Özet: İki model, iklim değişikliğine ve enerji politikasına dönük yaklaşımı genel anlamda ortaya koymaktadır: Birincisi, yerleşik sisteminki, diğeriyse “iklim Adaleti” hareketi. İlki kapitalist iktidarın küresel merkezlerince yönetilmekte ve doğanın metalaştırılması, kirlilik kredilerinin ticareti ve yenilenebilir enerjiye piyasa güdümlü geçiş üzerine odaklanmaktadır. Pratikte, bu durum süregelen feci karbon bazlı sanayi politikasını şart koşmaktadır. İkinci model ise yenilenebilir enerjiye hızlı bir geçişe vurgu yapmakta ve hidrokarbon kaynaklarının çıkarılmasını önlemeye yönelik halk mücadelelerine dayanmaktadır. İlk model dünya enerji sistemlerinin tüm ağırlığına sahiptir; ikincisinde ise sadece yaşanabilir bir gelecek için rasyonel bir umut vardır. Elbette mevcut sunumda, söz konusu ikinci modelin tercih edildiği yaklaşım ele alınacaktır. Ana konumuz, bu ikinci modelin neden “eko-sosyalizm”, yani “ekolojik bütünlüğe” dair bir etik çerçevesindeki sosyalist projenin bir devamı olarak adlandırılabileceğine dair kısa bir açıklamayı içerecektir. Eko-sosyalist yaklaşımın gerekliliği, the Commons’ın ıslahı, özgürce birleştirilmiş emek ve “ön planlamaya” ilişkin önsezili siyaset gibi belli nükleer kategorileri açısından tartışılacaktır.
Abstract: Two models broadly define the approach to climate change and energy policy: that of the established system, and what has been called the "climate Justice" movement. The former is controlled by the global centers of capitalist power and focusses on the commodification of nature, the trading of pollution credits, and market-driven transitions to renewable energy. In practice, this entails the continued catastrophic carbon-based industrial policy. The latter model emphasizes rapid transition to renewable energy and builds on popular struggles to limit extraction of hydrocarbon resources. The first model has all the weight of the world's power systems; the second has only the rational hope for a survivable future. Clearly, this second model will be the preferred one from the standpoint of this presentation. My main focus will be to briefly explain why this second model is an instance of what may be called "ecosocialism"--that is, a continuation of the socialist project within the framework of an ethic of "ecological integrity." The necessity of an ecosocialist approach will be argued from the standpoint of some of its nuclear categories: recovery of the Commons, freely associated labor, and a visionary politics of "prefiguration."
Panelist / Panelist: MEHMET ÖĞÜTÇÜ
Bildiri Adı / Statement Title: DÜNYA ENERJİSİNDEKİ DEĞİŞEN DİNAMİKLER VE YENİ OYUN
Özgeçmiş: Şu anda BG Group Müdürü; Invensys Plc Danışma Kurulu Başkanı; Windsor Energy Group Yönetim Kurulu Üyesi; Irak Enerji Enstitüsü Yönetim Kurulu üyesi; London School of Economics, University of Reading, Peking Üniversitesi ve Dundee Üniversitesi Fahri Üyesi ve Konuk Öğretim Üyesidir. Başbakan Turgut Özal’ın danışmanı, İş Bankası Müfettiş Yardımcısı, NATO araştırma görevlisi, Türk diplomat (Ankara, Pekin, Brüksel ve Paris), gazetelerde köşe yazarlığı (Dünya, Finans Dünyası, Dış Ticarette Durum, OECD Observer, Moscow Times, Today’s Zaman, Hürriyet Daily News ve EU Observer), Uluslararası Enerji Ajansı’na (IEA) ait Asya-Pasifik ve Latin Amerika Enerji Programı Başkanlığı, ayrıca global, bölgesel ve ülke yatırım programlarına yönelik Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) müdürlüğü gibi görevlerde otuz yıllık deneyimi bulunmaktadır. Mezun olduğu okullar: Mülkiye (Lisans), London School of Economics (Yüksek Lisans) ve College d’Europe (Sosyal Bilimler Mastırı). Son kitaplarından bazıları şunlardır: 2023 Türkiye Yol Haritası, Çin’in Enerji Güvenliği Konusunda Dünya Çapındaki Arayışı, Geleceğimiz Asya’da mı?, Yeni Süper Ekonomik Güç Çin ve Türkiye, Kalkınma için Doğrudan Yabancı Yatırım, Çin, BDT ve Körfez arasındaki Enerji Bağlantıları, “Oyunun Kurallarını Değiştiren” Global Dinamikler ve Türkiye.
CV: Currently, Director, BG Group; Chairman, Advisory Board, Invensys Plc; Windsor Energy Group Board member; Board member of Iraq Institute of Energy; Honorary Fellow and Guest Lecturer at London School of Economics, University of Reading, Peking University and Dundee University. Previously, thirty years experience as Prime Minister Turgut Ozal’s advisor, Is Bank deputy inspector, NATO research fellow, Turkish diplomat (Ankara, Beijing, Brussels and Paris), newspaper columnist (Dünya, Finans Dunyasi, Dis Ticarette Durum, OECD Observer, Moscow Times, Today’s Zaman, Hürriyet Daily News, and EU Observer), Head of International Energy Agency (IEA)’s Asia-Pacific and Latin America Energy Programme, and Organisation for Economic Co-operation and Development (OECD)’s director for global, regional and country investment programmes. Graduate of “Mulkiye” (Bsc), London School of Economics (MSc) and College d’Europe (MA). Some of his recent books include: Turkey’s 2023 Roadmap, China’s Quest Worldwide for Energy Security, Does Our Future Lay with Asia, China as the Next Economic Superpower and Turkey, Foreign Direct Investment for Development, Energy Linkages between China, CIS and the Gulf, and Global “Game-Changing” Energy Dynamics and Turkey.
Özet: Global enerji sahnesi, sadece oyunun kurallarını değiştirmekle kalmayıp, bizzat oyunu ve oyuncularını değiştirebilecek temel bir dönüşümden geçmektedir. Diğerleri yanında, dünyadaki derin enerji değişimleri aşağıdakileri içermektedir:
İlk olarak, petrol varil fiyatının Temmuz 2008’de 147 ABD dolarıyken altı ay içinde 40$’a gerilemesi ve ardından Temmuz 2011’de 100-110 $ civarına yükselmesiyle, değişken fiyatlar gücü üretici ülkelere, özellikle de mevcut rezervlerin bulunduğu Körfez Ülkeleri, Rusya ve Orta Asya’daki birkaç büyük ülkeye doğru ciddi biçimde kaydırdı. Bu ülkeler kendi ulusal menfaatleri adına oyunun geleneksel kurallarını değiştirme ya da yeniden biçimlendirme peşindeler. Güçlerinin arttığının bilincinde olan pek çok kaynak zengini ülke, ya petrol sanayilerini tekrar kamusallaştırmış, ya da hükümetleri lehine daha fazla güç aktarımı aracılığıyla stratejik kontrolü tesis etmişlerdir. Üretimden pay alma sözleşmelerinin teknik hizmet sözleşmelerine dönüştürüldüğü bir süreç yaşanmaktadır.
İkincisi, tüketici açısından enerji tedarikinin güvenliği konusundaki kaygılar artmaktadır. Yurtiçi kaynaklara olan talebin artışı ve kaynakların azalmasıyla, önde gelen tüketiciler uzun mesafeli boru hatları ve hassas rotalar aracılığıyla, siyasi istikrara sahip olmayan Ortadoğu, Afrika, Rusya ve Orta Asya gibi bölgelerden gelecek ithal petrol ve gaza daha fazla bağımlı kalacaktır. Bu durum, uluslararası piyasanın daha az istikrarlı ve doğal felaket, terörist saldırı ve izole jeopolitik yasalardan kaynaklanan aksaklıklara daha meyilli olduğu gerçeği de göz önüne alınınca, söz konusu tüketici ülkelerin korunmasızlığını artırmıştır. Öte yandan, ekonomik durgunluğun bir sonucu olarak çoğu OECD ülkesinde görülen fiyat ve talep düşüşü, tedarikçilerin de talep güvenliği açısından kaygı duymalarına neden olmaktadır.
Üçüncüsü, OECD ülkelerinin halen en büyük petrol tüketicileri olmalarına karşın, petrol ve gaz talebindeki mevcut artış, temel olarak Hindistan ve Çin gibi gelişmekte olan ve dünya nüfusunun üçte birini oluşturan, ancak dünya enerjisinin sadece yüzde 17’sini tüketen ülkelerdeki süratli ekonomik kalkınmayla güdümlü hale gelmiştir. Durum böyle giderse, artan talebi eldeki kaynaklarla karşılama konusunda zor günler bizi bekliyor. Herkesin hemfikir olduğu nokta ise, talebin arttığıdır. Çin ve Hindistan’ın hızlı büyümesi, gelişen dünyanın petrole bağımlılığı ile örtüşmekte, yani, bir yerlerden çok daha fazla petrol gelmesi gerekmektedir. Son beş yılda petrol talebi, 1990’ların ikinci yarısında olduğundan daha fazla artış göstermiştir. Şu anda günlük ortalama 85 milyon varil tüketmekteyiz. En ölçülü IEA tahminleri dahi, bu rakamın 2030 yılında 113 milyon varile çıkacağını öngörmektedir.
Somut bir durumu ele alalım; ABD yılda kişi başına 25 varil, Avrupa ise 10 varil petrol tüketiyor. Buna karşın, Çin’de kişi başına yılda sadece iki varil petrol tüketiliyor; dolayısıyla Çin’in tüketimindeki küçük bir artış bile piyasa üzerinde devasa etki yapabilir. Demek oluyor ki zaman, petrolü ve gazı daha verimli kullanma yolları bulma yönündeki çabaları yavaşlatma zamanı değildir. Alternatif yakıtlara dönüşü teşvik etmeli ve korunmasızlığımızı azaltmak adına, enerji kaynaklarımızı çeşitlendirme yollarına ciddi şekilde gitmemiz gerekmektedir.
Dördüncüsü, büyük üretici ülkelerde, talep güvenliğine dair artan kaygılar, büyük ölçekli yatırımların yapılmasını önleyebilir. Artan enerji talebini karşılamak için muazzam miktarda yatırım gerekmektedir. Ne var ki sertleşen mali ortam, zayıflayan nihai enerji talebi ve azalan nakit akışı nedeniyle, son yıllarda dünya çapındaki enerji yatırımları ciddi oranda düşmüştür. Üstelik kaynak sahipleri, ellerindeki bu kozdan daha fazla kazanç elde etmek arzusundadır. “Yedi Kız Kardeşler” adı verilen Batılı büyük petrol şirket grupları, yerlerini “Yedi Erkek Kardeşler” denen, Gazprom, CNPC, Petrobras, Aramco, KMG ve ONG gibi ulusal petrol şirketlerine kaptırmaktadır. Çıkar dengeleri onların lehine değişmektedir. Gerekli olan, üst tabakanın adil ve dürüst bir çerçevede paylaşıldığı yeni bir iş modelidir.
Enerji kaynaklarının devletler arasında eşitsiz dağılımı ve tüm devletlerin bu kaynaklara erişme konusunda duyduğu kritik ihtiyaç, kayda değer birtakım kırılganlıklara yol açmaktadır. Enerji kaynaklarının mecburi işletimi, enerji kaynakları üzerinden rekabet, enerji üreten ülkelerin politik istikrarsızlık eğilimi, kaynak altyapılarına saldırılar, piyasa hakimiyeti için rekabet, kazalar ve doğal afetler, global enerji güvenliğinin ciddi risklerine yenilerini eklemektedir. Enerji kaynakları rekabetinin yükselmesi, büyük güçler arasındaki petrol ve gazın adilane dağılımını sağlayacak güvenlik anlaşmalarının yapılmasını da sağlayabilir.
Enerji güvenliğine dair kaygılar petrolle sınırlı değil. ABD’nin hem doğu hem batı yakasında, Avrupa’da ve Rusya’da görülen elektrik kesintileri, ayrıca Çin, Hindistan ve gelişmekte olan diğer ülkelerde rastlanan kronik elektrik enerjisi kıtlığı, elektrik tedarik sistemlerinin güvenilirliği hakkında kaygılara neden olmuştur.
Batılı ülkeler kendi enerjilerinin giderek daha azını üretmekte, dolayısıyla gitgide daha fazlasını ithal etmek durumunda kalmaktadır. Bu durum, servet transferi üzerinde muazzam bir etkiye sahiptir. Dünyada enerjinin önde gelen isimlerinden Daniel Yergin, 2008 başındaki fiyatlara göre, ABD’nin petrol üreten şirketlere günde 1,3 milyar ABD doları, başka bir ifadeyle, yılda 475 milyar ABD doları aktardığını belirtmektedir. Çin, AB, Hindistan ve Japonya’yı da bu hesaba dâhil edersek, her yıl büyük petrol tüketicileri petrol üreticilerine 2,2 trilyon dolardan fazla para aktarmaktadır. Bildiğimiz, çok ciddi oranda yükselen bu enerji gelirlerinin petrol üreticileri için sadece daha fazla ekonomik güç değil, aynı zamanda yeni küresel güvenlik düzenini biçimlendirmede artan bir siyasi güç ve nüfuz anlamına geldiğidir.
Bu, bir sonraki sorunu karşımıza çıkarıyor. Dünyanın enerji ihtiyacı arttıkça, geleneksel tedarikçilerin talebi karşılaması kesinlikten uzak kalıyor. Örneğin Avrupa, Rus petrol ve gazına gitgide daha bağımlı hale geliyor. Ancak Rusya’nın şu anda kullanılan enerji rezervleri hızla boşalmakta. Bugün, Ruslar kendi gazlarından giderek daha fazla tüketiyorlar ve ülkenin enerji çıktısı, yeni teknoloji ve yeni alan geliştirilmesine yönelik yatırımların eksikliği nedeniyle azalıyor.
Bir diğer sorun, kritik altyapının korunması. Batıda, yurtiçi enerji kaynakları kurumaya başladıkça, petrol şirketleri çok daha izole ve düşman ortamlarda sondaj yapıyor, zira teknoloji kaynakların çıkarılmasını daha mümkün kılıyor. Kara yerine sualtından giderek daha fazla petrol ve gaz çıkarılıyor. Tankerler bu ürünleri bir kıtadan diğerine götürmek için okyanuslarda mekik dokuyor. Boru hatları uzuyor ve çoğu zaman istikrarsız bölgelerden geçiyor. Son birkaç ayda, Nijerya Deltasında, Somali kıyısı açıklarında ve Güney Kafkaslarda olduğu gibi, bu karmaşık tedarik şebekelerinin ne kadar kolay tehdit edilebildiğinin çok sayıda örneğini gördük.
İklim değişikliği enerji kullanımını ve transit yolları etki altına alırken, güvenliğimizi de gitgide daha fazla etkileyecektir. Kutuplardaki buz kütlelerinin erimesi ve Asya’ya Kuzeybatı Geçidinin açılmasıyla, dünyanın en uzak ve en konuk sevmez bölgelerinin birinden, giderek daha fazla nakliye taşıtı geçmek zorunda kalacak. Bir çevre felaketi, hatta bir terörist saldırı durumunda müdahale etmek gerçekten çok zor olabilir.
