Birinci Bölüm Din ve Mahiyeti



Yüklə 6,05 Mb.
səhifə87/105
tarix30.10.2017
ölçüsü6,05 Mb.
#22655
1   ...   83   84   85   86   87   88   89   90   ...   105

b) Garar Yasağı

İslâm hukukçularının ve hukuk ekollerinin birçok farklı anlam yüklediği garar terimi, öz olarak, bir borç ilişkisinde akid konusunun meydana gelip gelmeyeceğinin belirsiz olması, akıbetinin kapalı olması, akdin haksız ka­zanca yol açacak ölçüde kapalılık taşımasını ifade eder. Garar da bir nevi bilinmezlik anlamı içermekle birlikte, akid konusunun elde edilip edilemeye­ceğinin belirsizliği genelde garar, vasıflarının bilinmezliği ise cehalet terimle­riyle karşılanır. Bununla birlikte her iki kelimenin birbirinin yerine kullanıl­dığı da olur.

Hemen hemen bütün hadis kitaplarında Hz. Peygamber'in gararlı alış­verişi (bey'u'l-garâr) yasakladığı rivayeti yer alır (Buharı, "Büyü"', 75; Müs­lim, "Büyü"', 4; Ebû Dâvûd, "Büyü"', 24-25). Kur'an ve Sünnet'te, sözleşme­lerde açıldık, dürüstlük ve güven ilkeleri üzerinde ısrarla durulur; karşılıklı nzânın bulunmadığı akidler ve ticarî işlemler "bâtıl yol" olarak nitelendirilir. Kur'an ve Sünnet'in borçlar hukuku alanında sevkettiği birçok hüküm ve ya­sak da temelde bu açıklık ve dürüstlüğü sağlamaya yöneliktir. Mâlikî hukukçu İbnü'l-Arabî de İslâm'da muamelât hukukunun dört temelinin bulunduğunu

Hukuki ve TıcfiRl Hnvm 359

belirttikten sonra bunlardan birini de hadislerdeki garar yasağının teşkil ettiğini söyler,

Garar yasağı İslâm hukukçularınca ilke olarak benimsenmekle birlikte hangi tür akid ve şartın bu yasak kapsamına girdiği, garann akdin kuruluş ve işleyişine tesirinin ne olacağı gibi hususlar İslâm hukukçuları ve hukuk ekolleri arasında tartışmalıdır, İslâm hukukunun klasik literatüründe özel borç ilişkileri ayrıntılı olarak işlenip geliştirildiği için, garar konusunda da zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur,

Akde konu olan mal ve bedelle veya akdin ifası ile ilgili ayrıntıların ta­raflarca önceden açıkça belirlenmesi ve bilinmesi şarttır. Bilinmezliğin, tarafları anlaşmazlığa sürükleyecek ölçüde olması, akdin fâsid olmasına yol açar. Fakat, akdin konusu ve ifa ile ilgili her türlü risk ve kapalılığı garar kapsamına dahil edip bu tür akidleri geçersiz saymak doğru olmaz. Çünkü bundan kaçınmak her zaman mümkün değildir. Bu sebeple, ancak belli bir derece ve ölçüden sonraki gararın, yani kapalılık ve riskin akdi bozacağı benimsenmiş ve böylece hukukî işlemlerde istikrar ve güven korunmak istenmiştir. Bunun sonucu olarak, akidlerde bulunabilecek garar, önem ve derecesine göre, a) akdi iptal edici, b) akdi ifsad edici, c) kaçınılması müm­kün olmayıp akde tesir etmeyen garar şeklinde üç grupta ele alınabilir. Anne karnındaki yavrunun, kaçmış hayvanın, olta veya ağdaki balığın, istiridye­deki incinin satışı önemli ölçüde risk ve kapalılık içerdiği için bâtıl sayılmış­tır, Akid konusunun vasıf, miktar, vade gibi hususlarıyla ilgili kapalılık ve risk ise, bir ölçüde telâfi edilebilir olduğundan bu tür gararın akdi sadece ifsat ettiği görüşü hâkimdir. Klasik dönem İslâm hukukçuları, İslâm öncesi dönemde yaygın olan ve bazı sembolik hareketlerle yapılan satım türlerini (bey'u'l-hasat, bey'u'l-münâbeze, bey'u'l- mülâmese), satılan malın tesliminin mümkün olmaması, mal veya bedelin ne olduğunun, miktar ve vasfının bilinmemesi, vadenin bilinmemesi gibi durumları, henüz olgunlaşmadan dalındaki meyvenin satımını, bir satımda iki satımı veya akdin yapısına aykırı şartın ileri sürüldüğü satım akidlerini, hatta kuruluşu başka bir husu­sun gerçekleşmesi ihtimaline bağlanan satımları, kaporalı alışverişi vb, de gararlı akid örnekleri olarak sayar ve garar yasağı kapsamında görürler. Zaten anılan bu satım türlerinin çoğu hadislerde de ayrı ayrı yasaklanmak­tadır, Garar, belki de bu tür akidlerin yasaklanışını açıklayan ortak gerekçe konumundadır,

İslâm borçlar hukukundaki garar yasağı aynntılı biçimde satım akdinde işlenmiş olmakla birlikte sadece bu akde özgü olmayıp selem, istisna, kira

360 llMIHfll

ve iş akdi, sulh, şirket gibi karşılıklı borç doğurma esası üzerine kurulu iki taraflı akidlerde de, hatta bağışlama (hibe), ariyet, vasiyet gibi tek taraflı (teberru) akidlerde de söz konusu olabilir. Her ne kadar Mâlikîler teberru akidlerinde gararın etkili olmayacağı görüşünde iseler de, İslâm hukukçula-nnın çoğunluğu, İslâm borçlar hukukundaki garar yasağını daha geniş kapsamlı ve etkili bir hukukî ilke olarak işletmekte, nikâh akdi ve akdî şartlar da dahil her türlü hukukî işlemde tarafları kapalılık, risk, aldanma ve aldatmaya karşı güvence altına almak istemektedirler,

İslâm hukukuna ait klasik literatürde gararlı akidler ve akidlerdeki garar unsuru ile ilgili olarak her bir akid türünde birçok örnek verilir. Bu anlayış ve örneklendirmelerde, İslâm hukukçularının kendi dönemle rinde İd ticarî işlem, usul ve şekillerinin de önemli etkisi vardır. Burada asıl amaç, hukukî işlemlerde karşılıklı rızâyı, açıklık ve dürüstlüğü korumak, taraflann bek­lenmedik bir zarar ve risk altına girmesine, aldatmasına veya aldanmasına engel olmaktır, İslâm hukukçuları dönemlerindeki hukukî işlem ve ticarî muameleleri bu temel ilkeye göre değerlendirip söz konusu sakıncayı taşı­yan usul ve şekilleri garar yasağı kapsamına alarak tarafların haklannı korumak istemişlerdir. Her ne kadar İslâm hukukunda akid serbestisi, hu­kukî işlemlerin konu ve kapsamını tarafların dilediği tarzda belirleme öz­gürlüğü mevcut ise de, başta faiz ve garar yasağı olmak üzere, hukuk düzeni belli kısıtlama ve yasaklamalar getirerek özellikle zayıf tarafın hakla­nnı koruma altına almış, insanların bilerek ve farkında olarak borç ve yü­kümlülük altına girmelerini istemiştir, Akdin tabii unsurlarındaki eksiklik ve bilinmezliğin, hile ve kumarın, aşırı fiyat farklılığının önlenmeye çalışılması çabaları da bu amaca yöneliktir, İslâm'ın bu temel amacı göz önüne alına­rak, İslâm hukukunda garar yasağı, hukukî işlemlerde güven ve açıklığı sağlayacak, risk, bilinmezlik ve kapalılığı önleyecek ölçüde geniş ve esnek bir kapsamda ele alınmış ve işletilmiştir,



c) Bilinmezlik Yasağı

Akdin konusu ile ilgili belirsizliğin "garar", vasıflarındaki bilinmezliğin ise "cehalet" terimiyle ifade edildiğine yukarıda temas edilmişti. Hukukî işlemlerde gönül hoşnutluğunun ve hür iradenin gerçekleşmesi, tarafların ne üzerinde, nasıl ve hangi şartlarla anlaşma yaptıklarını açıkça bilmeleriyle mümkün olur. Bunun için de İslâm hukukunda açıklık, dürüstlük ve güven ilkelerinin tabii gereği olarak akidlerin tabii unsurlarının anlaşmazlığa yol açmayacak ölçüde bilinir olması üzerinde önemle durulmuştur.



Hukuki ve TıcfiRl Hnvm 361

Hukukun bir ödevi de insan ilişkilerinde çıkması muhtemel aksaklıklan önceden görüp, bu konuda tedbir alarak insanların huzur ve güven içinde yaşamasına yardımcı olmaktır. Dinî ve ahlâkî cihetle desteklenmiş olması sebebiyle bu durum İslâm hukuku hakkında daha çok geçerlidir. Bu sebeple de taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle muhtemel olan bilinmez­lik durumları İslâm hukukunda aşırı ve belirgin bilinmezlik anlamında "fahiş cehalet" diye anılır ve bu tür bir bilinmezliğin akdi fasid kılacağı ittifakla benimsenir. Birçok hukukî işlemin geçerliliği (sıhhat) için bu işlemin içeriği­nin ve konusunun bilinir (malum) olmasının gerekli görülmesi de böyle bir anlam taşır. Meselâ satım akdinde satılan malın, bedelin, ödeme şeklinin ve zamanının; kirada kiralanan malın evsafının, kira bedelinin, sürenin ve kullanım şeklinin; iş akdinde işin tür ve özelliğinin, çalışma şartlarının, ücret miktarının ve ödeme usulünün; vekâlette vekilin görev ve yetkilerinin, ziraî ortaklıkta ekim ve paylaşım usulünün akid esnasında belirlenmesi ve taraf­larca bilinmesi şarttır, Fakihlerin bu konuda gösterdiği hassasiyet, asırların ürünü bir hayat tecrübesini ve bilgi birikimini yansıtır. Günlük hayatta insanlar arasında meydana gelen ve giderek ciddi boyutlara ulaşan anlaş­mazlık ve çekişmenin önemli bir sebebi de, başlangıçta tarafların hak ve sorumluluklarının etraflıca konuşulup belirlenmeyişidir, Kur'an'da borçlan­maların yazılmasının ve şahitle tevsikinin tavsiye veya emredilmiş olması da (el-Bakara 2/282) esasen bu gayeye matuftur. Çünkü hukukî ve ticarî işlem­lerde başlangıçta açıklık ve bilinirliğin sağlanması, tarafların rızâlarının ve akdin hür iradeyle oluşmasının önemli ön şartlarından biridir.



II. HUKUKİ HAYAT

Müslüman toplumların hayat tarzında ve tecrübe birikiminde yer alan hukukî hayata ilişkin hüküm ve öneriler, fıkıh literatürünün üç ana bölü­münden biri olan "muamelât" bölümünün ana konusunu teşkil eder. Bun­lardan aile, miras, vakıf gibi özel alanlar hariç tutulursa, şahıslar arasındaki borç ilişkileri günümüzde "borçlar hukuku" adı altında ele alınmaktadır,

Kur'an ve Sünnette borçlar hukuku ve borç ilişkisi için temel teşkil ede­cek birtakım dinî, ahlâkî ve hukukî esaslar belirtilmiş, geniş bir coğrafyaya dağılan İslâm toplumlarında asırlar boyu süregelen uygulamaların da katkı­sıyla giderek ayrıntılı bir borçlar hukuku doktrini ortaya çıkmıştır. Ancak İslâm hukukunun genel gelişim seyrine paralel olarak borçlar hukuku da, başta alışveriş (bey') olmak üzere kira ve iş akdi (icâre), şirket, sarf, selem

562 ■ llMIHfll

gibi Özel borç münasebetlerinin ayrı ayrı tanzim ve tedvini şeklinde geliş­miştir. Bu itibarla borçlar hukukunun genel hüküm ve nazariyesi, klasik İslâm hukuku literatüründe bu özel borç münasebetleri ele alınırken çeşitli konular arasına dağılmış olarak bulunur,

A) Borç

Borcun unsurlan, taraflar, konu ve sebepten ibarettir. Borcun tarafları, alacaklı ve borçludur. Borç ilişkisinde konu, para veya misli bir malın öden­mesi (deyn), belirli bir malın teslimi (ayn) veya belli bir hizmetin ifası (iş) şeklinde olabilir. Borcun sebebi de, borcun kaynaklarıdır. Gerek taraflar ve konu ve gerekse sebep itibariyle belirsizlik ve aldatmanın bulunmaması ve gayri meşru unsurlar içermemesi gibi ilkeler, İslâm hukukçularının ısrarla üzerinde durduğu konulardır. Özel borç münasebetlerinin bazı nevi ve şekillerinin caiz görülüp görülmey iş indeki görüş ayrılıkları da bu mevzudaki yaklaşım ve ölçü farklığından kaynaklanır.

Borcun kaynakları hususunda gerek klasik ve gerekse çağdaş doktrinde farklı taksimler yapılır. Borcun kaynaklarının hukukî işlem ve hukukî olay şeklinde ikiye indirgenmesi mümkündür. Bunun biraz daha açılmasıyla tek taraflı hukukî işlem akid, haksız iktisap, haksız fiil ve kanun şeklinde beş sebepten söz etmek mümkün olur.

Tek taraflı hukukî işlem ve irade beyanı, gerekli şartlar taşıdığında bu iş­lemi yapan ve bu tür beyanda bulunan şahıs için bağlayıcı olur. Bunun bir örneği, klasik literatürde "cuâle" adı verilen ödül vaadidir, Akid teklifi de (icap), bazı İslâm hukukçularına göre, karşı tarafın kabulüne kadar icapta bulunanı bağlayıcıdır. Kefalet, vasiyet ve vakıf da İslâm hukukunda tek taraflı irade beyanı ile kurulur, İbra, ariyet ve hibe de yine temelde tek taraflı İrade beyanına dayanan hukukî işlemlerdir.

Tarafların irade beyanlarının hukukî bir sonuç doğuracak tarzda bir ara­ya gelmesiyle oluşan akid, borcun en yaygın ve tabii kaynakları arasında yer alır, İslâm hukukunda isimsiz akid ve akid serbestisi ilkesi hâkim oldu­ğundan, kişiler dinî emir ve yasakları ihlâl etmediği, dinin genel ilke ve amaçlanna ters düşmediği sürece diledikleri tarz ve şekilde sözleşme yapabi­lirler, Kur'an'da akdin gereğine uyma, akde vefa (el-Bakara 2/177; el-Mâide 5/1; el-İsrâ 17/34; el-Mü'minûn 23/8), borç münasebetlerinde karşılıklı rızâ ve gönül hoşnutluğu (en-Nisâ 4/4, 29) üzerinde ısrarla durulur, Hz, Peygamber de, "Müslümanlarşartlarına.bağlıdırlar" (Buharı, "İcâre", 14; Ebû Dâvûd, "Ak-zıye", 12) buyurmuştur. Bu sebeple, kişilerin akidleşme esnasında mümkün

Hukuki ve TıcfiRl Hnvm 363

olduğu ölçüde açıldığı ve belirliliği sağlaması hatta şahit veya yazışma usulüyle hukukî güvence sağlaması, akdin kuruluşunda olanca titizliği göstermesi, akid kurulduktan sonra da akdin kendisine yüklediği borçları yerine getirmesi gerekir.

Haksız iktisap veya sebepsiz zenginleşme de yine İslâm hukuk doktrini­nin genel ilke ve mantığı göz önünde bulundurulursa ayn bir borç kaynağı oluşturur. Zaruret veya ihtiyaç sebebiyle başkasının malını kullanan kimse­nin belli durumlarda bunun için mâkul bir ücret (ecr-i misi) ödemesi, borçlu olduğu zannıyla yapılan ödemenin geri alınabilmesi, bir başkasının malına hukukî ve meşru bir sebep olmaksızın kansan malın aynının veya değerinin alınabilmesi gibi hükümler, İslâm hukukunda emeğe ve haklı kazanca atfedilen önemin bir göstergesidir.

Mala veya şahsa yönelen haksız fiil (zararlı fiil), önemli borç sebeplerin­den birini teşkil eder. Mala yönelik haksız fiillerden olan hırsızlıkta çalman mal hırsızın elinde mevcutsa geri vermesi gerektiği açıktır. Ancak hırsız çaldığı malı elinden çıkarmışsa hırsıza hem ceza hem de bu malın tazmini yüklenip yüklenemeyeceği tartışmalıdır. Bir başkasının malına hukukî bir sebep olmadan el koyan ve kullanan kimse de, malın hangi sebeple olursa olsun uğradığı zararı tazmin etmek zorundadır. Mala yönelik haksız fiilden hırsızlık ve gasp dışında kalanlar genelde itlaf olarak adlandırılır. Başkasının malına doğrudan zarar verilmesi halinde failin sorumluluğu için kusurlu olup olmadığına bakılmazken (Mecelle, md, 92), dolaylı (tesebbüben) itlaf durumunda ise failin kusurlu olması şartı aranır (Mecelle, md, 93), Şahsa yönelik haksız fiillerden öldürme ve yaralama, gerekli şartlar mevcutsa denk bir ceza olan kısasla cezalandırılır. Değilse diyet, erş veya hükûmet-i adi denen ve tazminat karakteri ağır basan malî bir ödeme yapılması gerekir. Hatta belli durumlarda mağdura başka ölçülerle belirlenecek maddî veya manevî tazminat, mehir vb, ödenmesi de söz konusu olabilir. Bütün bu haksız fiiller İslâm hukukunda ayrı birer borç kaynağı teşkil ederler.

Kanun da (şer') yukandaki dört sebebe ilâve olarak ayn bir borç kaynağı sayılır. Kişinin belli yakınlarına karşı nafaka borcu, eksik ehliyetler üzerin­deki velayetin gereği olan edimler, miras bırakanın borçlannı üstlenme, hatta zekât ve bazı kefaretler de kanundan doğan borçlar olarak anılabilir.

Borç ilişkisinde aslolan tarafların borçlarını, gerektiği zaman ve şekilde ödemesidir. Borcun aynen yerine getirilmesi mümkün olmazsa bedeli ödenir. Ancak bu bedel bir yönüyle tazminat özelliği taşıdığından alacaklının fiilen mahrum kaldığı menfaatin, hatta bazı durumlarda kuvvetle muhtemel

564 llMIHfll

menfaatlerin de tazmini gerekebilir. Yalnız bu tazminat alacaklının fiilen veya kuvvetli bir ihtimalle uğradığı bir zararı telâfiye yönelik olduğundan, farazî bir menfaat kaydı iddiası içeren ve önceden belirlenen faiz gelirinden farklıdır. Borçlu gönül rızâsı ile borcunu ödemeye yanaşmazsa, malları haczedilip satılır ve borcu ödenir, Bazan da borçlu cezalı değil de tedbir olarak hapsedilerek ödemeye zorlanır, İslâm hukukçuları, kişinin borçlarına karşı şahsıyla değil de malıyla borçlu olduğu ilkesini benimserler. Borcun nasıl, nerede ve hangi şekilde ödeneceği, bu konuda taraflara terettüp eden ayrıntılı hükümler hususunda taraflar arası anlaşma, o toplumda ve kesimde yerleşik kural ve ölçüler esas alınır.

Borcun sona ermesinin en tabii yolu ifadır. Bunun yanı sıra alacaklının razı olması halinde ifa yerine geçebilen başka tür bir ödeme de borcu sona erdirebilir, İfanın imkânsızlaşması halinde taraflar haksız/sebepsiz olarak edindikleri malları diğer tarafa iade eder. Zamanaşımı kural olarak hak ve borcu düşürmemekle birlikte dava edilebilmesine engel olur. Bu durumda borç, kazaen olmasa da dinen devam eder.

Borç, İslâm hukuk doktrininde kazaen borç-diyaneten borç şeklinde ikili bir ayırıma tâbi tutulur. Bu bir bakıma Batı hukukundaki medenî borç-tabii borç ayırımına benzer. Hukukî müeyyideden mahrum olup yargı yoluyla talep ve tahsili mümkün olmayan fakat hakikatte var olup dinen ve ahlaken ödenmesi gereken borca, diyaneten borç denilir, İslâm hukukunda gerek tarafların ve gerekse üçüncü şahıslann haklannı koruyabilmek için borç münasebetinde açıldık, belirlilik ve objektif ölçüler esas alınmış, getirilen hukukî ve şeklî tedbirlerle borçların ödenmesi kişilerin vicdanına kalmış diyanî bir konu olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır. Söz gelimi Kur'an'da borç ilişkilerinin yazılması, şahit veya rehin gibi ispatı kolaylaştırıcı vasıtaların kullanılması istenmiştir (el-Bakara 2/282-283), Akdin kuruluşunda irade beyanına ve birtakım şeklî şartlara önem verilmesi de bu amaca yöneliktir. Bununla birlikte, her borç münasebetinin hukuken dava ve ispat konusu yapılabilir şekilde belgelenmesi de her zaman mümkün olmadığından, borcun kazaen ve şeklen varlığından ziyade diyaneten ve gerçekten varlı­ğına da önem verilmiş ve hangi tür olursa olsun mevcut bir borcun öden­mesi dinî bir yükümlülük, ödenmemesi ise kul hakkının ihlâli ve gasp olarak nitelendirilmiştir. Zaten hukukî de olsa bütün insan ilişkileri sağlam bir dinî ve ahlâkî zemine dayandığında sağlıklı bir yapı ve işleyişe kavuşur, İslâm'ın gerçekleştirmek istediği de budur.



Hukuki ve TıcfiRl Hnvm 365

B) Satım

Mülkiyeti nakleden akidlerin en yaygını olan satım (bey'), genel olarak, malı mal karşılığında özel bir biçimde değişmek olarak tanımlanmaktadır. Bu değişme insanın tabiatına uygundur. Çünkü, aslında alan da satan da bir ihtiyacın sahibidir, İhtiyaç sahibi olan kişi, ihtiyacı doğrultusunda ve ihtiya­cına göre tasarrufta bulunacaktır. Karşılıksız vermek ihtiyaç sahibinin duru­muna uygun düşmez. Bu yönüyle muâvazalı yani karşılıklı bedel esasına dayalı akidler en güzel muamele şekli sayılmıştır.

Satım denince ilk akla gelen, malın nakit karşılığında satımıdır. Ancak, malı mal mukabili değişme anlamındaki "trampa", nakdin nakit ile değişimi anlamındaki "sarf" ve daha sonra teslim edilecek bir malın peşin para mu­kabilinde satımı demek olan "selem" de geniş anlamda satım akdi kapsa­mında düşünülmüştür.

Gerek Kur'an'da gerekse Sünnette insanların hayatlarını devam ettire­bilmeleri için yapmak zorunda olduklan bir işlem olan alım satımın caiz olduğunu gösteren ifadeler bulunmakla birlikte, esasen bu âyet ve hadisler, doğrudan bu işlemin cevazını göstermek gayesiyle değil, onun meşruiyet şartlarına genel çizgilerle işaret etmek ve yapı itibariyle alım satıma benze­mekle beraber muhteva itibariyle benzemeyen faiz gibi işlemlerden farklı olduğunu göstermek amacıyla sevkedilmiştir. Nitekim, "Allah alım satımı helâl, ribâyı ise haram kılmıştır" (el-Bakara 2/275) mealindeki âyette asıl anlatılmak istenen husus, alım satımın helâlliği değil, onun ribâdan farklı olduğudur. Aynı şekilde, "Mallarınızı haksız yere değil, ancak karşılıklı rızâya dayanan bir ticaret yoluyla yiyin" (en-Nisâ 4/29) mealindeki âyet de hukukî işlemlerin caiz olduğunu belirtmekten çok, zaten yapılagelmekte olan bu hukukî işlemlerin, özelde alım satımın, genelde bütün akidlerin en temel şartının "karşılıklı nzâ" olduğunu ifade etmektedir,

İslâm hukukçuları da bu temel noktadan hareketle alım satımın meşru olabilmesi için gereken rükün ve şartlarla ilgili ayrıntılı bir hukuk doktrini geliştirmişler ve akid teorisini âdeta model akid olarak ele alman satım akdi üzerinde örneklendirerek ortaya koymaya çalışmışlardır. Diğer akidlerde olduğu gibi, satım akdinin de kurulabilmesi için akdin temel unsurlarının, yani taraflar, konu ve irade beyanının birtakım şartları bulundurması gerek­lidir, Hanefî ekolünde, "Satım akdinin yegâne rüknü, irade beyanının, ehlinden akdin konusuna izafe edilerek sâdır olmasıdır" şeklinde formüle edilen ifade, bu temel unsurlara işaret etmektedir. Satım akdinde taraflar "satıcı" (bayi') ve "alıcı" (müşteri) adını, konu da "mebî"' adını alır, İrade be-

366 llMIHfll

yanı ise, diğer akidlerde olduğu gibi, tarafların rızâlarını gösteren icap ve kabuldür.

Satım akdinin kurulabilmesi için tarafların alım satıma ehil olmaları yani temyiz kudretine sahip bulunmaları gerekir. Bu bakımdan, gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastası gibi temyiz gücüne sahip olmayan kişilerin alım satımları bâtıl olur.

Satıma konu olan malın mevcut, teslimi mümkün ve hukuken geçerli (mütekavvim) bir mal olması da şarttır. Burada satılan malın mevcudiyetin­den maksat, var olmasında ve tesliminde aşırı risk bulunmaması olarak açıklanabilir, Mütekavvim olması ise, malın ekonomik değerinin bulunması ve yararlanmanın hukuken serbest bırakılmış olması demektir,

Akdin tam anlamıyla meşruluk kazanması için kuruluş şartları yanında geçerlilik ve işlerlik şartlarını da bulundurması aranır. Kuruluş şartlarını taşımayan satım akdi "bâtıl"; geçerlilik şartlarını taşımayan satım akdi "fâsid"; işlerlik şartlarını taşımayan satım akdi ise "mevkuf" olur,

Kur'an'da borçlanmalann ve bu arada alışverişin yazı veya şahitle, bazan her ikisiyle birlikte tevsik edilmesi istenmekte (el-Bakara 2/282-283), buna imkân bulunamadığında rehin bırakabileceği bildirilmektedir. Bundan hareketle olmalıdır ki, tabiîn döneminin büyük hukukçularından Şa'bî, alım satımın "yazılı ve şahitli satım", "rehinli satım" ve "güven esasına dayalı satım" olmak üzere üç çeşidi bulunduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Şa'bî, İbn Ömer'in nasıl alım satım yaptığı ile ilgili olarak şunlan söylemiştir: "İbn Ömer, alım satımı peşin para ile yaptığı zaman şahit tutar, veresiye yaptığı zaman ise hem yazar hem de şahit tutardı" (İbnü'l-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 258), Klasik dönem fakihlerinin çoğunluğu, dönemlerinde İd gelenek ve imkânları da göz önünde bulundurarak, âyetteki yazışma ve şahit tutma emrinin tavsiye niteliğinde olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte taraflar arasında bir çekişmenin baş göstermesi, bir hakkın ihlâline yol açması gibi bir ihtimal söz konusu olduğunda yazışma ve şahit tutma dinî bir yüküm­lülük haline de gelebilir,

a) Yasaklanan Satım Çeşitleri

İnsanlar arasında cereyan eden borç ilişkilerinin en eski ve yaygını olan satım akdi, belli bir ihtiyacı gidermenin en tabii yollarından biri olduğu için tabiatı gereği ve kural olarak caiz ve mubahtır. Ancak dinin ve hukuk düzeninin insan ilişkilerinde hâkim kılmak istediği bazı prensipler, korumak istediği yararlar sebebiyle bazı satım çeşitlerinin yasaklandığı veya kısıtlandığı



Hukuki ve TıcfiRl Hnvm 367

görülür. Bu konuda getirilen yasaklama ve kısıtlamaların önemli bir bölümü Hz, Peygamberin hadislerinde yer almış, bir bölümü de bu hadisler etra­fında geliştirilen fıkhı yorumlar sonucu elde edilmiştir. Fakat burada, getiri­len yasağın isim ve şeklinden ziyade dayandığı ilke ve gözettiği amacın daha önemli olduğunu, bu zengin bilgi birikiminin günümüz toplumlarına uyarlanmasının da ancak böyle bir bakış açısıyla mümkün olacağını belirt­mek gerekir. Yasaklanan satım şekilleri genel hatlarıyla şu şekilde gruplan-dırılabilir:



1. Garar ve Bilinmezlik Sebebiyle Yasaklanan Satımlar

Daha önce açıklandığı üzere garar, akdin konusuna ilişkin belirsizliği, bi­linmezlik de (cehalet) akdin tabii unsurlarının ileride taraflar arası bir çekiş­meye yol açacak ölçüde bilinmezliği ifade eden fıkıh terimleridir. Satım akdinin iki tür belirsizlikten de uzak olması, tarafların neyi, nasıl ve hangi şartlarda sattığını ve aldığını akid esnasında bilmesi esastır. Bu akidlerin yapılışında hür iradeye saygı ve rızânın korunması ilkelerinin de tabii sonu­cudur,

İslâm öncesi dönem Hicaz-Arap toplumunda yaygın olan, fakat belli öl­çüde belirsizlik taşıdığı için de neticede bir tarafın mağduriyetine yol açabilen sembolik davranışlar ve risk ağırlıklı satım çeşitleri yasaklanmıştır. Meselâ, Câhiliye Arapları bazan vadeli olarak yaptıkları satımlarda satım parasının ödeneceği vadeyi "şu hayvanın yavrusu doğup, büyüyüp, yavrulayıncaya kadar" demek suretiyle belirtiyorlardı. Bu takdirde akiddeki belirsizlik, öde­me süresi (ecel, vade) yönünden olmaktadır. Diğer bir satım şekli ise deve­nin karnındaki yavrunun veya onun da yavrusunun satılmasıdır. Bu du­rumda, yavrunun canlı doğup doğmayacağı, canlı doğarsa erkek mi dişi mi olacağı, dişi doğarsa büyüyüp yavru yapıp yapmayacağı gibi birçok belirsiz­lik bulunmaktadır. Erkek hayvanın sulbündeki dölün satımı da böyledir. Burada satılan malın vasfında değil, meydana gelip gelmeyeceğinde yani esasında bir belirsizlik vardır ve önemli bir risk unsuru taşımaktadır. Bu tür satımlar Hz, Peygamberin hadislerinde yasaklanmıştır (Buhârî, "Büyü"', 61; Müslim, "Büyü"', 5-6; Ebû Dâvûd, "Büyü"', 24),

Yine Câhiliye Arapları arasında yaygın olan, içinde ne olduğunu bilme­diği halde ve içini açıp bakmadan bir kılıf içine saklanmış malı yalnızca dokunmak suretiyle satın alma (bey'u'l-mülâmese), birbirine bedel olduğunu tayin etmeksizin ve karşılıklı nzâ aramaksızın, iki kişinin ellerindeki elbiseyi karşılıklı olarak birbirlerine atması yoluyla yapılan bir satım (bey'u'l-münâbeze),

368 llMIHfll

müşterinin, "Attığım bu taş hangi elbise üzerine düşerse o bana aittir" de­mesiyle yapılan alım satım (bey'u'l-hasât) gibi sembolik fakat gerçek rızâyı zedeleyen, akdin oluşumunda emrivâkiye yol açan, ciddi bir aldanma riski ve belirsizlik taşıyan satım akidleri de Hz, Peygamber tarafından yasaklan­mıştır (Buhârî, "Büyü"', 62-63; Müslim, "Büyü"', 1-2), Haram olduğunda ittifak bulunan bu Câhiliye dönemi satım şekillerinde, tam bir belirsizlik hâkim olup, akdin nasıl sonuçlanacağı, ne tür bir malın satın alındığı, satın alman malın teslim edilebilirliği gibi hususlar akdin yapıldığı anda bilinme­mektedir,

Hz, Peygamber, aynı şekilde bir belirsizlik ve risk unsuru taşıdığı için, meyvelerin henüz olgunlaşmadan dalında satımını yasaklamıştır (Bu­hârî, "Büyü"', 85; Ebû Dâvûd, "Büyü"', 23), Daldaki meyvenin satımının hükmü, geçirdiği merhaleler itibariyle şöyledir: Bir bahçenin gelecek yıllar­daki meyvesinin satımının veya aynı yıl içinde fakat henüz dalında ortaya çıkmamışken meyvenin satılmasının caiz olmadığında İslâm hukukçularının ittifakı vardır. Meyvenin devşirildikten sonra satımının caiz olduğunda ise ihtilâf yoktur. Meyvenin dalda oluşmasından sonra, fakat devşirilmesinden önce satılmasına gelince, hukukçuların çoğunluğu bunun belirli şartlarla caiz olacağını söylemişlerdir. Bu hukukçulara göre, dalındaki meyve tam olgun-laşmamakla birlikte herhangi bir şekilde yararlanılabilecek durumda ise, satılabilir. Dalındaki meyvenin satımıyla ilgili bu yasaklama ve kayıt, şüp­hesiz tarafların beklenmedik bir zararla karşılaşmasını önleme, satım ak­dinde açıklığı sağlama, netice itibariyle de tarafların hukukunu koruma amacına yönelik bir tedbir mahiyetindedir,

Fakihlerin ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğu "bir satımda iki satım

yasağı" da benzeri gerekçelere dayanır. Birçok hadis kitabında Hz, Peygam-ber'in bir satımda iki satımı yasakladığı rivayet edilir (Tirmizî, "Büyü"', 18; Nesâî, "Büyü"', 73; Ebû Dâvûd, "Büyü"', 53), Bu hadise üç farklı yorum geti­rilmiştir:

a) Akdin bütünlüğü içinde iki mal ve iki fiyatın (semen) söz konusu edilmesi. Bu iki şekilde olabilir. Birincisi, "Senin şu evi şu fiyata bana sat­man karşılığında, şu malı sana şu fiyata satıyorum" demek suretiyle olur, Şafiî'ye göre bu şekildeki satım caiz değildir. Çünkü, bu durumda her iki satımdaki fiyat da belirsizdir. Zira taraflar, bu iki malı ayrı ayrı satıp satın alacak olsalar, iki akdi birlikte düşündüklerinde anlaştıkları fiyatlar üzerinde anlaşamazlar. Bu hale göre Şafiî'nin bir satımda iki satımı caiz görmemesi­nin gerekçesi semen veya malın bilinmiyor olmasıdır, İkincisi, satım, sadece



Hukuki ve TıcfiRl Hnvm 369

birisi hakkında bağlayıcı olmak kaydıyla, "Sana, ya şu malı İOOO liraya, ya da öbür malı 2000 liraya satıyorum" demek suretiyle olur. Bu şekildeki satım ittifakla caiz görülmemiştir. Bunun caiz olmama illeti hangi satımın yapıldığının bilinmeme sidir,



  1. Ortada bir malın ve biri peşin diğeri vadeli olmak üzere iki fiyatın bu­
    lunması. Bu da iki şekilde olabilir: Birincisi, "Sana, şu malı peşin şu fiyata,
    vadeli şu fiyata satıyorum" demek, ikincisi de, "Şu malı, tekrar şu fiyata
    vadeli olarak geri satın almam şartıyla sana şu fiyata peşin satıyorum"
    demek suretiyle yapılan satımdır. Bir malın peşin ve vadeli olmak üzere iki
    fiyatla satımının caiz olmadığını ve bunun yukarıdaki hadis kapsamına
    girdiğini söyleyen hukukçular, bu ifadelerinde, vadeli satışın caiz olmadığın­
    dan veya faiz olduğundan değil satımın hangi fiyatla yapıldığının belli
    olmamasından hareket ederler. Bu itibarla, böyle bir satım teklifinden sonra
    malın peşin veya vadeli fiyattan biri ile kabul edilmesi halinde artık mebî' ve
    semeni belirlendiğinden satım bu yönüyle kural olarak caiz olmaktadır.
    İkinci satım seldi ise klasik kaynaklarda "bey'u'1-îne" şeklinde anılır. Peşin
    alman malın vadeli olarak aynı satıcıya geri satımında yine vadeli satın
    alman malın peşin para ile aynı satıcıya geri satımında, bir malın mülkiye­
    tini devretme veya kazanma amacı değil, faizli borç alma ve verme amacı
    oldukça muhtemel görüldüğünden, şeklen caiz olan bu satış nevi bir kısım
    İslâm hukukçusunca anılan ihtimale binaen caiz görülmemiştir, Akidlerde
    kast ve sâikten ziyade akdin şeklî şartlarını ve objektif unsurları esas alan
    bir diğer grup ise, tarafların faiz kastıyla bu akdi yapmasını, bu kişi ile
    Allah arasında görülmesi gereken bir mesele olarak değerlendirip bu nevi
    satımı hukuken geçerli saymıştır. Araya üçüncü bir şahsın girmesi, meselâ
    vadeli olarak satın alman bir malın bir başka şahsa peşin para ile satılması
    ise faiz şaibesinden daha uzak gözüktüğünden çoğunluk tarafından caiz
    görülmüştür. Faiz konusunun işleneceği ileri bölümde bu konuya tekrar
    dönülecektir,

  2. Ortada iki mal, bir fiyatın bulunması, "Şu iki maldan birini sana şu fi­
    yata satıyorum" demek böyledir. Alıcı bakımından akdin konusu belirsiz
    olduğundan, bu şekliyle satım caiz görülmemiştir. Ancak bu belirsizlik iki
    maldan birinin satımı üzerinde tarafların iradelerinin uyuşması ile sona
    erdirilebilir.

Satım akdi yapılırken bir şartın ileri sürülmesi halinde bu şartlı satımın durumu da fakihleri hayli meşgul etmiş bir konudur. Satım akdinin hükmü, genel olarak, malın mülkiyetini satıcıdan alıcıya nakletmek ve buna bağlı

370 llMIHfll

olarak satıcıya malda istediği gibi tasarrufta bulunma yetkisi vermekten ibarettir. Bunun yanında ayrıca bir şart ileri sürüldüğü zaman, bu şartın akdin gereklerine ve hükmüne etkisi olacağı açıktır. Bu konuda Hz, Pey-gamber'den farklı anlamlarda birkaç hadis nakledilmiş, buna bağlı olarak başlangıçta, şartlı satımlar konusunda "şart ve satımın caiz olduğu", "şartın bâtıl, satımın caiz olduğu" ve "hem şart hem de satımın bâtıl olduğu" şek­linde başlıca üç görüş öne sürülmüştür. Bununla birlikte, gelişim süreci içerisinde, İslâm hukukçularının, genelde, akidde öne sürülen şartlara sıcak baktıkları ve satım akdinin hüküm ve gereğine aykınlık taşımadığı, naslara aykırı olmadığı ve teamül haline geldiği, kısaca garar ve ribâya yol açmadığı sürece, akidde şart öne sürmenin caiz olduğu görüşünü benimsedikleri söylenebilir, İlk dönemlerde gösterilen çekimser tavır da, akidde ileri sürülen şartların ve akidlerin karmaşık hale gelmesinin, başlangıçta dikkatsiz ve iyi niyetli davranan kimseleri beklemedikleri bir mağduriyetle karşı karşıya bırakabileceği endişesinden kaynaklanır. Bu endişenin zail olmasına paralel olarak fakihlerin şartlı ve karma akidleri caiz gördükleri izlenmektedir,


Yüklə 6,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   83   84   85   86   87   88   89   90   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin