BiRİNCİ oturum tabiİ Fİİl ve ahlakî FİİL



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə5/15
tarix26.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74557
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

BU GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ

a)    Felsefenin Tahkiri

Bu görüş, birçok güzel ve değerli noktalan taşımakla birlikte eleştiriye gerek duyar. Kendisinde bir takım eleştirilecek noktalar vardır, gerçekten de doğru olan eleştiriler. Şimdi bir cümleyi arz ettikten sonra açıklamamız mümkündür.

Her şeyden önce bu görüşte, nazari akim ürünü, bizim tabirimizle "felsefe" haddinden fazla küçük düşürülmüştür. Kant'ın "biz nazari akıl yoluyla bu meselelerin hiçbirini ispat edemeyiz" sözü yanlıştır. Nazari akıl yoluyla da -vicdan yolu ve ameli akıl yolunu inkâr etmiş olmayı istemeksizin- insanın özgürlük ve serbestliğini ispat edebiliriz, hem nefsin beka ve ölümsüzlüğünü, hem Allah'ın varlığını ve hem de ahlaki emirlerin kendisini ispat edebiliriz. İnsanın vicdandan ilham aldığı emirleri, akıl da, şüphesiz vicdanın müeyyideleri olarak onları te'yid eder. Büyük bir açıklamayı gerektirdiği için bu konuya girmeyeceğiz.

b)    Kemal ve Saadet Arasındaki Fark

Diğer mesele, kemal ve saadeti birbirinden ayırmaktır. Bu çok yanlıştır. Kemal saadetten ayrı değildir. Her kemal bir çeşit saadettir. Saadet, yani mutluluk, sadece hissi mutluluklara özgü değildir. Kant'a, söylemek gerekir: insan, vicdanına ters düştüğü zaman şiddetli bir acıya kendi vicdanında hisseder diyorsunuz. Bu doğrudur. Fakat nasıl olurda insan, vicdanına itaat etmediği zaman acı duyar, ama itaat ettiği zaman daha yüce: daha büyük, daha güzel, daha kalıcı ve daha ölümsüz bir lezzet ve mutluluk hissetmez?!

Bu takdirde, Kant'ın deyimiyle insan vicdanının emrine itaat etse de acı hisseder, çünkü kendisi onu saadetten ayırdığını söylüyor. O halde ağır ve zor bir iştir: Vicdanın emrine uyarsak acı duyarız, zorluk ve meşakkat manasındaki bir acıyı duyarız, bunun tersini de yapsak daha kötü bir acı hissederiz. Şu halde, itaat etsek de etmesek de her iki durumda da acı duyarız. Bunun bir manası yoktur ve böyle bir şey imkânsızdır. Çünkü insan vicdanın emrine ters düştüğü yerde acı çeker ve dert alır. İnsan vicdanın sesine kulak verip itaat ettiği zaman mutluluk ve sevgi duyar. Açıklanamayacak kadar güzel bir mutluluk ve sevgi, cömertlik yapıp ta bu cömertliğinden sonra içinde bir gül bahçesinin oluştuğunu düşünen bir insan gibi, kendi acısını dostlarının rahatı olarak düşünen, başkasının rahatı için acıya katlandıktan sonra insanın benzerini hiçbir diyecektir. Buradan da onun söylediği saadetin hissî lezzette tadamadığı mutluluk ve lezzeti vücudunda hisseden bir insan gibi. Bunlar birer delildir. İbn-i Sina, bu konuda "işaret" adlı kitabının sonuç bölümünde, "Eğer biz lezzeti sadece hissi lezzette özgü kılarsak bu yanlıştır" başlıklı bir konu açmıştır. Daha sonra gayr-i hissî manevî lezzetler hakkında misaller vermiştir. Bugünün psikolojisinde de bu, çok belirgin bir konudur: Lezzet insan için hissî lezzete özgü değildir, hissî lezzet genellikle organlara bağlı, dış bir güce bağlı bir lezzettir. Örneğin bir yemek, insanın diline dokunur, dilin damarlarına dokunur ve bir lezzet ortaya çıkar. Veya koku, dokunma ve işitme organlarının algıladığı başka lezzetler. Fakat duyu organlarına bağlı olmayan bir takım lezzetler vardır. Örneğin kahramanlık lezzeti gibi. Kahraman bir kişi kahraman olduğu ve el üstünde tutulduğunu hissettikten sonra lezzet hisseder fakat bu lezzet, harici bir hissi gerektirmez, yani dışa bağlı bir lezzet değildir. İnsan, halkı sevmekten lezzet duyar. Toplumun kendisini sevdiğini ve halkın sevgilisi olduğunu düşünen bir kimse, sevgi hissinden lezzet duyar. Aynı şekilde bir âlim ilmi bir gerçeği bulmaktan lezzet duyar. Nasiruddin Tusî hakkında da şöyle bir hikâye anlatılır: Bir mesele konusunda bir zorlukla karşılaşınca meseleyi halledinceye kadar düşünmeğe başlardı. Bazen gece yansında meseleyi açıklığa kavuşturunca öyle coşkulu biri duruma gelirdi ki şöyle derdi: "Padişahlar, şehzadeler neredeler. Gelip görsünler ki benim şu anda hissettiğim lezzet, onların hissî işlerden duydukları lezzetlerden daha çoktur."

Hüccetu'l İslam Seyyid Muhammed Bakır'ın zifaf gecesiydi. Gelinin yanına gitmesi gereken zamana henüz vakit vardı. Mütalaa ile uğraşmağa gitti. Mütalaaya (düşünmeye) öyle dalmıştı ki zifaf gecesinde olduğunu unutmuştu. O anda (sabah) ezanını işitti. (Zavallı gelin de rahatsız oldu, beyin kendisini istemediğini, kendisini görüp de beğenmediğini düşündü). Rahatsız oldu. Geldi ve yemin ederek: "Vallahi ben mütalaaya öyle dalmıştım ki bu gecenin zifaf gecemiz olduğunu unutmuştum." dedi.

Bu lezzet, ilim lezzetidir. Bunlar hissî lezzetler değildir.

Bundan dolayı lezzet meselesini vicdanî işlerden ayırmak mümkün değildir. Elbette Ebu Ali Sina ve başkalarının yaptıkları ilmî ve felsefi açıklamalar başka bir çeşittir. Her halükarda insanın bir şeyden lezzet aldığı an onun dünyasının bir şeye kavuşmak istediği ve buna ulaştığına delildir. Lezzet daima (bir şeye) kavuşmaktan doğar, elem ve dert ise insanın kavuşması gereken bir kemale kavuşmamasından kaynaklanır. Bundan dolayı kemal'in lezzetten ayırt edilmesi -ki yavaş yavaş Avrupa felsefesinde "acaba insan kemali mi istemeli yoksa saadet ve lezzeti mi?" sözü yaygınlık kazanmıştır- doğru bir söz değildir. Her olgunluk, ister istemez bir tür lezzeti peşinde getirir. Velev ki bu, kemal’i isteyen birisi kemalin peşinde gittiği zaman lezzetin peşinde gittiğini düşünmese ve lezzetinde peşinde gitmediğini kabul etse bile. O, kemali kemalin kendisi için aramaktadır. Fakat kemale kavuşmak, kendi kendine insan için lezzet doğurur. Onun görüşünün büyük bir kısmının üzerinin çizilmesi gerektiği de bundandır.

c) Vicdan Hükümlerinin Tümü Mutlak Değildir

(Kant'ın) zikrettiği o "mutlak olmak" meselesi de bizzat Avrupalılar tarafından, "senin söylemiş olduğun vicdan hükümleri bu kadar da mutlak değildir." şeklinde tenkit edilmiştir. Her ne kadar bizim kelamcı ve usulcülerimiz "aklın hükümleri", "akli güzellik ve kötülük" adı altında bu söz ve konuyu incelemişlerse de birbirlerine yakındırlar. Onlar, hükümlerden bazılarının mutlak olduğuna inanmaktadırlar. Ve onların söyledikleri doğrudur. Örneğin, şunu söylerler: Adalet, insanın ruhunda güzel olan mutlak bir hükümdür. Zulüm, insanın ruhunda kötü olan mutlak bir hükümdür, ama doğruluk mutlak bir hüküm değildir. Aksine kendi felsefesine tabidir ve doğruluk bazen kendi felsefesini kaybeder. Kant'a şu itirazda bulunmuşlardır: Mademki sen mutlak hükme bu kadar tabisin ve örneğin "doğruluk, vicdanın mutlak emridir, maslahatla ilgilenmez" diyorsun farz edelim ki zalim bir deli eline bir bıçak almış, öldürmek için zavallı birini arıyor, sana, "onun nerede olduğundan haberin var mı?" diye soruyor. Sen burada bir cevap vermelisin, eğer susmak istersen seni öldürecek, ne cevap vereceksin? Acaba haberim var mı diyeceksin yoksa haberim yok mu diyeceksin? Eğer haberim yok dersen, bu durumda vicdan doğru söylemelisin dediği halde yalan söylemiş olursun, eğer haberim var dersen sana, "nerdedir?" diye sorar. Acaba onun nerde olduğunu gösterecek misin yoksa göstermeyecek misin? Eğer gösterirsen gider ve onu haksız yere öldürür. Acaba gerçekten insan vicdanı bu kadar mutlak mıdır? Sen mutlaka doğruyu söylemelisin, sonuçlarla bir işin yok" mu diyor?

MASLAHAT GEREĞİ YALAN

Sa'di'nin de ele aldığı ve fıkhımızda var olan maslahat gereği yalan söyleme meselesine gelince. Acaba maslahat gereği yalan söylemek fitne çıkaracak doğrudan iyi midir yoksa değil mi? Sa'di; maslahatı sağlayacak yalanın fitne çıkaracak doğrudan daha iyi olduğunu söylemektedir ve anlattığı o hikâye de Sa'di'nin bu konudaki anlayışının güzel olduğunu gösteriyor. Hikâye şöyledir:

Adamın birini padişahın huzuruna getirmişlerdi. Padişah gidip boynunu vurmalarını emretti. O, yaşayacağından ümidini kesince hakaretlerde bulunmağa başladı. Fakat padişah duymadı, "Ne söylüyor?" diye sordu. Vezir, "...Öfkelerini yutkunurlar, insanları affederler..."([21]diyor." diye cevap verdi. Orada, bu vezirde zayıf bir noktayı bulmak ve onu görevinden azlettirip onun yerine geçmek için fırsat kollayan birisi şöyle dedi: "Padişah hazretlerimizin huzurunda yalan söylemek bizim gibilere yakışmaz. O, padişaha hakaretlerde bulunmaktadır, sen Kur'an okumaktadır mı diyorsun." Padişah: "Onun yalanı senin doğrundan iyidir," dedi. (elbette bunlar gerçeğin söylenmesi için söylenen hikâyelerdir). Maslahatı sağlayacak yalan, fitne çıkaracak doğrudan iyidir, yani o, bir yalanla bir can kurtardı, sen ise bir doğru ile bir canı daha çok tehlikeye atmak istiyorsun.

Acaba "maslahatı sağlayacak yalan fitne çıkaracak doğrudan iyidir" sözü gerçekten doğru mudur? Burada başka size bir konuyu açıklamam gerekir. Maslahat sağlayacak yalan ile menfaat sağlayacak yalan arasında fark vardır. Birçok insan maslahat için söylenen yalanı menfaat için söylenen yalanla karıştırmaktadırlar veya karıştırmak istemektedirler. Maslahat için söylenen yalan, kendi felsefesini bırakıp doğruluk felsefesini elde eden bir yalandır, yani kendisiyle insanın bir hakikati kurtardığı yalandır. Fakat menfaat için söylenen yalan, insanın kendisi için bir fayda sağlamak için söylediği yalandır. Maslahat meselesini menfaat meselesiyle karıştırmamak gerekir. Maslahat, hakikatin odak noktasıdır. Maslahat ve hakikat birbirinden ayrılmaz iki kardeştir. Maslahat, kendi menfaatine riayet etmek değil, hakikate riayet etmektir. Kimileri yalan söyler, ama kendi menfaatleri için. "Niye yalan söyledin?" diye sorduğunuzda, "maslahata dayalı olarak yalan söyledim" derler. Kıymetsiz parasının çoğalması için yalan söyler, "maslahat için yalan söyledim" der. Bu, maslahat değildir, diğer bütün yalanlar gibi bir yalandır. Onun için maslahat gereği söylenen yalan ile menfaat sağlamak için söylenen yalan birbirine karıştırılmaması gereken bir konudur.

Diğer bir mesele ise Kant'ın söylemiş olduğu sözün gereğinin şu olduğudur: Doğruyu, her zaman- sonunu düşünmeksizin -söylemeli, yalanı da asla -sonucunu düşünmeksizin- söylenmemeli. (Çünkü ona göre vicdanın emri mutlaktır ve o şartlı olan akim emridir, vicdanın emri eğer yoksa maslahat ve benzeri sözlerle ilgilenmez.) Aynı şekilde başka guruplar da, daha çok zerdüştiler, "Sadi kötüyü öğretmiştir" diyerek Sa'di'ye kötülük yaptığı iddiasında bulunmuşlardır. Bizim fazilet sahibi kimselerden birinin yazmış olduğu bir makale de, şunlar yazılmıştı: İngilizler Hindistan'ı istila ettikten ve buranın medreseleri kendi idareleri altında idare edildikten sonra şöyle demişlerdi: "Sadi'nin derslerini okutmayın, çünkü o, kötüyü öğretmiştir. Maslahatı gereği yalan söylemek fitne çıkaracak doğrudan daha iyidir demiştir ve bu, çocukları şimdiden doğruyu söylemekten alıkoyar." Şunların ne iyi insanlar olduklarına bakın! Hint halkının durumuna o kadar acımışlardır ki çocuklarının bu şekilde terbiye edilmelerini istememekte aksine onların doğru sözlü olmalarını ve hatta maslahatı sağlamak için bile olsa yalan söylememelerini istemektedirler. Fakat ilahi aşkla yoğrulmuş zeki ve akıllı kişiler, Sa'di'nin derslerinin verilmesini engelleyen İngilizlerin bunun için değil de "Gülistan " in önsözünde söylediklerinden dolayı olduğunu çabucak anladılar. Sa'di Gülistan'ın da şunları söylemektedir:



Ey Gayb hazinelerinin cömerdi

Mecusi ve mesihîlere (Hıristiyanlara) vazife yaparsın

Dostları mahrum olarak nereye bırakıyorsun

Sen ki düşmanları görüyorsun.

Sen çocukların kafasına Hıristiyanların Allah düşmanı olduklarını yerleştiriyorsun. Bunlar Hindistan'da Farsça öğrenim gören çocuklara bu şiirinden dolayı Sa'di'nin derslerini vermeyin denmiyorlardı, Sa'di'ye kötü şeyleri öğrettiğinden dolayı, maslahat gereği söylenen yalan fitne çıkaracak doğrudan iyidir dediğinden dolayı ders vermeyin, çocuklarınızı fesada uğratıyor, Sa'di'nin talimatları asla dertleri gidermez! Diyorlardı.

Zerdüştiler de Sa'di'nin bu kelimesi için, "Onun sözleri dertleri gidermez." demişlerdir.

İranlıların yüzde yüz iftiharı olan Sa'di, açık bir yüreklilik ve olgunlukla zerdüşti ve Mecusilerin Allah'ın düşmanı olduklarını söylemektedir. Bundan dolayı "Purdavud" ([22]):"Sa'di bir işe yaramaz, maslahat gereği yalan söylemek fitne çıkaracak doğrudan iyidir dediği için kötüyü öğretiyor" demiştir. Burada da ilahi aşkla yoğrulmuş zeki ve akıllı kişiler, Sa'di'nin ayıbının bu olmadığını Hıristiyan ve Zerdüştileri Allah'ın düşmanı olarak tanıtması olduğunu hemen anlamışlardı. Bundan öteye bir şey demiyorlardı. Burada gönülleri Sa'di'ye karşı kırgın olsun istiyorlardı.

Bunlara ilave olarak, bu tip sözlerin Kant ve böyle konuşan herkesin ağzından çıkmasına çok şaşılır. İnsanın böyle bir şeye inanması nasıl mümkün olur? İnsan doğruyu söylemeli velev ki bu doğru kendi felsefesinin tümünü elinden alsa dahi, dünyadaki cinayetlerin kaynağı olacak doğruyu söylemek gerekir. Dünyadaki cinayetlerin önünü alacak, canlan kurtaracak ve gerçekleri ortaya çıkaracak yalanı söylememek gerekir! Acaba vicdan böyle bir hüküm verir mi gerçekten?! Doğru ve yalan konusunda biraz tecrübe sahibi olan bir kimse böyle sözlere kulak vermez. Bazen bu alanda çok tecrübesiz olan bir kısım insanlar bazı sözleri söylerler, örneğin hayatında doğruluk görülmemiş ve her aman yalan söyleyen bir insana, "acaba maslahat gereği yalan söylenebilir mi?" diye sorarsanız. Hiçbir zaman yalan söylememek gerekir, asla yalan söylenemez" diyecektir. Çünkü hayatında hiç doğru söylememiştir ki. Gerçekleşen bazı konularda doğru söylemenin bazı kötülükleri doğuracağını görmüştür. Sözlerini gerçekle uygulamamıştır. Fakat bu konuda tecrübeli olan, yani ömründe doğru sözlü olarak tanınan bir kimse, bazı konularda kendi felsefesini elinden alacak gerçekleşmiş bir doğrunun olduğunu anlar. İslam fıkhında da gıybet ve yalan konusunda bazı istisnai kurallar vardır ve hak da budur.