Günümüz dünyasında daha temiz bir enerji ekonomisine geçiş bir seçim değil, mutlak bir zorunluluktur. Mevcut çevresel sistemin, dünyanın müsrif enerji düzenini koruması çok zordur. Öte yandan, bu talep artışını karşılama konusunda bize yardımcı olabilecek alternatif yakıtlara umut bağlamak için makul sebepler bulunmuyor. Öngörülebilen gelecekte, fosil yakıtlara bağımlılığımız az çok aynı seviyede kalacak. Rüzgâr, güneş ve hidroelektrik de dâhil olmak üzere, yenilebilir enerjinin global enerji içindeki toplam payı, yüzde 7,4. Nükleer enerji sadece yüzde 6’ya karşılık geliyor. Geri kalan yüzde 86 ise petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtlardan oluşuyor.
Yenilenebilir enerjinin yararları konusunda siyasetçileri ikna etmek için büyük çaba harcayan “yeşil enerji” hareketine karşın, dünyadaki enerji temininin yüzde 80’inden fazlası halen fosil yakıtlardan sağlanıyor. 2030’da, yüzde 100 yenilenebilir enerjinin dünya için mümkün ve elde edilebilir olduğu iddiaları, boş hayal gibi görünüyor. Güneş panelleri ve rüzgâr türbinleri, kömür ve petrolün hâkimiyetine etki etmeye muktedir olamadı. Yüzde 100 temiz enerjiye kavuşmak için, 4 milyon tane 5-megawattlık rüzgâr türbini, 1,7 milyar adet 3 kilowattlık çatıya monte solar güneş pili sistemi ve yaklaşık 90.000 adet 300 megawattlık güneş enerjili elektrik santraline ihtiyaç var.
Uzmanlar, 2023 yılında lambaların neyle yanacağı konusunda fikir ayrılığı içindeler. Nükleer Rönesans süreci de iyi gitmiyor; Japonya’daki kaza, nükleer enerji gelişiminin ivmesini düşürdü. Almanya ve İtalya, nükleer enerjiyi aşamalı olarak tamamen bitirme kararı aldılar. Şimdi, nükleer enerjinin kaza öncesi gelişim düzeyini yeniden sağlamak için önümüzdeki on yılda çok sıkı çalışmak gerekiyor. Nükleer geri dönmeye hazır; ancak 2023’e gelindiğinde, atomun yurtiçi enerji piyasasında şu anda temin ettiği yüzde 8,3’ü aşması olası görünmüyor.
Birçok yenilikçi, yenilenebilir enerji seçeneği mevcut; ancak şu ana kadar ticari yaşayabilirlik yarışı, kömür, petrol ve gazla rekabet edebilecek ucuzlukta bir yenilik doğuramamıştır. Dolayısıyla, önümüzdeki on yılda bir yarıştan ziyade çetin bir tırmanış beklenmelidir. 2023’e gelindiğinde daha faza yenilenebilir enerji üreteceğiz, ancak bu, ihtiyacımızın yüzde 10’unu aşmayacaktır.
Enerji verimliliği konusunda yeni enerji kaynakları keşfedilmez, büyük yatırımlar yapılmaz, devrimci nitelikte teknolojik ilerleme kaydedilmez, tüketim frenlenmez, çevresel sorunlara ilgi gösterilmez ve ciddi gelişmeler elde edilmez ise, dünya enerjisinin gelecekteki manzarası puslu ve kasvetli görünüyor. Durumu daha da kötüleştirmek için, kaynak azlığından doğan jeopolitik gerilimleri, petrol ve gaz tankerlerini tehdit eden deniz korsanlığını, hukuki ihtilafları, geçiş sorunlarını ve teknoloji ve fiyat problemlerini de bunlara ekleyebiliriz.
Abstract: The global energy scene is going through a fundamental transformation that will not only change the rules of the game; it will also change the game itself, and its players. Profound changes in world energy includes, inter alia:
First, with oil per barrel decline from $147 in July 2008 to $40 per barrel six months later and then increasing to around $100-110 in July 2011, volatile prices shifted power significantly to producing countries, especially a few large ones, where the majority of remaining reserves are located, such as the Gulf, Russia, and Central Asia. These countries seek a changing or reshaping of the traditional rules of the game for the benefit of their national interests. Aware of their increasing power, many of the resource-rich countries either have re-nationalized their oil industries, or have established strategic control through further transfer of power into the hands of their governments. Production sharing contracts are in the process of being transformed into technical service contracts.
Second, there is an increasing concern over the security of the energy supply on the consumer side. Due to increased demand and depletion of domestic reserves, major consumers will have to rely more on imported oil and gas, from a few politically unstable regions such as the Middle East, Africa, Russia and Central Asia, through long-distance pipelines, and vulnerable sea routes. This, combined with the fact that the international market is less stable and more prone to the disruptions of natural disasters, terrorist attacks, and isolated geopolitical acts, has increased the vulnerability of these consumer countries. Yet, suppliers are also concerned about demand security given the depressed prices and lower demand in most OECD economies as a result of the economic recession.
Third, although the OECD countries are still the largest oil consumers, the current increase in demand for oil and gas is mainly driven by fast economic development in developing countries such as India and China, which account for one-third of the world population but only consume 17 percent of world energy. If things continue the way they are, we will have a hard time meeting the growing demand with the available resources. What no one disagrees with is that demand is surging. The rapid growth of China and India matched with the developed world's dependence on oil, mean that a lot more oil will have to come from somewhere. World demand for oil has grown faster in the past five years than in the second half of the 1990s. Today we consume an average of 85 million barrels daily. According to the most conservative IEA estimates, that figure will rise to 113 million barrels by 2030.
Let us consider one fact; The US consumes 25 barrels of oil per capita annually and Europe ten barrels. Each Chinese, however, consumes only two barrels a year, so even a small increase in Chinese consumption could have a massive impact on the market. Therefore, this is not the time to slacken our efforts to find ways to use oil and gas more efficiently. We must push ahead with our conversion to alternative fuels, and seriously look at ways of diversifying our energy supplies to reduce our vulnerabilities.
Fourth, a rising concern for security of demand among major producer countries may prevent large scale investment from happening. To meet the rising energy demand, a huge amount of investment is needed. Yet, energy investment worldwide has plunged over the past few years in the face of a tougher financing environment, weakening final demand for energy and lowering cash flow. Furthermore, the resource owners want to earn more from the exploitation of their endowments. “Seven Sisters,” big Western oil conglomerates, are now losing ground vis-à-vis “Seven Brothers,” national oil companies like Gazprom, CNPC, Petrobras, Petronas, Aramco, KMG and ONG. The balance of interests is changing in favour of them. What is needed is a new business model where the upsides are shared within a fair and just framework.
The uneven distribution of energy resources among states, and the critical need to access those supplies by all states, leads to significant vulnerabilities. The coercive manipulation of energy supplies, competition over energy sources, the tendency of energy producing countries to political instability, attacks on supply infrastructure, competition for market dominance, accidents, and natural disasters are all adding significant risks to global energy security. Increased competition over energy resources may also lead to the formation of security compacts to enable an equitable distribution of oil and gas between major powers.
Concerns over energy security are not limited to oil. Power blackouts on both the east and west coasts of the U.S., in Europe, and in Russia, as well as chronic shortages of electric power in China, India, and other developing countries, have raised concerns about the reliability of electricity supply systems.
Western countries are producing less and less of their own energy, and are therefore having to import more and more. This is having a massive impact on the transfer of wealth. The energy guru, Daniel Yergin, has estimated that, at early 2008 prices, the U.S. is currently transferring about $1.3 billion to the oil-producing countries every day - or if you prefer, $475 billion a year. If we include China, the EU, India, and Japan in this calculation, every year the major oil consumers are transferring over $2.2 trillion to the oil producers. What we know is that these massively increased energy revenues not only mean more economic power for the oil producers, but also, of course, increasing political power and influence in shaping the new global security order.
This brings us to the next concern. As the world's need for energy grows, the ability of the traditional suppliers to continue to meet the demand is far from certain. Europe, for example, is increasingly dependent on Russian oil and gas. But Russia's currently exploited energy reserves are depleting fast. Russians now consume more and more of their own gas at home and the country's energy output is shrinking due to a lack of investment in new technology, and in developing new fields.
Another concern is the protection of critical infrastructure. As western, domestic sources of energy start to dry up, oil companies are drilling in much more isolated and hostile environments, because technology makes extraction more commercially viable. More oil and gas is extracted from under the sea rather than from under the land. Tankers criss-cross the oceans delivering these products from one continent to another. Pipelines are getting longer and often pass through unstable areas. Over the past few months we have seen several examples of how easily these sophisticated supply networks can be threatened - in the Nigerian Delta, off the coast of Somalia, and in the Southern Caucasus.
As climate change impacts on energy exploration and transit routes, it will also increasingly impact our security. As the polar icepack melts, and the Northwest Passage to Asia opens up, an increasing amount of shipping will pass through one of the most remote and inhospitable parts of the world. Intervening in the event of an environmental disaster or even a terrorist attack would be very difficult indeed.
In today's world, transition to a cleaner energy economy is not a choice; it is an absolute necessity. The current environmental system can hardly sustain our wasteful world energy order. Yet, there is no reasonable ground to be hopeful of alternative fuels that will come to our help in meeting this demand growth. In the foreseeable future, our dependency on fossil fuels will remain more or less at the same level. The overall share of the renewable energy sources including wind, solar and hydro-electrical energy within the global energy is 7.4 percent. Nuclear energy makes up only 6 percent. The remaining 86 percent are fossil fuels including oil, natural gas and coal.
Despite the "green energy" movement that works hard to convince the politicians of the virtues of renewables, more than 80 percent of the world's energy supply still comes from fossil fuels. Claims that it is possible and affordable for the world to achieve 100 percent renewable energy by 2030 seem to be a pipedream. Solar panels and wind turbines have not been able to make much of a dent in coal and petroleum’s dominance. Achieving 100 percent clean energy would require building about 4 million 5-megawatt wind turbines, 1,7 billion 3-kilowatt roof-mounted solar photovoltaic systems, and around 90,000 300-megawatt solar power plants.
Experts disagree on what will actually keep the lights on in 2023. The nuclear renaissance is not going well, either; the accident in Japan slowed down the acceleration in nuclear energy development. Germany and Italy have decided to phase out nuclear energy altogether. It is now necessary to work extremely hard for the next ten years to reinstitute the level of progress in nuclear energy that existed before the accident. Nuclear is poised for a comeback, though it's unlikely that by 2023 the atom will provide much more than the 8,3 percent it offers today's domestic energy market.
There are lots of innovative renewable options but so far the race to commercial viability hasn't produced one cheap enough to compete with coal, oil, and gas. So expect more of a uphill climb than a race in the next decade. We will generate more renewable energy by 2023, yet it will not account for more than 10 percent of what we need.
The future shape of world energy will be gloomy unless new energy resources are discovered, massive investments channeled, revolutionary technological advances made, consumption curbed, environmental problems addressed and major improvements achieved in energy efficiency. To make things worse you may add geopolitical tensions triggered by resource scarcity, marine piracy threatening oil and gas tankers, legal disputes, transit issues and technology and price issues.
Dostları ilə paylaş: |