatıldığına göre, bu kişi güzel bir şarkıcı câriye satın almıştı. Birinin müslüman olacağını duyduğu zaman onu alıp cariyesinin yanma getirir ve cariyesine "Hadi buna yedir içir, şarkı söyleyip gönlünü eğlendir" der ve bu suretle onu eğlendirdikten sonra "Gördün ya! Bu, Muhammed'in çağırdığı namaz ve oruçtan, onunla birlikte savaşmaktan daha iyi değil mi?" derdi (Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3838-3839).
108 llMIHfll
Rivayetlerin değerlendirilmesi sonucunda ve anlatılmak istenen mesaj açısından birinci yorum daha isabetli gözükmektedir. Hangi rivayet alınırsa alınsın, âyette tenkit edilen husus "Kur'an'dan uzaklaşma" keyfiyetidir. Bu açıdan bakıldığında, müzik ile geçmiş kavimlerin hikâyelerini okumak arasında fark yoktur. Daha doğrusu Kur'an'dan yüz çevirmeyi ve uzaklaşmayı sonuçlayan her şey aynı hükümdedir. Hatta, Gazzâlî'nin de belirttiği gibi, insanları Allah'ın yolundan saptırmak için Kur'an okumak bile haramdır (Gazzâlî, İhya, II, 282),
2, "Siz, ağlayacak yerde dudak bükerek ue istihza ile gülerek bu söze mi (Kur'an'a mı) hayret ediyorsunuz!" (en-Necm 53/59-61),
Nakledildiğine göre, İbn Abbas âyette geçen ve "dudak bükerek" şeklinde tercümesi verilen "semed" lafzının Himyerîce'de "gına" anlamında olduğunu belirtmiştir, Gazzâlî, bu açıklamadan hareketle gınanın yasaklandığı sonucunun çıkarılamayacağını, aksi takdirde âyette geçen ve kınanan diğer fiillerin de aynı şekilde yasak olması gerekeceğini ifade etmiştir. Âyette geçen "sâmidûn" kelimesi "şarkı söyleyenler" olarak anlaşılsa bile, buradan hareketle gınanın haramlığı sonucu çıkarılamaz. Çünkü, normalde gülme haram olmadığı halde Kur'an'ı hafife alarak gülme nasıl haramsa, aynı şekilde Kur'an'ı hafife alan gına (şarkı) ve şiir de haramdır. Nitekim, "Şairlere ancak azıtmışlar uyar" (eş-Şuarâ 26/224) âyetinde kastedilen, kâfirlerin şairleridir. Yoksa bu âyetten hareketle bizzat şiirin haramlığı sonucuna varılamaz (İhya, II, 282; krş, İbn Kayyim, İgâsetü'l-lehfân, I, 258),
Müzik karşıtlarının dayandıkları hadislerin başında "Ümmetim içerisinde gayri meşru ilişkiyi, ipeği, şarap ue meâzifi helâl sayan bir grup olacaktır" (Buharı, "Eşribe", 6) mealindeki hadis gelir.
Bazı âlimler, hadiste geçen "meâzif" kelimesini, bütün eğlence (lehv) aletleri olarak açıklarken, bazıları melâhî ile meâzif arasında bir aymm yaparak melâhîyi el ile vurulan çalgı aletleri, meâzifî de ağız ile (üflenerek) çalman çalgılar olarak açıklamışlardır, İbn Hazm gibi bazı muhaddisler ise bu hadisin senedinin münkatı' olduğunu belirtmişlerdir.
Diğer bir hadis, "Allah (içki meclislerinde erkeklere) şarkı söyleyen cariyelerin satılmasını, ücretini haram kılmıştır" hadisidir,
Gazzâlî, yabancı kadının fâsıklara ve fitnesinden korkulan kişilere şarkı okumasının haram olduğunu belirtmekle beraber, bu hadisten hareketle cariyenin kendi sahibine şarkı okumasının, hatta fitne olmaması durumunda başka erkeklere şarkı okumasının haramlığı hükmü çıkarılamayacağını ifade
HflRfiMiflR vs HeınııeR 1 09
etmiş ve bu görüşüne, Hz, Peygamberin bulunduğu bir sırada iki cariyenin Hz, Âişe'nin evinde şarkı okumasını delil göstermiştir (İhya, II, 282),
Hadis uzmanlarından Irâki, Taberânî'nin Evsafta rivayet ettiği bu hadisin zayıf olduğunu; Beyhaki de bu hadisin mahfuz olmadığını belirtmiştir.
Müziğin lehinde olanların gerekçeleri ise şunlardır: Gazzâlî, İhyâü ulûmi'd-dîn isimli eserinde, "Müzik Dinlemenin (semâ) Mubahlığının Delili" başlığı altında söze şöyle başlar: "Müzik dinlemek haramdır demek, Allah müzik dinleyen kişileri cezalandıracaktır demektir. Bu ise, sırf akılla bilinebilecek bir husus değildir. Öyleyse, bu konuda naslara ve bu nasların ışığında yapılan kıyaslara başvurmak gereklidir. Eğer bu konuda nas ve nassa kıyas yoluyla ulaşılan doğru bir sonuçlama yoksa, müzik dinlemenin ha-ramlığı iddiası boşa çıkmış olur", Gazzâlî daha sonra, ölçülü olsun veya olmasın, güzel sesi dinleme, müziğin dinleyici üzerinde bıraktığı etki ve dinleyici ile ilgili hususları uzun uzadıya açıkladıktan sonra mûsikinin mubah olduğunu belirtir, karşı görüşte olanların gerekçelerini tek tek ele alarak cevaplandırmaya çalışır (Gazzâlî, İhya, II, 268-284),
Gına konusunda Mâlikî bilgin İbnü'l-Arabî'nin değerlendirmesi de şöyledir: Gına, âlimlerin çoğuna göre gönülleri coşturan bir eğlence olup, gerek Kur'an'da gerekse Sünnette bunun haramlığına dair bir delil yoktur. Hatta sahih bir hadiste, gınanın mubah olduğuna delil vardır. Bu rivayete göre Hz, Ebû Bekir, bir defasında Hz, Âişe'nin evine girip orada iki cariyenin şarkı söylemekte olduğunu görünce "Allah'ın Resulü'nün evinde şeytanın mizmarı ha!" diye çıkışmıştı, Hz, Peygamber ise, "Onlara ilişme ey Ebû Bekir! Bugün bayram günüdür" (İbn Mâce, "Nikâh", 21) demiştir. Eğer müzik haram olsaydı Resûlullah'ın evinde icra edilmezdi, Hz, Ebû Bekir, görünen duruma nazaran buna karşı çıkmış, Hz, Peygamber ise, gönüllerin dinlendirilmesi hususunda yumuşaklık ve ruhsat gözeterek onlara ilişmemiştir. Çünkü her gönül, sürekli olarak ciddiyeti taşıyamaz, Resûl-i Ekrem'in, müziğin serbestliğini "bayram günü" ile illetlendirmesi ise, bunun sürekli olarak yapılmasının mekruh olduğunu, fakat bayram, düğün gibi sebeplerle buna ruhsat verileceğini göstermektedir. Bu itibarla, müziğin haramlığı konusunda rivayet edilen bütün hadisler sened ve yorum bakımından bâtıl olduğu gibi, bu konuda getirilen âyet yorumları da bâtıldır (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 1053-1054),
Mâlikî fakihi İbnü'l-Arabî, "Bir kısım insanlar lehve'l-hadîsi satın alıyorlar..." (Lokman 31/6) âyetini tefsir ederken, burada geçen lehve'l-hadîsi gına olarak yorumlayanların bulunduğunu belirtip bu konuda rivayet edilen ha-
"IID llMIHfll
dişleri sıraladıktan sonra bu yorumun ve rivayet edilen hadislerin de sahih olmadığını ifade etmektedir (Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 1493-1494; IV, 1950),
Zühaylî, bazı Hanefî, Mâliki ve Hanbelî âlimlerin, gınanın kerahetsiz mubah olduğu görüşünde olduklarını ve bu görüşün üstün ve genelde tercih edilen görüş olduğunu ifade etmektedir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhü'l-İslâmî ve edilletühû, III, 573),
Yine çağdaş Mısırlı aydınlardan gazeteci -merhum- Muhammed el-Gaz-zâlî, tartışmalara yol açan -Türkçe'ye de çevirirmiş bulunan- es-Sünnetü'n-nebeuiyye beyne ehli'l-fıkh ve ehli'l-hadîs adlı kitabında şaban ayının orta gecesi hakkındaki hadislerin, müziğin haramlığı hakkındaki hadislerden daha kuvvetli olduğunu söyler ve bu konuda İbn Hazm'm görüşlerine yer vererek şu açıklamada bulunur: İbn Hazm der ki: Satranç, mezamir, ud, meâzif ve tanburun satımı helâldir, Bunlan kıran tazmin etmekle yükümlüdür. Aynı şekilde şarkıcı cariyelerin alınıp satılması da helâldir, İbn Hazm'm bu konudaki delili, eşyanın asıl itibariyle mubahlığını gösteren "Yeryüzündeki her şeyi sizin için yaratan O'dur" (el-Bakara 2/29), "Size haram kıldıklarını sayıp dökmüştür" (el-En'âm 6/119) ve "Allah alım satımı helâl kıldı" (el-Bakara 2/275) âyetleridir, İbn Hazm, bunların satımının haram olduğu görüşünde olanların ise, sahih olmayan veya sahih olsa bile hüccet teşkil etmeyen rivayetlere dayandıklarını belirtir. Başka bir yerde İbn Hazm, müziğin haramlığı konusundaki rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu söylemektedir, Allah, daha çok ciddiyete yardımcı olsun diye, herhangi bir oyunla nefsini rahatlatan kimseyi kıramamıştır. Ameller niyetlere göredir. Bir müslümanın bir bahçeyi seyretmesi veya gezinmesinde bir sakınca yoktur. Doğrusu, müzik sözdür. Sözün de güzeli güzel, çirkini çirkindir. Günah içerikli şarkılar olabileceği gibi, anlamı ve edası güzel dinî, askerî veya duygusal şarkılar da vardır, Şâtıbî'nin el-İ'tisâm'da anlattığına göre, Hz, Ömer'e bir grup insan gelerek, imamlarının namazı bitirdikten sonra teganni ettiğini söyleyip şikâyette bulunurlar. Neticede Ömer adamın yanma gider. Kendisi hakkında iyi olmayan şeyler duyduğunu söyler. Adam, şu şarkıyı mırıldanıyorum deyince, şarkının sözlerini beğenen Ömer, "Böyle olduktan sonra isteyen şarkı söylesin" der (Muhammed el-Gazzâlî, es-Sünnetü'n-nebeuiyye beyne ehli'l-fıkh ue ehli'l-hadîs, S, 86),
Bütün bu anlatılanlardan şöyle bir sonuç çıkarılması mümkündür. Müzik, İslâm bilginleri tarafından çokça tartışılan ve hakkında lehte ve aleyhte çok şey söylenen konular arasında yer alır. Müziğin lehinde ve aleyhinde öne sürülen gerekçeler birlikte düşünüldüğünde müziğin mutlak olarak yasaklanmadığı, aksine mubah bırakıldığı sonucuna ulaşılır. Gerçekten de elde
HeınııeR 111
Kur'an ve Sünnette müzik dinlemenin haram olduğunu ve müzik dinleyenlerin günahkâr olacağını ispata yetecek malzeme bulunmadığı açıkça görülmektedir. Ancak, diğer mubahlar gibi müziğin de haramın işlenmesine vesile yapılmasına karşı çıkılmıştır. Bu itibarla içinde isyan, küfür veya İslâm'ın hoş karşılamadığı sözler bulunan yahut cinsel tahrik, müstehcenlik gibi dinimizce hoş görülmeyen şeylere yol açan müziğin söylenmesi ve dinlenilmesi kesinlikle uygun değildir. Bununla birlikte müzik konusunu gerek önceki devirlerde gerekse zamanımızda bir tercih ve takva meselesi olarak değerlendirenler de bulunagelmiştir. Bunların saygıyla karşılanması gerektiği gibi, müzik dinlemeyi bir eğlence unsuru olarak görenlerin de hoş karşılanması gerekir.
Müziğin bir tedavi aracı olduğunu keşfetmiş bir kültürün vârisleri olarak, yeterli delil ve gerekçe olmadığı halde, vaktiyle birtakım sosyolojik gerekçe ve amaçlarla verilen hükümleri içeriğinden mahrum bir şekilde günümüze taşımak veya yanlış değerlendirmelerde bulunmak suretiyle bu doğal ilâçtan insanları mahrum etmek isabetli bir bakış açısı olarak gözükmüyor.
Son olarak kimi çevrelerde gündeme getirilen ve tartışılan İslâmî müzik-gayri İslâmî müzik ayırımına ve gayri İslâmî müzik yapılan müzik aletleriyle, İslâmî müzik üretmenin caiz olup olmadığı konusuna değinmek uygun olacaktır. Hemen belirtilmelidir ki, gerek müziğin, gerekse müzik aletlerinin İslâmî-gayri İslâmî şeklindeki kategorik ayırımı isabetli görülemez. Bunun yerine, halk müziği, sanat müziği gibi tür ayırımlarına benzer şekilde, belki, cami müziği/mûsikisi, tekke müziği, kilise müziği gibi tür bildiren isimlendirmeler yapılabilir. Böyle bir yaklaşım ne kadar işin mahiyetine uygunsa, din merkezli ayırımlar o kadar yapaydır. Müzik sözlerinin İslâmî ilkelere aykırılık içeren, içermeyen şeklindeki ayırımı bir ölçüde mâkul karşılansa bile, içinde besmele, tekbir, cihad, peygamber gibi kavram ve sözcükler geçenleri İslâmî, böyle olmayanları gayri İslâmî saymak doğru değildir. Diğer birçok sanat dalı gibi, müzik de önce yerel/millî, sonra evrenseldir. Hal böyle olunca İslâmî-gayri İslâmî müzik aletlerinden değil, -çünkü müzik aletinin müslümanı gavuru olmaz- asırlar içinde zenginleşen ve gelişen millî kültürümüzden gelen, bize ait olan müzik aletlerinden bahsedebiliriz. Elbette İd her türlü müzik üretiminde çoğunlukla bizim olan, bize mal edilen müzik aletlerinin kullanılması uygundur, fakat bu dinî hassasiyet değil millî hassasiyet gereğidir.
Dostları ilə paylaş: |