Şöyle bir hikâye anlatılır: Adamın biri, bir kuşçu dükkânından -eski değerle- iki Kırana bir horoz aldı. Horoz bu değerden daha çok değerli olacak bir güzelliğe sahipti, evine gitti. Evine varınca karısı ona, "Bu getirdiğin şey nedir?" diye sordu. Adam, "Horoz" dedi. Kadın, "Namuslu bir insanda mı evine horoz getirir?!" dedi. Adamın karısı, derhal yüzünü kapatıp kendini gizledi ve: "Ben erkek bir cinsin var olduğu bir evde yaşamaya asla razı değilim, bu evde ya o olacak ya ben, artık evin köşesinden dışarı çıkmayacağım." dedi. Adam, "insana horozun bir ayıbının olmadığı söylenmiştir" dedi. Kadın, "Hayır, namuslu bir kişi horozu bile evine getirmez." Adam buna çok sevindi ve "Allah 'a hamd olsun, eşim ne kadar da namuslu ve iffetli bir kadındır!" Horozu aldı ve kuşçunun yanına götürerek şöyle dedi: "Eğer mümkünse bunu al da iki Kıranımı geri ver." Kuşçu: "niye?" dedi. Adam: "Herhalde bu horoz daha çok değerlidir iki Kıran ve iki şahiye değer" Kuşçu:"Bizde sana iki şahiyi ikram ettik" Adam; "Hayır, yine de istemiyorum " dedi. Kuşçu: "Her ne kadar benim sana yalan söylememin mümkün olduğunu düşünüyorsan da gerçekten bunun değeri daha fazladır." dedi. Adam, "Hayır, onun için de değil, fazla olduğunu biliyorum ama yine de istemiyorum" dedi. Kuşçu: "Niçin istemiyorsun?" diye sordu. Adam: "Niçin istemediğimden sana ne?" diye çıkıştı. O da inat etti ve "Sebebini söylemeyinceye kadar horozu senden geri almayacağım" dedi. Adam: "iki kıranın yerine bana otuz sahi ver" dedi. Kuşçu; "doğru söylemeyinceye kadar vermem." dedi. Adam: "Bana bir kıran ver" dedi. Kuşçu: "Doğruyu söylemeyinceye kadar on sahi de desen kabul etmem doğruyu söylemen gerekir" dedi. Adam gerçeği söyleyerek, "Benim eşim çok iffetli ve namuslu bir kadındır, evde bir horozun bulunmasını kabul etmiyor" dedi. Kuşçu hemen horozu aldı ve ona iki kıran vererek şöyle dedi: "Şu iki kıran'ı al fakat senin eşinin kötü niyetli birisi olduğunu da bil, eğer kadın iffetli ve namuslu olsaydı bu şekilde konuşmazdı, bu söz, kendisinden asla namus ve iffet bulunmayan bir kadının sözüdür. Gerçekten iffet ve namuslu olan bir kadın, hiçbir zaman horozdan yüz çevirmez."

Doğruluğun gerçekten kendi felsefesini yüzde yüz elinden alacağını düşünen ve "insanın doğruluğundan dolayı kan denizi oluşsa da burada doğruyu söylemek gerekir" diyen bir insanın hali tıpkı yüzünü horozdan çevirenin durumu gibidir. Nihayet İslam bu konuda çok büyük bir inceliğe sahip başka bir söz de söylemiştir: Ruhunun yalan söylemeğe alışmaması için, mecburiyetin olduğu yerde aklına bir şey getir diline d': başka bir şey getir. Mecbur kalmadıkça böyle bir şey yapamazsın. Arz ettiğim gibi menfaat gereği söylenen yalan ise maslahat gereği söylenen yalanı birbirine karıştırmayın. İslam fıkhında şöyle denilir: Gerçekten maslahatın olduğu ve bir doğruluktan dolayı toplum için bir kötülüğün olacağı yerde (örneğin, düşmanın casusları mazlumları yakalamak için ev ev dolaşmaktadırlar, sana soruyorlar. Sen, "ben doğru söyleyen bir insanın onlara nerede olduklarını haber vermeliyim" diyeceksen, doğruyu söyleyen biri değil, bir canisin) mecburiyetten dolayı, menfaat için değil maslahat için yalan söyle, zihninin kirlenmemesi ve kötüyü adet edinmemek için zihnine başka bir şey getir. Örneğin "görmedin mil" dedikleri zaman, "hayır" de, fakat bu "hayır" dan maksadın zihninde taşıdığın başka bir şey olsun. Zihninin yalan söylemeyi adet edinmemesi için zihninden bir şey geçirmeksizin yalan söylemeğe kalkışma. Bunun ismi "Tevriye"([23]) dir. Emiru'l Mümi'nin (as) Peygamber'in (sav) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Kulun kalbi sağlam olmadıkça imanı sağlam olmaz ve dili sağlam olmadıkça da kalbi sağlam olmaz."

Şimdi, bazıları daima yalan söylemekte ve bu yaptıklarına da tevriye demektedirler. Bu tip kişilere rastlamışızdır, benim bunlarla bir işim yoktur, gerçeği söylemekteyim.

Bu anlattıklarımızın tümü Kant'ın görüşüne getirilen bir takım eleştirilerdir.

Yarın akşam inşallah güzellik nazariyesi üzerine, ahlakı, cemal ve güzelliğin bir göstergesi olarak bilen kimselerin görüşü üzerine konuşacağım.

Allah'ım! Gönüllerimizi iman nuruyla nurlandır, bizleri mukaddes İslam'ın gerçekleriyle tanıştır, bizleri İslam'ın ve Kur'an'ın değerini bilenlerden eyle. Peygamber ve onun ehlinin değerini bilenlerden eyle. Ölülerimizden rahmetini esirgeme.

 

 



 

DÖRDÜNCÜ OTURUM

 

 



GÜZELLİK NAZARİYESİ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, bütün varlıkları yaratan âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur. Salât ve selam Allah'ın kulu, resulü, günahlardan arındırılmış, Allah'ın sırrını koruyan, risaletini tebliğ eden, efendimiz, peygamberimiz ebu'l Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun. Lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırım.

"Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder. Fahşa (edepsizlik) dan, münker (kötülük) den ve bağy (azgınlık)dan meneder. öğüt almanız için size böyle öğüt verir."(Nahl: 90)

