Birinci tbmm’nin Açılışı ve Anlamı


Lozan Beklentileri / Prof. Dr. Toktamış Ateş [s.319-323]



Yüklə 13,16 Mb.
səhifə31/97
tarix16.01.2019
ölçüsü13,16 Mb.
#97427
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   97

Lozan Beklentileri / Prof. Dr. Toktamış Ateş [s.319-323]

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi / Türkiye

Lozan Andlaşması, 1. Dünya Savaşı’na son veren andlaşmalar arasında bugün de yürürlükte olan tek andlaşmadır. Ve günümüz Türkiyesi’nin “Misak-ı Millî sınırları”, 1. Dünya Savaşı sonrasında yeniden çizilen sınırlar arasında hâlâ geçerliliğini koruyan sınırlardır.

Aslında Lozan koşullarında ufak tefek bazı değişiklikler yapılmış ve özellikle Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Osmanlı ordusunun elinde bulunan Musul’u ikili görüşmelerle kurtarmak mümkün olmadığı gibi, daha sonra Milletler Cemiyeti’nin arabuluculuğundan da bir yarar sağlanması mümkün olamamıştır. Fakat bu ufak tefek tefek hususlar, Lozan’ın hâlâ yürürlükte olduğu gerçeğini değiştirmezler (Pek ufak tefek sayılmasalar bile).

Biraz aşağıda ele alacağımız üzere; Lozan’ın en önemli yönü, Türkiye’nin masaya “eşit” bir statü ile oturmak istemesi ve her yönüyle “bağımsızlığını” kazanma konusundaki tartışılmaz iradesini net bir biçimde ortaya koymasıdır.1

A. Toplantı Öncesi

15 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi yürürlüğe girdi. Mudanya koşullarına göre tarafların silahlı kuvvetleri, doğal olarak oldukları yerde kalacaklar ve İstanbul’daki düzeni sağlamak üzere, müttefik jandarmalara ek olarak bir Türk Jandarma Birliği İstanbul’a gelecekti. Yunanistan Doğu Trakya’da Meriç nehrinin doğusunda işgal ettiği bölgeleri Fransızlara devredecek ve Fransızlar da TBMM yetkililerine devredeceklerdi. Ankara, Lozan’da toplanacak barış konferansına katılmayı da kabul ediyordu.

19 Ekim 1922’de Refet Paşa kumandasında bir Türk birliği, İstanbul’un Türk halkının görülmedik tezahüratı ve coşkusuyla İstanbul’a geldi.2 Mustafa Kemal’in talimatı gereği, Refet Paşa, Padişahla ilgili olarak pek net bir şeyler söylememesine karşın, Tevfik Paşa’nın sadrazamlığında İstanbul Hükümeti’ni tanımadıklarını açıkça söylemekten çekinmemişti.3

Aynı gün, gerek İngiltere’yi ve gerekse Yunanistan’ı anlamsız bir hayal peşinde koşturan L. George görevinden ayrılıyordu. Aslında bu istifa sırasında yaptığı ilginç bazı açıklamalar vardır:

“İnsanlık tarihinde, tarihin gidişini değiştiren liderler yüzyılda bir görülür” diyordu. L. George “Benim şanssızlığım bu liderin yüzyılımızda Anadolu’da ortaya çıkması ve benim karşımda yer almasıdır.” Aynı toplantıda L. George Mustafa Kemal’in Türk milleti için “Büyük bir talih” olduğunu dile getiriyordu.

Lozan Barış Konferansı dışişleri bakanları düzeyinde yapılacaktı. TBMM hükümetinin dış işleri bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk, değerli bir diplomat idi, fakat bazı ciddi rahatsızlıkları bulunuyordu. Mustafa Kemal Lozan’da “ödünsüz” bir diplomatın varlığını arzuluyordu. Yusuf Kemal, 24 Ekim’de görevinden istifa etti ve yerine aynı gün İsmet Paşa atandı.

Mudanya görüşmeleri sırasında ne kadar yaman bir müzakereci olduğunu ispat eden İsmet Paşa, bu iş için biçilmiş kaftandı. Fakat aynı görevde Rauf Orbay’ın da gözü vardı. Rauf Orbay, Mondros Mütarekesi’ndeki kimi hatalarının bedelini ödemek istiyordu. Fakat İsmet Paşa’nın seçilmesiyle ciddi bir hayal kırıklığı yaşamıştı.

Müttefiklerin İstanbul temsilcileri 28 Ekim 1922’de İsviçre’nin Lozan kentinde yapılacak barış görüşmelerine Ankara ve İstanbul hükümetlerini resmen davet ettiler. İngiltere’nin amacı masa başında farklı iki Türk delegasyonunun bulunmasıydı. Türk tarafını zayıf düşürmek olduğu açıktı. Fakat İngiltere’nin bu davranışı Mustafa Kemal’e istediği fırsatı vermiş ve saltanat ve hilafet birbirinden ayrılarak Osmanlı Saltanatı noktalanmıştı.

İstanbul hükümetinin Sadrazamı Tevfik Paşa, aslında kararsız ve şaşkın bir durumdaydı. Ankara’ya sürekli telgraflar çekiyor ve ortak hareket öneriliyordu. 31 Ekim’de “Müdafa-i Hukuk Grubu” saltanatın kaldırılması konusundaki önergeyi kabul etti. Aynı önerge 1 Kasım 1922’de TBMM’de kabul edildi ve aynı gece saltanat kaldırıldı.

Zaten 4 Kasım 1922’de Tevfik Paşa Kabinesi istifa edecek ve 6 Kasım 1922’de Ankara hükümetinin yasaları İstanbul’da yürürlüğe girecektir. Çok ilginç bir biçimde aynı gün Vahdettin İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Kumandanlığı’na başvuracak ve “Kendisini güvenli bir yere götürüp götüremeyeceklerini” soracaktır. Zaten 14 Kasım 1922’de Mustafa Kemal’le görüşmek isteyen Vahdettin bunda başarılı olamayınca 17 Kasım 1922’de İngilizlere sığınacak ve Malaya zırhlısıyla Malta’ya kaçacaktır. TBMM de hilafet makamına Osmanlı hanedanından Abdülmecit Efendi’yi seçti.

İstanbul’daki müttefik temsilcileri Lozan’daki barış görüşmelerinin başlama tarihi olarak 13 Kasım 1922’yi bildirmişlerdi. Ve İsmet Paşa yanındaki kalabalık heyetle birlikte 11 Kasım 1922’de Lozan’a ulaşmıştı. Fakat Lozan’a ulaştıklarında toplantının bir hafta ertelendiğini öğrendiler. İsmet Paşa, bu tutumu şiddetle protesto etti. Zira bu tutum, müttefiklerin eski “zihniyetlerini” koruduğunu göstermekteydi ve tüm barış görüşmelerinde bu zihniyetle mücadele etmek niyetiyle Lozan’a gelmişti.

Lozan’da boşuna beklemek istemeyen İsmet Paşa, Paris’e geçti. Burada değişik toplantılara katıldı ve Fransız Başbakan Poincare ile görüştü. Ulusal Savaş sonrasındaki Türk hükümetinin dünyayı yorumlayış biçimi üzerine konferanslar verdi. Temel olarak işlediği konu, Türkiye’nin şerefli bir barış istediği ve bağımsızlıktan ödün vermeyeceği biçiminde özetlenebilir.

Türkiye Lozan’a üç delege ile katılıyordu. Başdelege İsmet Paşa’nın yanı sıra Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur ve eski Maliye Bakanı Hasan Bey delege sıfatını taşıyorlardı.4 Bunların dışında da geniş bir danışman ve çevirmen topluluğu bulunuyordu.5

Lozan Konferansı’nın başkanı, aynı zamanda İngiltere Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’du. Toplantı davetçisi ülkeler İngiltere, Fransa ve İtalya idi. Katılan ülkeler ise, bu üç ülke ve Türkiye dışında Yunanistan, ABD, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı (Yugoslavya) ve Japonya idi. Boğazlar sorunu görüşülürken; Bulgaristan, Rusya, Ukrayna ve Gürcistan temsilcileri de toplantılara katılmışlardı.6

İngiltere temsilcisi Lord Curzon, İsmet Paşa için, zorlu bir diplomat idi. Kaldı ki, Kral Konstantin’in Yunanistan’ı terk etmesinden sonra yeniden başbakanlığa gelen Venizelos da, Avrupa siyasal yaşamında çok tanınan ve ağırlığı olan bir diplomattı. Bu iki usta diplomatla İsmet Paşa konferans boyunca defalarca karşı karşıya gelecektir.

B. Konferansın Açılışı

Lozan Konferansı açılış toplantısı 20 Kasım 1922’de Montbenan Gazinosu büyük salonunda yapıldı. İsviçre Konfederasyonu Başkanı M. Haab’ın konuşmasıyla açılan toplantıyı izlemek üzere gelenler arasında Fransa Başbakanı Poincare ve İtalya Başbakanı B. Mussolini de bulunuyordu.

Türk delegasyonunun haberi olmaksızın hazırlanan programa göre, M. Haab’ın konuşmasını konferans adına Lord Curzon yanıtlayacak ve açılış toplantısı sona erecekti. Konferans çalışmalarının Ouchy Şatosu salonlarında sürdürülmesi planlanmıştı.

Bu programı öğrenen İsmet Paşa şiddetle itiraz etti. Bu programın “eşitlik” ilkesine uymadığını, eğer konferanstaki taraflardan biri adına konuşma yapılıyorsa, diğer taraf adına bir konuşma olanağının sağlanması gerektiğini ileri sürdü ve “Eğer Lord Curzon konuşacaksa, ben de konuşurum” dedi.

İsmet Paşa’nın bu tutumu, belki diplomatik anlayışa pek uymuyordu. Fakat Mustafa Kemal, İsmet Paşa’yı bunun için seçmişti. Ankara hükümetinin “beklentilerini” en açık bir biçimde ortaya koymak istiyordu ve diplomatik anlayış pek de umurunda değildi.

Sonunda, “Eğer bana da konuşma olanağı tanımazsınız geri dönerim” diyen İsmet Paşa’nın bu ödünsüz tutumu karşısında kendisine de konuşma hakkı tanındı. Çok güzel bir konuşma yapan İsmet Paşa, Türkiye’nin de barışa özlem duyduğunu dile getirdi ve bağımsızlığa gölge düşürmeyecek, onurlu bir barış istediklerini söyledi.

Gerçekten, biraz yukarıda da değinmiş olduğumuz üzere, konferans başlarken İsmet Paşa’nın iki noktada çok duyarlılığı vardı. Bunlardan birincisi “eşitlik ilkesi” idi. Türkiye, kendini, konferans için çağrı yapan devletler kadar yetkili ve bu devletlerle eşit görüyor ve haklı olarak da bundan ödün vermek istemiyordu.

İsmet Paşa’nın duyarlı olduğu ikinci nokta, masa başına Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın “galibi” olarak oturmak istemesiydi. Buna karşılık müttefikler Türk delegelerini I. Dünya Savaşı’nın “yenilmiş” Türkiyesi’nin temsilcileri olarak görüyor ve buna uygun bir tavır bekliyorlardı. İsmet Paşa’nın bunu kabul etmesi mümkün değildi.

Bu açıdan bakıldığında İsmet Paşa’nın diplomasi açısı’ndan yoruma açık kimi “çıkışları” daha iyi anlaşılır. Zaten gene biraz yukarıda değindiğimiz üzere; Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’yı Dışişleri Bakanı yapmak ve Lozan’a başdelege olarak göndermek istemesinin temel nedenini burada aramak gerekir. Türkiye Barış Konferansında “salon adamlarıyla” değil, cephelerden gelen ve elbiselerine sinmiş olan barut kokusu henüz çıkmamış, “muzaffer” bir komutanla temsil ediliyor ve “Misak-ı Millî”sinden hiçbir ödün vermeden ve tüm dünya devletlerine “bağımsız” varlığını ve kişiliğini onaylatacak bir katılıkta pazarlık ediyordu. Kaldı ki; İsmet Paşa, sırasında çok usta bir diplomat gibi davranabiliyordu.

C. Konferansın Çalışması

Lozan Konferansı’nın7 20 Kasım 1922’de kabul edilen iç tüzüğünün beşinci maddesine göre Konferan’sa davet yapan ülkelerden her birinin bir temsilcisinin başkanlık edeceği üç komisyon kuruluyordu.

Birinci Komisyon, İngiliz delegesi Lord Curzon’un başkanlığı altında çalışacaktı ve “Ülke ve Askerlik Komisyonu” adını taşıyan bu komisyon “Boğazlar Rejimini” de ele alacaktı.

İkinci Komisyon, “Türkiye’de Yabancılar ve Azınlıklar Rejimi Komisyonu” adını taşıyordu ve başkanlığını İtalyan delegesi Garroni yapıyordu.

Fransız delegesi Barer’in başkanlığını yaptığı üçüncü komisyon, “Maliye ve İktisat Sorunları Komisyonu” adını taşıyordu ve kendi içinde beş yardımcı komisyona bölünmüştü.

Bu yardımcı komisyonları ve işlevlerini şöyle sıralayabiliriz: Birinci yan komisyon Düyun-u Umumiye’nin bölüşümü, işgal giderlerinin ödenmesi, Türkiye’nin Yunanistan’dan istediği tazminat vb. gibi salt mali sorunlarla ilgilenecekti. Çok ilginç bir nokta olarak müttefikler işgal giderlerinin Türkiye tarafından ödenmesini istiyorlardı.

İkinci yan komisyon; limanlar, demiryolları, posta, telgraf, hava ulaşımı, kambiyo vb. gibi ulaşım ve ulaştırma işleriyle ilgilenecekti.

Üçüncü yan komisyon; ticaret, gümrük tarifeleri, ticaret gemileri, emlâk, edebiyat hakları, güzel sanatlar vb. gibi hususlarla uğraşacaktı.

Dördüncü yan komisyon ise iktisat sorunlarıyla ilgilenecekti. Bunlar arasında savaş ve işgal dönemine ait sorunlar, Türkiye tarafından zapt edilen mülklerin geri verilmesi, terk edilen topraklardaki Türk mülkleri sorunu vb. vardı.

Nihayet beşinci komisyon, sağlık sorunlarıyla ilgilenecekti.

D. Konferansın Birinci Aşaması

Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922’de başladıktan iki buçuk ay sonra 4 Şubat 1923’te kesildi. Daha sonra 23 Nisan 1923’te yeniden toplanan Konferans, üç aylık bir çalışmadan sonra 24 Temmuz 1923’te andlaşmanın imzalanmasıyla sona erdi.

Konferansın temel sorunları; Trakya’daki sınır, Boğazların durumu ve geleceği, Yunanistan’ın ödemesi istenen savaş tazminatı, Musul sorunu ve özellikle kapitülasyonlar idi. Ayrıca Osmanlı borçlarının “ülke esasına” göre ödenmesi konusunda Ankara’nın ödünsüz bir talebi vardı. Fakat tüm bunların dışında ve ötesinde Türkiye için Lozan Barış Konferansı, bağımsız bir devlet var olabilme ve uluslararası camiada yer alabilme mücadelesinin birinci aşaması idi. Ankara’nın “bu beklentisi”, diğer tüm beklentilerinin önünde yer alıyordu.

Fakat “müttefikler” çok farklı beklentiler içindeydi. Özellikle kapitülasyonlar konusundaki tutumları, akıl almaz bir tutum idi. Birinci Dünya Savaşı’na girdiği gün tüm kapitülasyonları lağvettiğini ilan eden Türkiye’den, şimdi kapitülasyonları gene yürürlüğe sokmaları ve hâtta belli ölçülerde genişletmeleri isteniyordu.

Müttefiklerin bu tutumlarına karşı İsmet Paşa kesin görüşünü şöyle belirtiyordu: “Türkiye kapitülasyonlar yerine hiçbir şekil, hiçbir kayıt, hiçbir imtiyaz kabul edemez, etmeyecektir.”8

Konferansın bu aşamasında Musul sorunu üzerinde çok tartışmalar yaşandı. Fakat sonuç alınamayacağı anlaşıldığından, bu sorunun çözümü Lozan sonrasında ikili görüşmelere bırakıldı. Eğer gene bir sonuç alınamazsa, Türkiye Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam) arabuluculuğunu kabul ediyordu.

Konferansta en hassas konulardan birinin “Boğazlar sorunu” olması bekleniyordu. Zaten Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler de işin bu aşamasında toplantıya katılıyorlardı. Fakat hemen herkesi hayrette bırakan bir tutumla Türkiye, bu konudaki İngiliz teklifini kabul etti ve boğazların “ulusların bir denetime” tabi olmalarını kabul etti.

Oysa ki Rusya ve Ukrayna, Boğazların tümüyle Türkiye’nin denetimine bırakılması ve “kapalılığı” ilkesi konusunda tüm ağırlıklarını koymuşlar ve Türkiye’den yana tavır almışlardı. Bu çerçeve içinde Boğazların silahlandırılması da söz konusu oluyordu.

Konferansın bu şamasında Türkiye’nin İngiliz teklifini kolayca kabul etmesinin nedenleri konusu çok tartışılmıştır. Bence bunun iki nedeni vardır.

Bunlardan birincisi, Türkiye’nin “akçalı konular” tartışılırken İngiltere’nin desteğini aramasıdır. Fransa’yla ilişkiler çok iyi gidiyordu ama, işin içine para girince bu ilişkiler kaçınılmaz olarak bozulacaktı. Nitekim olaylar böyle gerçekleşecektir.

İkinci neden, Türkiye’nin Moskova’ya fazla güvenmemesidir. O dönemde Rusya Türkiye’nin en yakın dostuydu. Fakat uluslararası ilişkilerde kalıcı dostluk vb. kavramların bulunmadığını bilen Mustafa Kemal, yarın Rusya ile ilişkiler bozulursa, Rusya’ya karşı yalnız kalmak istememiş olabilirdi.

Konferansın bu aşamasında içinden çıkılamayan sorun “akçalı işler” oldu. Bu konularda anlaşmaya varmak bir türlü mümkün olmuyordu. Gerek Ulusal Savaş sırasında ve gerekse sonrasında Ankara’yı sürekli desteklemiş bulunan Fransa, Fransız firmalarının ve yatırımcılarının çıkarları söz konusu olduğunda, katı bir tavır takınmıştı.

Türkiye, Osmanlı borçlarını kabul ediyor fakat “toprak esası” getirilmesini istiyordu. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarından ne kadarını alabilirse, Osmanlı borçlarını o oranda üstlenmek istiyordu. Fransa’nın ve Fransız şirketlerinin buna itirazı yoktu. Fakat borçların Fransız Frangı değil, altın lirayla ödenmesini istiyorlardı ki, Türkiye’nin bunu kabul etmesi mümkün değildi. Zira Fransa devalüasyon yapmıştı ve Fransız Frangı çok ucuzlamıştı.

Ve her şey bir yana Fransa kapitülasyonların hem de genişletilerek yeniden yaşama geçirilmesini istiyordu ki, böyle bir şey söz konusu bile olamazdı.

Ocak 1923’te Ankara’ya gelen Hasan Bey, Lozan’daki gelişmeler hakkında TBMM’ye bilgi verdi ve barışın pek de yakın görünmediğini vurgulayarak Meclis’in ve Mustafa Kemal’in görüşlerini aldı. Aynı günlerde müttefikler İsmet Paşa’ya kabul edilmesi mümkün olmayan bir andlaşma metni vermişlerdi. İsmet Paşa bunu kabul etmeyince, Konferansa ara verildi. Müttefiklerin iyi niyetli olmadıklarının somut bir göstergesi, anlaşmaya varılan konularda bir metnin hazırlanarak, en azından bunun imzalanması konusundaki Türk önerisinin dikkate alınmamasıdır.

E. Konferansın İkinci Aşamasıve Barış

İsmet Paşa Ankara’ya döndükten sonra TBMM’de açık ve gizli oturumlar şeklinde çok uzun ve sert tartışmalar yaşandı. Meclis’teki İkinci Grup, Lozan’daki delegelerin özellikle Musul konusunda çok ödün verdiklerini ve “Misak-ı Millî”nin delindiğini ileri sürüyorlardı.9 Aslında 2. Grup milletvekilleri bu tartışmalarla, temelde Mustafa Kemal’i yıpratmaya çalışıyorlardı. Nitekim bu kıyasıya tartışmalardan sonra, ortaya hiçbir somut şey konulamadı.

Bu arada başta İtalya olmak üzere, konferansı yeniden toplama konusunda çabalar gösteriliyordu. Ve bu türden çabaların sonucunda 23 Nisan 1923’te konferans yeniden toplandı ve çalışmalarını sürdürmeye başladı.

Konferansın bu ikinci aşamasında Yunanistan’dan istenen tazminat konusu bir biçimde çözümlendi. Yunanistan Türkiye’nin tazminat talebini haklı bulmakla birlikte, kendisinin de perişan bir duruma düştüğünü ve para ödeyecek durumu olmadığını ileri sürmüştü. Sonunda Trakya’daki demiryolunun Edirne istasyonu olan Karaağaç, Meriç’in batısında olmakla birlikte Türkiye’ye bırakıldı ve Türkiye tazminat talebinden vazgeçti.

Bu aşamadaki görüşmeler sonucunda kapitülasyonlar kaldırılıyor ve Osmanlı borçlarının “ülke esasına göre” ve Fransız Frangı’yla yapılması konusunda anlaşmaya varılıyordu.

İstanbul hariç olmak üzere Türkiye’deki Rumlarla, Batı Trakya hariç Yunanistan’daki Türklerin “mübadelesi” konusu daha sonra ikili görüşmelere bırakılıyordu.

Ve Lozan Barış Andlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı.

Bu yazının başlarında vurguladığım üzere, İsmet Paşa’nın belirttiği gibi, “Birinci Cihan Harbi’nden kalan muahedelerin hiçbiri yaşamaz. Yalnız Lozan Muahedesi ayaktadır… Lozan Muahedesi Türkiye için esaslı değerini ve uluslararası münasebetlerde kılavuz olacak ilkeleri taşımakta devam etmektedir.”10

Lozan Andlaşması’nın 1. maddesine göre; Türkiye ile; Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya arasındaki savaş durumu andlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten başlayarak bitmiş oluyordu. Meriç Nehri’nin batısına dek Doğu Trakya Türkiye’nin olacaktı (Md. 2). Suriye sınırı 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız Andlaşmasının 9. maddesine göre düzenlenen sınır olacaktı (Daha sonra diplomatik bir mücadele sonrasında İskenderun sancağı sınırlarımız içine alınacaktır).

Irak sınırının saptanması, konferans sonrasına ertelenmiştir.

İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları Türkiye’ye (Madde 12); Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya Adaları Yunanistan’a bırakılıyordu (Md. 13). Ancak Yunanistan bu adalarda hiçbir deniz üssü kuramayacak, tahkimat yapamayacak, fazla asker bulundurmayacak ve Anadolu kıyıları üzerinde askeri uçak uçurtmayacaktı.

Türkiye Mısır’la ilgili borç yükümlülüklerinden tümüyle kurtulmuş oluyordu (Md. 18). Ayrıca Türkiye, Libya’daki ayrıcalıklarından vazgeçiyor (Md. 22), Kıbrıs’ın İngiltere’ye katılışını tanıyordu (Md. 21) .Kapitülasyonlar her bakımdan ve tümüyle kaldırılıyordu (Md. 28).

Ege denizinde İtalyan işgalinde bulunan adalar İtalya’ya bırakılıyor (Md. 15), 5 Kasım 1914 başlangıç olmak üzere Türkiye, Mısır ve Sudan üzerindeki tüm haklarından vazgeçiyordu (Md. 17).

Azınlık hakları karşılıklı eşitlik temelinden yola çıkılarak ve bu konudaki uluslararası andlaşmalar çerçevesinde çözümleniyordu (Md. 37-45).

Osmanlı borçları “ülke temeline” göre takside bağlanıyordu.11

İlke olarak Boğazlardan geçiş serbestisi kabul ediliyordu (Md. 26). Boğazlar rejimini düzenleyen aynı tarihli bir sözleşme, “Bu andlaşmanın içindeymiş gibi, aynı güç ve değerde” oluyordu ya da öyle sayılıyordu (Boğazlar rejimi daha sonra Montrö Sözleşmesi’yle yeniden düzenlenmiş ve günümüzdeki statüsüne, yani ilke olarak Türkiye’nin kontrolündeki boğazlar statüsüne kavuşturulmuştur).

Lozan Andlaşması, TBMM’nin 23 Ağustos 1923 tarihli toplantısında 227 üyeden 213’ünün olumlu oyu ile onaylanmış, aynı gün İstanbul ve Boğazlar bölgelerindeki müttefik donanma ve askeri kuvvetlerinin Türk topraklarını derhal terk etmeleri istenmiştir.12

Gerçekten günümüz Türkiyesi sınırları açısından önemli ölçüde Lozan’da belirlendiği gibi, felsefe olarak tümüyle Lozan’da ortaya konulmuş ve zamanın emperyalist devletlerince de zorunlu olarak kabul edilmişti. Türkiye Lozan’dan sonra uygar dünyanın tüm haklarına sahip, eşit, bağımsız ve saygın bir devleti olarak dünya siyaset sahnesinde görülecektir.

Günümüzde bazı kalemler Lozan’ın bir “başarı olmadığını” dile getirmektedirler. Günümüzde de yaşayan bir andlaşma olması bile, Lozan’ın “akılcı” ve “mantıklı” ve “haklı” bir zemin üzerinde durduğunu gösterir.

Lozan’dan önce yapılmış ve uygulama olanağını bulamamış Sevr’le karşılaştırdığımız zaman; Doğu Trakya, İzmir ve Hinterlandı, Ermenistan, Kürdistan vb. gibi toprak kayıpları bir yana, “bağımsız bir devlet” olma iradesinin ve niyetinin gösterilmesi ve bunun mücadelesinin başarıyla yapılması bile aradaki inanılmaz farkı göstermektedir.

Sevr’le tüm kapitülasyonlar, genişletilmiş bir biçimde geri geliyordu. İsmet Paşa Lozan’da bunu kabul etmemek için toplantının kesilmesini bile göze almıştı.

Fakat Lozan’daki beklentiler ve yaşamsal önemli sayılan konular, acaba günümüzde ne denli “Kıymet-i Harbiyeye” sahip? Doğrusu bu konuda pek iyimser değilim. Ve maalesef bu kötümserliğim yaşadığı dönemde Lozan’ın “banisi” olan İsmet Paşa’da da görülmekteydi.

Daha sonra “Atatürk Konferansları” arasında yayınlanan ve Ankara DTC Fakültesi’nde bizzat dinleme şansını yakaladığın bir konuşmasında İsmet Paşa, Lozan anılarını anlatmıştı.

Lord Curzon bir gün İsmet Paşa’ya gelerek, “Sizden memnun değiliz” demiş, “Sizden ne istersek reddediyorsunuz ve beni üzüyorsunuz. Fakat ben bugün reddettiklerinizi cebime koyuyorum. Memleketiniz savaştan harap olmuş durumda. Yeniden kalkınma için paraya gereksiniminiz olacak ve bizim kapımıza geleceksiniz. