"İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatına dair sözü hoşuna gider. Kalbinde olana (sözlerinin kalpten geldiğine, sözünün özüne uyduğuna) Allah'ı şahit tutar. Oysa o, hasımların en yamanıdır." (Bakara: 204)
Halktan bazı insanlar vardır ki konuştuklarına baktığın zaman, yazdıklarına baktığın zaman, verdikleri demeçlere baktığın zaman, kitaplarına baktığın zaman heyecana kapılırsın, haz ve lezzet duyarsın ve çok düşünceli bir milletin, çok hakk tarayan bir milletin ne güzel beyannameler yayınladıklarını düşünerek bu hoşuna gider senin. Çok te'kid ederler: "Allah'ı kalbinde olana şahit tutar."
Allah'ı da, söylemekte oldukları şeylerin ruhlarının derinliğinden kaynaklandığına şahit tutarlar. Ama yeri gelince düştüğü zorluklar karşısında neler yapacağını bilmiyorsun:
"Dönüp gitti mi (veya işbaşına geçti mi) başlar yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe" (Bakara: 205).
Bir dereceye kadar o zorluk ve bencilliklere düştüğü zaman kendisi için boş ve manasız olan o sözlerin bir etkisinin olmadığını görürsün, dünyayı altüst etmek ister. "Yeryüzünde bozgunculuk yapmağa başlar." Ve "İnsan neslini ve ekinleri, bayındırlıkları yok etmeğe başlar." Dinde "benlik" in sının yoktur, yani ahlakî faziletlerin sının yoktur ve dini ahlak, dindar ve dindar olmayanı tanımaz. Önce Kur'an ayetini okuyalım. Nisa suresinde şöyle buyrulmaktadır:
"Ey inananlar, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahittik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)..." (Nisa: 135)
Bu dinin eğitimidir, bu eğitim ve öğretim konusunda kim bilir ne kadar misaller vardır, fakat vaktimiz olmadığı için bunlara şimdilik değinmeyeceğim.
Maide süresinde, Müslümanları Mekke'ye girmek istedikleri zaman, Müslümanların başına musibetler getirmiş, Peygamber'in (s.a.a) dişini kırmış, Peygamber'i (s.a.a) kendisinden çıkaran, onu sürgün eden, peygamberin aziz arkadaşlarım yerlerde süründüren ve kanlarını akıtan Mekke'ye girmek istedikleri bir esnada Kur'an şu emri veriyor:
"Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya yakışan budur.. ." (Maide: 8)
Evet, size düşman olan bir topluluğa karşı olan düşmanlığınız sizi adaletin sınırlarından dışarı çıkarmasın, adalet sınırlan içinde davranın, onların Müslüman olup olmadıklarını düşünmeyin, ya düşmandırlar veya değildirler, bu sözleri bu hesapla getirmeyin, ahlakî faziletlerin temeli Allah'tır, sizler, Allah için ahlakî faziletlere bağlısınız, Mü'min öyle bir kimsedir ki ahlakî faziletler konusunda, akraba, aile ve soydaşları tanımaz, mahalle halkını tanımaz, grubu tanımaz, hizip ve partiyi tanımaz, hatta dinin kendisini de ahlakî faziletler konusunda söz konusu etmez. "Benlik" i öyle geniş tutar ki Onun ışığı, etkisi sonsuz olur. Her şey bendendir: "Her mülk, bizim mülkümüzdür. Zira mülk bizim Rabbimizdir." Herkes bizdendir.
İMAM HÜSEYN (A.S.) VE AHLAKÎ FAZİLETLER
Hüseyin b. Ali'nin (as) hayatının bir bölümü -ki işaret edip geçeceğiz- budur ve çok değer dolu bir bölümdür. Hüseyin b. Ali'nin tarihini hepiniz biliyorsunuz ki hangi durum içinde kıyamım başlatmış, hangi zorluklar ve sıkıntılar içinde idi ne zulümler işlendi. Fakat aynı zamanda ahlakî meseleler konusu ortaya geldiği yerde acaba kendi düşmanının aleyhine dahi olsa ahlakı çiğnemeğe hazır mıydı? Kesinlikle hayır. Müslim b. Akil, O'nun terbiyesiyle yetişmiş birisiydi, bir taraftarıydı, Onun bir komutanıydı, İbn-i Ziyad'ı öldürmek için eline en iyi fırsatlar geçmekteydi, fakat eline bu fırsatın geçtiği anda İslam'ın bu tür savaşmaya karşı olduğunu, bu tür savaşmayı kahramanca bulmadığını düşünüyordu. O'na, "Onun Müslümanların üstündeki zulmünü yok etmek için niye bu fırsattan yararlanmadın?" diye sorulduğunda, O, şöyle cevap verdi: İşte tam o sırada Peygamber'in (s.a.a) hadisi aklıma geliyordu:
"İman, gafilce öldürmelere izin vermez.".
İman, Müslüman’ın, kendi dinî sınırlarının dışında olan kimseye dahi tecavüz etmesine izin vermez. Bu kahramanlık ve erkekliğe yakışır bir tavır değildir, ben böyle bir harekette bulunamam.
Düşman susuz kaldığı bir durumda yol ortasına geliyor. "Bu fırsattan istifade edelim, suyu onların üstüne kapatalım" diyorlar. O ise, şöyle söylüyor: Sakın böyle yapmayasınız, bizim mücadele ve savaş yolumuz, onların üstüne suyu kapatmamız şeklinde değildir, onlara su veriniz, atlarına da su veriniz. Şu aran savaşmak için en iyi an olduğunu kararlaştırıyorlarken, O, "onları yok etme açısındansa evet, fakat hakk ve kanun açısından nasıl olur? Oysa onlar henüz bize tecavüz etmemişler (saldırmamışlardır), onlar Müslüman’dır, biz de Müslüman’ız, onlar saldırmadıkça biz kendimizi müdafaa etmeyeceğiz." diyor. Şu ahlakî düzenliliğe bakın. Bu, Allah'ı tanıma temeli üzerinde kurulu olan bir ahlaktır. Bu ahlakı hiç kimse yerinden sarsamaz. Kişisel menfaatler, hayat sevgisi, kendini koruma, aileyi koruma, riyaset ve hilafet makamı onu yerinden sarsamaz.
Hatta kanlı Aşura gününde onların en şerirlerinden bir tanesi arkadan geliyor, kazmış oldukları hendek ve çukurlardan habersiz olarak gece karanlığında ansızın saldırmayı istiyor, kızıp sinirleniyor ve hakaret etmeye başlıyor. Bir kişi şunu arz ediyor: "Ey Resulullah'ın torunu! İzin verseniz de bir sopayla şunun kafasını koparayım." O ise, şöyle buyuruyor: "Onlar ilkönce savaşa başlamadıkça bizim için caiz değildir, ilkönce onların başlatması gerekir ve sonra bizler müdafaa etmeliyiz." Bu ahlakî düzenliklerde, artık onda "ben" yoktur, onda "şahıs" yoktur, aile yoktur, mahalle sakinleri yoktur, şehir ve vatan yoktur, su ve toprak yoktur, soy ve milliyet yoktur, insaniyetten de birkaç derece daha öteyedir, cihan şümuldur.
Ahlaktaki benlik meselesinin dinden başka hiç bir şey ile hal olmamasının sebebi budur. Komünizm ahlakı, Nietzcheizm ahlaki ve Makyavelizm ahlakının her biri sınırlı ve belirli bir şartta faydalı olan bir ahlaktır ve kesinlikle ahlakî bir mektep (ekol) olarak da sayılmazlar. Birer aksiyondurlar. Onlar da belirli bir şartta ifrata kaçan aksiyonlardır. İslam, benliği geniş tutmasıyla birlikte kişinin haklarının korunmasını da gerekli saymaktadır. Şöyle demektedir:
"Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ancak zulmedilen hariç" (Nisa: 148).
Böyle geniş bir görüşe sahip olmamızın gerekliliğiyle birlikte kendi haklarımızı da savunmalıyız. Şimdi bir zaman Hıristiyan topluluğu veya Hıristiyanlığın bu tür düşüncelerini taklit edip savunan ve kendi haklarını savunmayan Müslüman topluluk gibi bir toplumda birileri geliyor ve "ben"ini savunma esası üzerine bir ahlak anlayışı tesis ediyorlar ve sadece bunun tek bir yönünü göz önünde tutuyorlar. Başlangıçta iyi taraftar buluyorlar ve kişi, dünyada zulüm ve mazlum olduğu sürece böyle bir ekolun taraftandır, ama kendisi dünyayı idare etmek istediği zaman artık ona zıttır ve onların ifadesiyle karşıda bir antitez yoktur ve sonuçta, bunun da artık atı bağlanmıştır, yürüyemez. Dünyada ahlakî düşünceler için, bugün dile getirmekte oldukları aynı sözler için, adalet, hak, barış, insanlık, doğruluk ve dürüstlük için Allah'ı tanımaktan başka bir temel, mantık ve itibar bulmuş olabileceklerine inanmayın.
Allah'ı tanımanın, imanın ve maneviyatın dünyadan gitmeyeceğinin bir delili de insanoğlunun ahlaka ihtiyaç duymasıdır. Artık taklit ve telkinle ahlakî faziletlerin düzenlenmesinin mümkün olmadığı bilgi döneminde ahlak, mantık ve temele dayalı olarak düzenlemek gerekir. Dünya ve insanlık toplumu ya olmalıdır ya da olmamalıdır. Eğer yoksa ve yok olacaksa o zaman bir hiç olur. Fakat eğer insanlık toplumu kalıcıysa, ahlak ister, üstelik tüm yönlü bir ahlak ister, komünizm ahlakı değil, tüm yönlere riayet edebilecek bir ahlak, temel esas ve binaya sahip olacak bir ahlak ister. Bunun ise, din ve maneviyatla olmasından başka bir imkânı yoktur.
"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü (yerde) sabit, dallan gökte olan güzel bir ağaç gibidir.
Ki (o ağaç), Rabb'inin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar." (İbrahim: 24 - 25)
Allah'ın nasıl misal verdiğini gör: Doğru söz, temiz söz, köklü ve esaslı söz kökleri yerin derinliklerinde olan ve dallan göklere doğru uzanan sağlam ve güzel bir ağaç gibidir, devamlı meyve verir, bir mevsime has değildir, "her zaman bahar"dır. Daha sonra şöyle deniliyor: "Allah insanlar için misaller vermektedir". Bu misaller insan toplumu içindir. Eğer insan toplumu mutlu olmak isterse, dal yaprak, meyve ve gölgeye sahip olmayı isterse, bir kök ve esasa sahip olmadıkça bunun imkânı yoktur.
"Kötü sözün durumu da gövdesi yerin üstünden koparılmış, yerinde durma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer."
Fakat bu esassız ve temelsiz sözlerin çoğu, sadece şekil itibariyle ağaca benzeyen bir ağaç misali gibidir. Düşünceler çok açıktır ama temel ve esası yoktur.
"Allah, inananları, dünya hayatında da, ahirette de sağlam sözle tespit eder."
Allah, sabit sözle, sağlam sözle ve kökü insanoğlunun ruhunun derinliğinde olan köklü ve esaslı sözle mü'minleri dünyada ve ahirette payidar kılar. Hiç kimse onları kendi sağlam sözlerinden döndüremez. Tıpkı Hüseyin b. Ali'nin de öyle olduğu gibi. İlk gün söylediği o söz ile son saatte söylediği söz bir ve aynı söz idi.
EK:1
-C-
AHLAKÎ FİİLLERİN ÖLÇÜSÜ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, bütün varlıkları yaratan, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a mahsustur. Salât ve Selam, Allah'ın kulu, Resulü, habibi, günahlardan arındırılmış, sırrının koruyucusu, risaletinin tebliğcisi, efendimiz, peygamberimiz, Ebu'l Kasım Muhammed'e ve O'nun günahlardan arındırılmış tertemiz ve güzel yakınlarının üzerine olsun.
İlk önce şunu belirtmeliyim ki ben âcizane kuldan, ahlakî, toplumsal veya İslam usûlü konularından birini burada bulunan istekliler için bir iki oturumda ele almam istenmiştir. Bugün buraya geldiğim zaman genel bir ilan verdiklerini işittim. Gerçek şu ki rahatsız oldum. Çünkü ben konferans şeklindeki bir konuşmaya hazır değilim ve kendimi hazırlamamıştım. Fakat buraya girdiğim zaman gördüm ki herkes veya büyük bir çoğunluk kendim gibi talebelerdir. Konuyu bir talebelik şeklinde açıklayabileceğimden dolayı memnunum.
Bugünkü âlimler arasında açık olan bir mesele vardır, o da ahlakî davranışların ölçüsünün ne olduğu meselesidir. Yani bir davranışı ahlakî olarak adlandırabileceğimiz melekeler nelerdir, meselesidir. Bir davranış hangi özelliklere sahip olmalıdır ki o özellikler bu davranışın ahlakî olarak adlandırmasını gerektirsin? Ve tabii olarak aynı yerden ahlakın ne olduğunu anlayabilelim. Ahlakî davranışların karşısında tabiî davranışlar getirilmektedir ve "insanın bir takım davranışları tabiî davranışlardır." denilmektedir.
TABİİ DAVRANIŞ VE AHLAKÎ DAVRANIŞ
Tabiî davranışlar, normal davranışlardır ve insan bu davranışları yapmakla övgü ve methedilme konusu olmaz. Örneğin insan aç kalır yemek yer, susuz kalır su içer, uykusuz kalır uyur, birisi ona ihanet eder veya hakkını elinden almak ister kendi hakkını savunur. Bunlara tabiî davranışlar denilmektedir. Hayvanların da bu davranışlarda insanla ortak oldukları normal ve tabiî davranışlardır. Fakat tabiî davranışların üstünde olan diğer bazı davranışlar vardır. Bazen bunlara insanî davranışlar denilmektedir, bunlar hayvani davranışların üstündedir. Şükür ve teşekkür gibi. Eğer nisan bir kişiden herhangi bir yerde ihsan görmüş ise, uygun bir fırsatta onun ihsanı, iyiliği karşısında bir çeşit teşekkürde bulunur, bu ya lafzî bir teşekkür veya amelî teşekkür şeklinde olur, örneğin ona bir hediye gönderir, hiçbir gereklilik ve zorlama olmaksızın bunu yapar. Buna, ahlakî bir davranış denilmektedir. Bütün bir şekilde insanın beşer cinsine yaptığı hizmetler... Bunları hiçbir ümit beklemeksizin, yani yaptığı hizmetler karşısında hiçbir menfaat beklemeksizin aksine yalnız ve yalnız bir başkasına bir iyilik yapmış olmak için iyilik yapar. İşte bu tür davranışlara ahlakî davranışlar denilmektedir, yapılan yardımlar, başkasının elinden tutma, onları bir sıkıntıdan kurtarma... gibi.
Konumuz burada ahlakî davranışların ne olduğu üzerinedir. Yani o birinci davranışta hangi şey vardır ki onu tabiî davranış yapar ve bu ikinci davranışta hangi şey vardır ki bu daha yüce bir mertebeye çıkarır ve bu davranışı ahlakî davranış yapar? Burada Avrupalıların kendi aralarında açık olan bir mesele vardır, o da şudur: Acaba dinin verdikleri, ahlakî davranış olarak var olabilir mi olamaz mı? Yani eğer insan din ve imana sahip olmazsa acaba tüm davranışları tabiî davranışlar mıdır, acaba onun hiçbir davranışı ahlakî bir renk almaz mı? Veya insanın bir din ve iman söz konusu olmaksızın ahlakî bir davranışta bulunabilmesi mümkün müdür? Gerçekte iki konu söz konusudur: Bir zaman vardır ki ahlakî davranış diyoruz, yani doğruca dinin emrettiği davranıştır. Nitekim birinci görüş buydu. İkinci görüş de şudur: Hayır, insan bir takım melekeler kazanacak bir şekilde oluşturulabilir ve o melekelerin varlığıyla ahlakî davranış ondan sadır olur. Daha sonra burada diğer bir konu öne çıkar ki acaba bu şekildeki bir insanın olması için din gerekli midir değil midir?
DOSTAYEVSKİ'NİN SÖZÜ
Kimileri şöyle demektedir: Eğer Allah olmazsa -yani eğer Allah'a inanılmasa ve bir ilahın olmadığına inanılırsa- her şey caizdir. Bu söz Dostayevski'ye aittir. O şöyle demiştir: Eğer Allah olmazsa her şey caiz olur, yani insanın kendisi için, "bu davranış iyidir, o davranış kötüdür, bu işi yapmak gerekir, şu iyi yapmamak gerekir" şeklindeki "olmalıdır" ve "olmamalıdır" lara sahip olması ve şehvet, tabiat ve gazabın arkasından gitme meselesinden çıkması için yegâne ölçü, dinin söz konusu olmasıdır. Eğer Allah ve din olursa tüm bu sözlerin bir manası vardır ve eğer Allah ve din olmazsa bu sözlerin hiçbiri bir mana ifade etmez. Bu, bir görüş. Biz fiilî olarak bu yönden söz etmeyeceğiz. Biz insan yapısı üzerindeki ahlakî davranışları söz konusu etmek ve onlar üzerine konuşmak istiyoruz, şimdi eğer dinin bir şekli varsa onu söz konusu edeceğiz. Biz fiilî olarak görüşleri naklediyoruz. Kimileri, ahlakı dinin yaptırımları olarak öne çıkarmak istemişlerdir. "Dinin yaptırımları" olarak söyledikleri şeyin manası, kesin olarak dinin olmaması gerekir şeklinde değildir, aksine bağımsız akla dayalı bir ahlaktır. Bağımsız akla dayalı ahlakı öne çıkarmak isteyen kimselerin görüşleri şunlardır:
AHLAKÎ DAVRANIŞIN ÖLÇÜSÜ NEDİR?
Bazıları ahlakî davranışın ölçüsünün "gayr"ın hedef olması şeklinde olduğunu söylemişlerdir. O davranışın hedefinin insanın kendisi olduğu her davranış gayri ahlakîdir ve o davranışın hedefinin insanın kendisi olmadığı, başka olduğu, diğer insan veya insanlar olduğu her davranış ahlakî davranış olur. O halde ahlakî davranış, o davranışın hedefinin gayr olduğu davranış demektir. Bu tarife göre ahlakî davranış, son üzerinden tarif edilmiştir. Mantık ilminde okumuşsunuzdur, şöyle bir kural vardır: "Şey"in tarifi, ya dâhilî sebeplerledir ya da haricî sebeplerledir." Dâhilî sebeplerle olan tarif, cins ve fasl (madde ve suret) yoluyla yapılan tarif demektir. Haricî sebeplerle olan tarif ise, failî illetler yoluyla veya nihaî illetler yoluyla yapılan tarif demektir. Bu tarife göre ahlakı, nihayet yoluyla tarif etmişlerdir: "Ahlakî davranış, sonunun kendinden başka olduğu davranıştır."
Bu tarifin eleştirisini yapmadan önce bu tarife benzer ve yakın olan diğer bir tarifi sizlere zikredeyim:
Diğer bazıları başka bir şekilde tarif etmişlerdir. Şöyle demişlerdir: Ahlakî davranış kendi türünü sevme düşüncelerinden doğan davranışlardır. İnsanda bir takım sevgi ve şefkatlerin var olması mümkündür. Eğer bir davranışın menşei kendi türüne sevgi beslemek olursa o davranış ahlakîdir. Bu tarif, önceki tarifle sonuçta aynıdır. Sonuçta o nihayet yoluyla tarif etmiştir, bu ise, fail yoluyla. Çünkü sonucunun başkası olduğu davranış, insan başkasını sevme duygusuna sahip olmaksızın pratikte mümkün değildir. O görüşün sahibinin böyle bir inanca sahip olması mümkündür, fakat gerçekten mümkün değildir. Ve başkasını sevme duygusundan doğan davranışta kesinlikle onun hedefi başkadır. Bu iki tarifin farkı şu oluyor: Birincisi; nihaî illetler yoluyla tarif etmiştir, ikincisi ise, failî illetlerle açıklamıştır- Fakat yine de birbirlerine çok yakın olduğunu gördük.
Acaba bu tarif doğru mudur? Acaba ahlakî fiile, sonunun "gayr" olduğu veya "gayr"ı sevme duygusundan doğduğu davranıştır denilebilir mi? Bunun şekillerden boş olmadığı görülmektedir. Örneğin annelik duygularında olduğu gibi. Nitekim insanın bu konuda bir ihtisası, çabası yoktur, hayvanlarda da mevcuttur, acaba annelik davranışı ahlakî bir davranış sayılır mı? Ve ona ahlakî denilebilir mi veya tabiî mi olmalıdır? Kesinlikle annenin annelik fedakârlıkları konusundaki gayesi kendisi değildir. "Gayr"ı sevme duygusundan doğmaktadır. O, "gayr" da kendi çocuğudur. Fakat annelik davranışı şefkat açısından çok değerli ve yüce bir davranış olmasına rağmen, anneler, yüce bir ahlak üzere yaratılmışlardır denemez. Çünkü anne fıtrat, yaratılış ve hilkat hükmü gereğince bu duygulara sahiptir. Yani anne bu durumu kendisi için bir huy gibi kazanmamıştır, aksine bu fıtrî huyla birlikte dünyaya gelmiştir (ve bundan dolayı ismi de huy olarak konamaz) Onun isteğiyle değildir, cinsî arzuya sahip olan, karşı cinse karşı kendisinde tabiî bir huy ve arzu şeklinde bir meyil olan her fertte bu eğilimler olduğu gibi, çocuğun korunmasına olan meyil de tabiî bir şekilde annede vardır. "Annelik davranışı ahlakî davranış olarak adlandırılamaz" şeklinde söyledikleri -doğruda söyledikleri-konu budur.
O halde ahlakî davranışın tarifi konusunda neler söylemek gerekir? Kimileri tarifi, izafî bir kayıtla düzenlemeyi istemişlerdir. Şöyle demişlerdir: Ahlakî davranış o davranıştır ki, gaye başkası olsun veya başkasını sevme duygusundan doğmuş olsun, fakat bu durumun tabiî değil, iktisabî (kazanma) yoluyla olması şartıyla. Bunu söylemelerinin nedeni, ahlakı seçmeye eşit olarak idrak etmeleridir. Ahlak, insanın onu seçip kazandığı kadar ahlaktır ve bundan dolayı da tabiî davranışın karşısında yer almaktadır. Tabiî davranış, gayr-i iktisabî (kazanma yoluyla elde edilmeyen) davranıştır. Yani kökünün gayr-i iktisabî ve tabiî duygular olduğu bir davranıştır. O zaman bu görüşün sonuçta ikisinin de bir noktada birleşmekte olan o birinci ve ikinci görüşlerle olan farkı, bu görüşün de onlar gibi, "ahlakî davranış öyle bir davranıştır ki gaye başkası olsun veya başlangıç başkasını sevme duygusu olsun" şeklinde söylemesidir. Fakat bir unsuru tarife eklemektedir, o unsur da seçme ve kesmî (kazanmaya dayalı) olmaktır. Ama yine de tarif, bütün bu düzenlemelere rağmen toplumsal bir tarif değildir. Zira eğer biz özellikle tabiî fiil ve ahlakî fiilin tarifini birlikte zikredecek olursak üçüncü şıkkı bulacağız ve o da şudur: Bazı davranışları insan yapar ki bunlar ne tabiidir ne de başkasını sevme duygusundan doğmuştur. Bu davranışları ahlakın parçası olarak saymalı mıyız yoksa saymamalı mıyız? Eski ve yeni ahlak kitaplarında sabır ve direnmenin faziletli ahlakın parçası sayıldığını görmüşsünüzdür. Bunlarda başkasının (gayrın) bir etkisi söz konusu değildir. İnsanın bağımsız ve direnişçi bir ruha sahip olması, sağlam ve güçlü bir iradeye sahip olması, direnme gücünün şiddetler karşısında yok olmaması çok yüce bir huydur, fakat kesinlikle başkasıyla bir ilgisi yoktur. Aynı şekilde kıskançlık ve kin besleme gibi aşağılayıcı ahlak denilen şeyler... Şüphe yok ki kıskançlık tabiî bir davranış değildir, ruhî bir hastalıktır, hedef de gayr (başkası)nı sevme değildir, aksine hedef başkasına zarar vermektir. O zaman birinci görüşü de düzeltmemiz ve "ahlakî davranış, iyi ahlak ve kötü ahlaktan daha kapsamlıdır" dememiz kaçınılmaz olacaktır. Daha sonra da, "ahlakî davranış o davranıştır ki hedef, başkası olsun. Yani hedef başkasına iyilik yapmaktan daha kapsamlı olursa iyi ahlak veya hedef başkasına zarar vermekten daha kapsamlı olursa kötü ahlak olur" dediğimiz zaman yine de doğru olmaz. Zulmü göz önüne alalım. Birisi zulmediyor, fakat hedefi başkasına zarar vermek değildir. Hedefi, kendi menfaati için başkasına zarar da ulaşsa kendi menfaatidir. O halde bu ahlak kötü müdür? Yani ne iyi ne de körü olan tabiî bir davranış mıdır?
Şimdi de diğer tariflere bir göz atalım. O ilk tarifler ünlü ve meşhurdur ve onları belirli bir şahsa veya bir ekole nispet etmek mümkün değildir. Aristo, insanı tabiatıyla medeni kabul etmiş olabilir ve ahlakî davranışı başkasını sevme duygusundan doğmuş olarak kabul etmiş olabilir.
KANT’IN GÖRÜŞÜ
Ahlakî davranışların ölçüsü konusundaki başka bir görüş de, "ahlakî davranışların ölçüsü vicdanî sorumluluklar duygusudur" denilen görüştür. Bu görüş, ünlü Alman filozofu Kant'ın görüşüdür. Kant, Avrupa filozofları arasında öyle bir makama sahiptir ki Şeyh Ensarî'nin de aralarında bulunduğu son asırdaki çoğu fakih ve usulcünün onun talebesi olduğu kabul edilir, Kant'ın insan konusunda bir inancı vardır. Onun ahlakî vicdana sağlam bir inancı vardır. Hatta Allah'ın aklî deliller yoluyla ispat edilmesinin mümkün olmadığına, fakat ahlakî vicdan yoluyla ispat edilmesinin mümkün olduğuna inanmaktadır. Kendisi Allah'a ahlakî vicdan yoluyla inanmaktadır. Galiba dünyada hiçbir filozof Kant kadar insanî vicdan konusunda esaslı görüş belirtmemiştir. Mezar taşının üstüne de kendisine ait olan bir cümle yazılmış olduğu söylenmektedir. Bu meşhur cümle şudur: "İnsanın hayret ettiği iki şey vardır. Birisi, başımızın üstünde yer alan yıldız dolu gökyüzü, diğeri de, iç dünyamızda yer alan vicdandır." O, ilhamî vicdana inanmaktadır ve şöyle demektedir: İnsan bazı şeyleri kendi vicdanında bir sorumluluk ve bir emir ve nehiy şeklinde hissetmektedir. Zulüm yapma denilince bu, insanın vicdanında fıtrî bir emir şeklinde vardır. "Yalan söyleme, doğru söyle, başkalarına karşı sevgi besle, ihanet etme" şeklindeki sözler, fıtrat hükmü gereğince insanın vicdanında yer almış olan bir takım emirlerdir. İnsan vicdanının kendisi insana emretmektedir, "şöyle yap, böyle yapma" demektedir.
O şöyle demektedir: İnsanın bilâ şart vicdana itaat hükmüyle yapacağı her işi, yani sadece "kalbim bana emrediyor, gönlüm bana emrediyor, vicdanım emrediyor" delilinden dolayı yaptığı ve bunu yaparken de hiçbir garaz ve gaye taşımazsa böyle bir davranış ahlakî bir davranıştır. "Gaye, bir başkasıdır" diyen o birinci görüşün aksine, bu görüş, içe yönelik bir ıstılahtır. O görüş dışa yönelikti, bu görüş ise içe yöneliktir. Yani şöyle demektedir: O zaman bir davranış, hiçbir şart ve gaye göz önünde tutulmaksızın sadece vicdana özgü olması halinde ahlakî bir davranış olur. Bir kimseye, "niçin bu işi yapıyorsunuz? diye sorduğunuzda "vicdanım söylediği için" diye cevap verdiği şekilde olur. Vicdanın söylemiş olmasından başka bir şey için değildir. Eğer, "bu işi ben, falan başka hedef için yapıyorum" derseniz, o da, "öyleyse bu ahlakî değildir." diyecektir. O halde bu kişi ahlakî davranışların ölçüsünü ahlaka dayalı fıtrî sorumluluğun başlangıcı olarak bilmektedir, bu sorumluluk başlangıcının, şartsız olarak ortaya çıkması şartıyla bunu böyle bilmektedir. O, ahlakı sadece ve sadece vicdana özgü kılmaktadır. Fıtrî ilham ve vicdana inanmaktadır. Elbette onun sözü bir ölçüye kadar doğrudur. Biz Kur'an-ı Kerim'de şunu okumaktayız:
"Nefse ve onu şekillendirene, ona isyanını ve itaatim ilham edene...." (Şems: 7 - 8)
"...İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın..." (Maide: 2) ayet-i kerimesi nazil olduğu zaman Vabise adındaki bir adam Resul-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruna geldi. Sorusunu sormadan önce Resul-i Ekrem şöyle buyurdu: "Ey Vabise! Bana ne sormaya geldiğini sana söyleyeyim mi? 'Birr' ve'ism"in ne olduğunu sormak için gelmişsin." O, şöyle dedi: "Evet, ya Resulullah! Gerçekten bunun için gelmiştim." Yazıldığına göre, Peygamber efendimiz iki parmağını Vabise'nin göğsüne vurarak şöyle buyurdu: "Ey Vabise! Bunu kalbine sor, bunu kalbine sor." Bu fetvayı kendi gönlünden iste. Yani, Allah Teâlâ birr ve takva teşhisini ve -karşıt noktadaki- ism (günah) teşhisini insanın fıtratında yerleştirmiştir ve fıtrî meselelerde artık insanın gidip bir başkasına sormasına gerek yoktur. Aksine kendi kalp ve vicdanına sormalıdır. Cevabını buradan alır. Şimdilik konuyu geniş bir şekilde anlatmak istemiyorum. Zira burada çok konu bulunmaktadır. Bu da ayrı bir görüştür. Önceki üç görüşe göre ahlak sevgi kategorisindeydi. Fakat bu görüşe göre, ahlak sorumluluk kategorisindendir.
Bir davranışın ahlaki ölçü olması konusunda başka bir görüşe daha sahibiz ve o da "davranışların zatî güzellik ve çirkinlikleri" görüşüdür. Davranışlar konusuna zatî güzellik ve çirkinlik iddia eden bir grup olduğunu biliyoruz. Bu, özel bir anlamda doğrudur da. Elbette tabir edilişi fark etmektedir. Şöyle demişlerdir: "Güzellik" veya "Hüsn" iki çeşittir. Hissî bir hüsn (güzellik)'e ve aklî bir hüsne, aynı şekilde bir de hayalî hüsn'e sahibiz. Hisse dayalı hüsn bir kaç kısımdır. "Hüsn" güzellik demektir, güzelliğin tarifi de yoktur. "O, idrak edilir, vasıflandırılamaz". Hisse dayalı hüsnün görülebilir olması mümkündür, işitilebilir olması mümkündür ve hata dokunulabilir, koklanabilir ve tadılabilir olması da mümkündür. Akla dayalı güzellik de vardır. Bazı şeyler aklın gözüyle güzeldir ve çekiciliği vardır. Güzellik özelliği kendi cazibe ve çekiciliğinden anlaşılabilir. İnsanda aşk ve şevk doğuran, insanı kendisine doğru çeken ve insanın yüceltiş, güzelleştirme ve övgüsünü de çeken her şey " güzelliktir. Şöyle demişlerdir: Bazı işler zatî olarak güzeldir, bazı işler ise zati olarak çirkindir ve güzel değildir, tıpkı bazı yüzlerin zaten güzel olduğu, bazılarının da zaten güzel olmadığı gibi. Örneğin doğruluk zaten (fıtrî olarak) güzeldir. Hakk, doğru söz güzeldir. Emanet zaten güzeldir. Teşekkür etme zaten güzeldir, başkasına iyilik yapma zaten güzeldir, adaletli olmak zaten güzeldir. Buna karşı olarak, bunların karşıtları, örneğin yalan, zulüm ve beğenilmeyen ahlak olarak bilinen her şey zaten (fıtrî, tabiî olarak) güzel değildir. O halde bu görüşte olduğu gibi, ahlakî olma ölçüsü, davranışların güzelliğidir. O güzellik de akim bağımsız ve doğru bir şekilde idrak ettiği aklî güzelliktir. Bu tarif, diğer tariflerden, hatta Kant'ın tarifinden çok daha kapsayıcıdır. Fakat eğer delili güzellik olarak kabul edersek, aklî güzellik ve çirkinlik konusu ortaya çıkar ve elbette zorluktan uzak da olmayacaktır. Müslümanlar arasında çokça söz konusu olan bu görüşe göre ahlak, cemal ve güzellik kategorisindendir. Önceki iki, belki de üç görüşe göre, ahlak, sevgi kategorisindendi. Kant'ın görüşüne göre, sorumluluk kategorisindendi. Bu görüşe göre ise güzellik, aklî güzellik kategorisindendir. Hem akıl kategorisindendir, hem de güzellik, fakat akla dayalı güzellik kategorisindendir.
Dostları ilə paylaş: |