Ahlakı güzellik kategorisinde kabul edenlerin görüşü etrafında konuşacağımızı kararlaştırmıştık. Size arz edeceklerimin mukaddimesinde küçük bir noktayı hatırlatmalıyım. Bazılarının şöyle düşünmeleri mümkündür: Acaba ahlak, sevgi (atıfe) ve muhabbetin bir çeşidi midir? İlim ve bilginin bir çeşidi midir? İradenin bir çeşidi midir? Vicdanın bir çeşidi midir? Güzelliğin bir çeşidi midir? Gibi görüşlerin bilinmesinin ameli açıdan ve toplumsal terbiye açısından ne faydası vardır? Gerekli ve faydalı olan halkın yaşayışta faziletli ahlakla ahlaklanmalarıdır, ister ahlakın hangi kategoriye girdiğini bilelim ister bilmeyelim, ne fark eder? Bunlar, amelle ilgili bir sonucu olmayan bir takım ilmi konulardan başka bir şey değildirler. O halde bu konuların ne faydası vardır? "kurma " ([24])"gayn" la mı yoksa "Kaf" la mı okunur diye sorulduğunda "Ne ğayn'ladır ne de kaf'la, et ve yağladır." şeklinde verilen cevaba benzer. Şimdiki konumuz ahlâkın hangi kategoride olduğu üzerinedir. Bazılarının, ahlâkın sadece amelî konunun dışında nazari bir konu olduğunu düşünmeleri mümkündür. Fakat böyle değildir. Ahlakın hangi kategoride değerlendirileceği ve tek bir kategoriye mi girdiğinin yoksa birkaç kategoriye mi girdiğinin taranıp bilinmesinin, ahlakı toplumda yaygınlaştırmayı ve tamamlamayı istememiz ve nereden başlamamız gerektiğini bilmemiz konusunda çok büyük etkilere sahiptir, bu tür şaşkınlıklara sahip olanlar vardır. Nasıl başlayacağını bilmeyen insanlara rastlamak mümkündür. Düşünce tarzları Hintlilerin ve Hıristiyanların düşünce tarzının aynısı olan kimseler şöyle demektedirler: Ahlak, sevgi beslemek, muhabbet duymak, düşman olmamak, üzülmemek, kin beslememektir. Toplumda ahlakı yaygınlaştırmak isterseniz muhabbeti ve sevgi duygusunu toplumda fazlalaştırınız, üzüntülerin, nefret, kin ve düşmanlıkların ortadan kalkacağı işleri yapınız, düşmanlıktan toplumdan kaldırınız ve muhabbeti gönüllere yerleştiriniz, işte bu ahlaktır.

Bu tür insanlar böyle demektedirler. Fakat Sokrates gibi, ahlakı ilim kategorisinde değerlendiren kimselerin söyledikleri başkadır. (Sokrates) şöyle demektedir: Halka öğretiniz. Halkı bilinçlendiriniz, halk bilinçlenince, o bilgi kendileri için ahlaktır.

Bu düşüncenin temeli, her kötü ahlaklı insanın cahil olduğu için kötü ahlaklı olduğudur. Kötü ahlakın kaynağı cahilliktir, o halde ilmi öğretmeniz kâfidir. Öğretiniz, zira öğretmekte terbiye de vardır. Öğretim terbiyeden, terbiye de öğretimden ayrı değildir. Artık, "üzüntüleri ortadan kaldırın, muhabbetleri çoğaltın" demez de "Bilgileri çoğaltın" der. O halde bizim şunu bilmemiz gerekir: Toplumun terbiyesi için acaba toplumun bilgisini mi artırmalıyız yoksa düşmanlıkları ortadan kaldırmaya mı çalışmalıyız. Bilgiden bir iş çıkmaz mı? Aristo’nun dediği gibi, "bilgiden tek başına bir şey çıkmaz, ona iradeyi eklemek lazım." diyen kimse başka bir yol ileri sürmektedir. Ahlaktaki dayanağı insanlığın fıtrî vicdan yönü olan kimse "her insanın içyüzünde insana iyi işleri yapmayı emreden ve kötü işlerden alıkoyan ahlakın değerli bir münadisi vardır" demektedir. Bu, "doğru söyle, yalan söyleme" nidası, bu "emaneti koru, ihanet etme" nidası bu "cömertlik yap" nidası, bu "başkalarına karşı kendi hakkında insaflı ol" nidası, herkesin içyüzünde vardır. Sadece başkalarının nida ve kargaşası yüksek olduğu zaman insan kendi vicdanının nidasını işitmez. Örneğin şu anda içinde yaşadığımız şu atmosferde eğer bir vaiz Allah'ın ayetlerini bizim için açıklamak isterse eğer bu atmosfer sakin ve sessiz olursa onun söylediklerini doğru bir şekilde anlarız ve duyarız, yok eğer onun sesi gibi yüksek başka bir ses varsa veya otomobillerin sesi de bir taraftan yükseliyorsa ya da yanımızda oturan birisi konuşuyorsa artık biz onun sesini işitemeyiz. Bir sesin güzel bir şekilde işitilmesi için karşısındaki sesleri susturması ve bastırması gerekir. Bu, görme konusunda da böyledir. Bizler, toz, toprak ve dumanın olmaması şartıyla iyi bir şekilde görürüz. Bu takdirde gözümüzün görebildiği kadar görürüz. Şayet toz, duman ve toprak çoksa eşyayı net bir şekilde göremeyiz. Gerçekte görürüz, fakat bu toz ve duman iyi görmemize izin vermez. Görmemiz için toz ve dumanı dindirmemiz lazımdır. Sa'di'nin deyimiyle:



Hakikat, süslü bir saraydır.

Heva ve heves tozu dumana katmış

Görmüyor musun ki tozun kalktığı her yerde

İnsanı her ne kadar gören biri ise de gözü görmez.

Sen ağzına kadar hırsla doluysan da

Gaybi olan gönüldeki sır duyulmaz.

 

Ahlakın, vicdanın sesi olduğunu söyleyen kimselere soralım: Eğer toplumu ahlaka doğru sürüklemek istersek ne yapmalıyız? O, "kişinin kendi vicdanının sesini işitecek bir iş yapın" diye cevap verir. "Nasıl bir iş yapalım?" diye sorduğumuzda, "başkasının sesini kısınız" der. O ses, her zaman vardır ve susturulması mümkün değildir. "Muhalif olan ses ve kargaşa sizin duymanızı engelliyor" denildiğinde de, "ahlakı, yani kendi kalbinin sesini dinle" demektedir.



Ahlakın güzellik kategorisinde olduğunu söyleyen kimse, "güzellik hissini insanoğlunda yetiştiriniz" demektedir. (Daha sonra değineceğimiz açıklamaya göre). İnsanoğlu, eğer mekarimu’l ahlakın güzelliğini, güzel ve yüce olan ahlakın güzelliğini hissederse kötü işleri yapmağa kalkışmaz. Kişinin yalan söylemesinin sebebi, doğruluğun güzelliğini anlamamalarıdır. İhanet etmelerinin sebebi, emanetin güzelliğini anlamamalarıdır. O halde kişinin zevkini eğitiniz, terbiye ediniz. Zevk, güzelliğe bağlıdır. Kişinin hissî güzelliklerden başka güzellik bilmeyeceği, aklî güzelliklere de önem verecek ve aklî güzellikleri işleyecek işler yapınız.

Başka görüşlere sahip olanların da her biri, toplumdaki ahlak olgunluğu için bir yol ileri sürmektedirler.

O halde bu konu, hiç bir ameli etkiye sahip olmayan sırf nazari ve felsefi bir konu değildir, fevkalade ameli etkisi olan bir konudur. Buna ilaveten bizler bütün bunları derin bir şekilde, büyük bir dikkatle ve geniş bir şekilde açıklamadıkça İslam'ın ahlakî mektebini tanıyamayız ve dinimizin, ahlakı hangi temel veya temeller üzerine kurduğunu göremeyiz.

GÜZELLİK NAZARİYESİ:

ACABA GÜZELLİK TARİF EDİLEBİLİR Mİ?

Ahlak konusundaki bir görüşün "ahlak güzellik kategorisindedir" şeklinde olduğunu söylemiştik. Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır. Ahlak, güzellik kategorisindedir denilen konunun aslına inebilmemiz için ilkönce bu sorulara cevap vermeliyiz. İlk soru; "Cemal veya güzellik nedir? " sorusudur. Yani, cemal ve güzelliği nasıl tarif edebiliriz ve mantıkçıların diliyle güzelliğin cins ve sıfatlan nelerdir? Güzellik hangi kategoriye girmektedir? Acaba kemmiyyet kategorisinde ve kemmiyyetlerin bir parçası mıdır? Acaba keyfiyyetin bir parçası mıdır? Acaba izafe kategorisinde ve bir izafe midir? Acaba bir infial midir? Acaba bir cevher midir? Ve buna benzer sorular. Ve ya bunları göz önüne almaksızın formül ve ayni (gözlem) açıdan konuya bakalım, güzellik neden yapılmıştır? Acaba güzellik için bir formül elde edilebilir mi? Acaba kimyada maddi işler için formül belirlendiği gibi, örneğin suyun bileşiminin H2O formülüne sahip olduğu gibi güzelliğinde tabiatta formülü var mıdır? Bilahare güzellik nedir? Bu soru, henüz hiç kimsenin güzelliğin ne olduğuna cevap veremediği bir sorudur. Belki de bazılarının düşüncesine göre bu sorunun cevabı yoktur. Dünyanın gerçekleri arasında en yüce bir gerçek olduğuna dayanarak onların ne olduğunu sormak doğru değildir.

O halde güzelliğin ne olduğu tarif edilebilir mi? Hayır, edilemez. Güzellik kategorisinden olan fesahat bölümünde âlimler fesahatin gerçekte açık bir şekilde tarif edilemeyeceğini söylerler. İdrak edilir ama vasıflandırılamaz. Dünyada, insanın, varlığını idrak ettiği ama vasıflandıramadığı çok şey vardır. Güzellik de bunlardan biridir. Eflatun, güzelliği tarif etmiştir. Onun tarifinin her şeyden önce doğru bir tarif olduğu kendisinden anlaşılmıyor. İkinci olarak da olgun bir tarif değildir. Şöyle demiştir: Güzellik, bütünün parçaları arasında bir çeşittir. Yani eğer bir bütüne sahip olursak, örneğin bir binanın kapı, duvar, temel, çatı ve diğer bütün parçalarının belirli bir uygunluk içinde kullanıldığı gibi o "bütün" güzeldir. Bir binanın güzelliği, parçalan arasında bir uygunluk olduğundan dolayıdır. Şimdi bunun doğru olduğunu ve uygunluk, yani özel bir bağlılık var olduğunu farz etsek acaba güzelliklerde bağlılığın (nisbetin) ne olduğunu açıklamak mümkün mü? Örneğin suda “H” den ne kadar var. “O” dan ne kadar var denildiği gibi burada bunun için de böyle bir şey söylenebilir mi? Hayır. Acaba bizim tarif edebilmemiz gerekli mi? Hayır, gerekli değildir. Bir gerçeğin varlığım itiraf etmemiz için Önce onu tarif etmemiz gerektiği konusunda hiçbir zaruret yoktur. Eğer yapabilirsek tarif ederiz, yapamazsak, "asıl ve mahiyet açısından bilemeyiz fakat vardır. Güzellik vardır. Fakat insan onu tarif edemez" deriz. İnsan elektrik akımını tarif edemez fakat onun var olduğundan şüphe yoktur.

GÜZELLİK MUTLAK MI YOKSA NİSBÎ MİDİR?

Burada ortaya çıkan ikinci soru, "güzellik mutlak mıdır yoksa nisbi mi?" sorusudur. Yani acaba o güzel olan şey, -bir insanın âlemde var olan birçok şey gibi onun güzelliğini idrak edip etmemesini göz önüne almaksızın- haddizatında güzel midir? Örneğin Demavend kalesi vardır ve bu çevredeki kalelerin en yükseğidir, ister insan onu idrak etmesi için âlemde olsun ister olmasın. O, haddizatında vardır. Acaba güzelde bulunan güzellik var olan açık bir gerçek midir yoksa idrak edenle idrak edilen arasında gizli bir rabıta mıdır? Bir insanın gözünde bir şeyin veya başka bir insanın (sevdiğinin) çok güzel olduğunu görmektesiniz, hâlbuki başka insanlar onu hiç de güzel görmüyorlar. O halde bu tür kişilerin söylediğine göre güzelliğin mutlak bir gerçek olmadığı anlaşılmaktadır. Yani bir insanın başka bir insan gözünde çok güzel olması, başkasının gözünde ise hiçbir güzelliğe sahip olmaması mümkündür. Mecnun'un meşhur hikâyesi de böyledir. Mecnun'un, Leyla'sının nitelikleri üzerine bu kadar şiir ve gazel söylemesi, Harun Reşid'in Leyla'nın dünyada benzeri bulunmayan birisi olduğunu düşünmesine yol açmıştı. Harun Reşid, vahşi bedevilerden olan Leyla'yı çölden getirdikleri zaman, bakmaya hiç değmeyecek yanmış siyah derili basit bir kadın olduğunu gördü.

Mecnuna dedi ki: Bugün senin utanç günündür.

Zira Leyla 'dan daha iyi bir güzel bul.

Leyla her ne kadar senin gözünde bir huri ise de,

O 'nun azalarının her birinde bir kusur vardır.

Mecnun bu sözleri işitince çılgına döndü

O çılgınlıkla güldü ve şöyle dedi:

Sen, saçını görüyorsun Mecnun ise, saçının kıvrılışını

Sen kaşını görüyorsun Mecnun ise, kaşının işaretini

Eğer benim gözbebeğimde oturursan

Leyla 'nın güzelliğinden başka bir şey göremezsin.

Bu kıssa güzellikteki nisbiyyeti açıklıyor. Yani onun için güzeldir, başkası için güzel değildir. Şu da kendi başına bir konudur: Güzelliğin aşkı doğurduğunu düşünen insanlara karşı olarak, bunun tersinin olduğunu, yani aşkın güzelliği doğurduğunu söylemektedirler. Yani ilk önce güzellik yoktur ki daha sonra güzelliğin etkisiyle aşk doğmuş olsun, ilk önce aşk meydana gelir ve sonra aşk, güzelliği doğurur. Elbette bu, ifrata kaçan bir görüştür. Güzelliğin varlığını bütün olarak inkâr etmek mümkün değildir.

Şimdi, acaba güzellik mutlak mı yoksa nisbi midir? Yine de bizim bu konuyu, yani "güzellik mutlak bir gerçek midir yoksa nisbi bir gerçek midir?" konusunu araştırmamızın konumuz açısından bir gerekliliği yoktur. Kesin olan şudur: Dış görünüşte güzellik diye' bir şey mevcuttur. Güzelliğin yüzde yüz aşkın bir sonucu olduğu ve aşkın aynı şekilde bir yerde meydana gelen boş bir gerçek olduğu yaklaşımı doğru değildir. Aksine güzellik bir gerçektir. Nisbî bir gerçek olduğunu farz etsek bile yine de kendi başına bir gerçektir.

GÜZELLİĞİN AŞK VE HAREKETLE İLGİSİ

Bu konu için bir mukaddime mahiyetinde olan üçüncü konu da şudur: Cemal ve güzellik bir taraftan, cazibe başka taraftan, aşk ve istek diğer taraftan, hareket diğer taraftan, övgü diğer taraftan, bunlar birbirlerine ikiz olan gerçeklerdir, yani güzelliği meydana getiren yer, çekici bir güce de sahiptir. Güzelin çekiciliği vardır. Güzelliğin var olduğu yerde aşk ve istek başka bir varlıkta mevcuttur, hareket ve kımıldama mevcuttur, yani güzelliğin kendisi hareket ve kımıldamanın gereğidir. Hatta ilahî felsefecilerin düşüncesine göre, bu âlemde cevheriyye hareketine kadarki bütün hareketler ve tabiat âlemindeki bütün kafileleri bir "tek" şeklinde harekete geçiren, esas aşkın doğurduğu bir şeydir: "Maşukun, aşığı harekete geçirmesi ve sebebin, müsebbibi harekete geçirmesi gibi." Böyle söylemektedirler. Bu konuda söylenecek söz çoktur. "Vahşi Bâfıkî"nin, ([25]) "meyl (eğilim)" konusunda şiirleri vardır. Bu şiirler, meyi ve çekiciliğin, âlemin bütün zerrelerinde var olduğu hakkındadır. Sonra, filozofların buna aşk dediklerini söylemektedir. Her halükarda güzelliğin olduğu her yerde cazibe (çekicilik) vardır, aşk ve istek vardır, hareket ve kımıldama vardır, övgü ve yüceltme vardır. Güzellik, kendi peşinde övgü ve yüceltmeği getirir.

GÜZELLİK, CİNSEL ARZUYA BAĞLI GÜZELLİĞE ÖZGÜ DEĞİLDİR

Şimdi, acaba güzellik, bir insanın güzelliğine mi özgüdür? Bu da, insanın birbirine zıt iki cinsin, özellikle kadın cinsinden anlaşılan güzellik midir? Ve "güzel" denildiğinde örneğin güzel bir kadının yüzü ve boyu mu anlaşılır? Alemde bundan başka güzellik yok mudur?... Güzellikten doğru bir şey anlamayan kimseler böyle düşünmektedirler. Hayır, tabiatta binlerce çeşit güzellik mevcuttur, canlılar, bitkiler ve hayvanlarda, gökyüzünde, yeryüzü vedenizlerde binlerce çeşit güzellik vardır. Güldeki güzelliği idrak etmeyen kim var?! Birçok kimse gülün sadece hoş kokusunu idrak edebilir, gözleriyle güzelliği idrak edenlerin güldeki güzelliği onun hoş kokusundan daha çok idrak ettikleri gibi, yani gülen gözle görülen güzelliği onun hoş olan kokusunun güzelliğinden daha fazla ehemmiyetlidir. Güllerin güzelliği, ağaçların güzelliği, ormanların güzelliği, denizlerin güzelliği, dağların güzelliği, insanın üstünde yer alan gökyüzünün güzelliği, ufuğun güzelliği, seher vaktinin güzelliği, güneşin doğuşunun güzelliği, batışının güzelliği, şafağın güzelliği gibi binlerce güzellik ve hissî güzellik tabiat âleminde mevcuttur. Güzelliklere de sahip miyiz? Evet, onlar da çoktur. Bu güzelliklerin tümü, insanın cinsî şehvetiyle ilgili olan güzelliklere özgü değildir. Güzelliği cinsi şehvette idrak eden kimse hakikatte kesinlikle güzelliği idrak etmez. Güzellik, sadece insanın cinsi arzusuna bağlı değildir ki bazı insanlar "güzellik" i ani olarak, yani cinsi arzulara bağlı meseleler olarak düşünsünler. Bu şekilde değildir. Tabiatın kendisinde binlerce çeşit güzellik mevcuttur. Bizim şimdiye kadar söylediğimiz güzellikler, basiret ve görme kuvvetine bağlı güzelliklerdi. Duyma, dokunma, koklama ve tatma ile de güzellikler idrak edilir, aslında her histeki "iyi" güzel demektir. Gözdeki "iyi" gözün güzelliğidir, kulaktaki "iyi" kulağın güzelliğidir. O halde şu yanılgıya düşülmesin: Anlayışları çok zayıf güzelliklerden oluşan kimselerin "güzellik" düşünceleri her zaman cinsi meselelere yöneliktir.

GAYR-İ MAHSUS GÜZELLİK

Bu anlattıklarımızdan daha ileri olarak, acaba hissedilmeyen güzelliklere de sahip miyiz? Hissedilen güzellikleri, çoğunluk, halkın ittifakına yakın bir şekilde idrak etmektedir. Acaba gayr-i mahsus güzelliklere ve manevî güzelliklerin en küçüğü, insanın hayal gücüne, yani insanın zihnî şekillerine bağlı olan güzelliklerdir. Fesahat ve belagatin güzelliği nerededir? Fasih ve beliğ bir ibare insanı niçin kendine doğru çeker ve onu cezp eder? Sa'dî'nin şiir ve düzyazıları niçin insanı cezp eder? Sa'dî'nin üzerinden yaklaşık yedi yüz yıl geçiyor. Niçin Sa'dî'nin o kısacık sözleri hala dillerde tekrarlanmaktadır ve insan bu sözleri işitince kendinden geçmektedir? Buna yol açan, güzelliktir. Peki, bu güzellik nedir? Acaba güzellik, söz müdür? Hayır, sadece söz değildir, bu sözlerin manasıdır. Elbette sözün de fesahatta yeri vardır, fakat sadece söz değildir. Bu sözlerin manası ile zihnî manalar öyle güzel bir şekilde yan-yana yerleşmişlerdir ki insanın ruhunu kendine doğru çekmekte ve onu cezp etmektedir. Hafız ve Mevlana'nın şiirleri de böyledir. Hayalî güzellikleri düşünen kimseler bazen bu şiirlere kendilerini öyle kaptırıp cezbeye tutuluyorlar ki kesinlikle kendilerinden geçiyor.

Merhum edib Pişaveri, çok değerli ediplerden ve eski ilim havzalarından bugüne kalan birisi idi. Elbette ki biz onu görmedik, resmini gördük, Seyyid idi, edebiyatta çok faziletli ve eşsiz bir kişiydi. Kendisi de bazen şiir söylerdi. Bir kitapta merhumun şöyle dediğini okumuştum: Ömrümde iki defa bir şiirin okunması beni sarhoş etti, kendimden geçtim. Bir defa Hafız'dan bir gazel okudum, onun tesirinde öyle kaldım ki kendimden geçtim. Ünlü bir gazeldir:



O gönül okşayan dostuma sığınarak şükrediyorum,

Eğer aşkın inceliğini anlıyorsan şu hikâyeyi dinle:

Ettiğim her kulluk karşılıksızdı ve bir minnetti.

Ya Rabbi! Kimseyi inayetsiz kimseye hizmetkâr yapma

Susamış dudaklara kimse su vermiyor.

Sanki dost değerini bilenler göç edip gitti bu şehirden.

Bu kapkaranlık gecede maksadımın yolunu kaybettim.

Ey hidayet yıldızı, bir köşeden çık ve görün.

Her ne yana gittiysem korkumdan başka bir şey artmadı.

Bu çölden ve sonsuz yoldan eyvah!

Bu yola nasıl bir son bulunabilir?

Zira daha başlangıçta yüzbinlerce, hatta daha fazla durak var.

Ey gönül! Kement gibi zülfüne dolanma

Orada suçsuz, cinayetsiz kesilmiş nice başlar görürsün.

Gözün, bakışıyla kanımızı içmekte ve sen bunu beğeniyorsun.

Ey sevgili! Katı dökücüyü korumak caiz değildir.

Ey güzeller güneşi! Aşktan gönlüm yanmakta

Bir an olsun, beni inayet gölgesine al, sığındır.

Beni kovduysan da ben yine de kapından yüz çevirmem.

Yârin cevrü cefası davalının sevgisinden iyidir.

Hafız gibi on dört rivayete göre Kur'an 'ı ezbere okusan da

Faydasız, feryadına yine aşk yetişir, aşk.

 

(Merhum Pişaverî) şöyle demiştir: "Ben bir defasında bu şiirleri okudum. Öyle çarpıldım ki kendimden geçtim ve düştüm." Bir edebi kendisine bu şekilde çeken şey, şiirin güzelliğidir. Bu anlattıklarımız bir edibin durumu ile ilgilidir. Arif olan bir kişi eğer Hafız'ın şiirlerini okursa kesinlikle bu gazeli seçmeyecektir. O, arifane gazelleri seçer. İrfanî bir zevke sahip olup da Hafız'ın aşağıdaki gazeli gibi irfanî gazellerini okuyunca onun şiddetli etkisi altında kalmayacak çok az kişi vardır.



 

Yıllardır, gönül, Cem([26]) kadehini bizden ister dururdu.



Hâlbuki kendisinde olanı yabancıdan istiyordu.

Varlık âlemi ve mekân sedefinden bulunmayan inciyi

Deniz kenarında kaybolanlardan elde etmek istiyordu.

Allah, her durumda daima âşıkla beraberdir.

 

O Allah'ı görmüyor ve kendini O'ndan uzak sanıp "Ya rabb" diyor. Sorunumu, dün akşam göz işaretiyle zorlukları halleden Muğanların pirine götürdüm.



 

Dedim ki: Hâkim sana bu dünyayı gören aynayı ne zaman verdi.

Dedi ki: Bu gök kubbeyi kurduğu gün.

Dedi ki: Büyük bir komutan olan o dostun,

İşlediği suç, sırları açığa vurmaktı.

 

KUR'AN'IN FESAHATİ



Uzağa gitmemize ne gerek var? Kur'an'ın harikulade etkisi neredendir? Güzellik ve fesahatinden Kur'an, insan ruhunun derinlikleriyle ilgili manaları ve kendi ifadesiyle "müzekkir" oluşunu, yani insanın iç dünyasından çıkaracağı manaları çok yapmacık ve basit ibarelerle açıklayabilirdi. Fakat Allah ve Resulü -bu kitap Peygamberin ebedi mucizesi olduğu için- kendi gerçeklerini harikulade güzelliklerle açıklamıştır. Acaba size göre, Kur'an'ın fesahati şimdiye kadar halktan ne kadar gözyaşı döktürmüştür?! Kur'an'ın kendi ifadesiyle:


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin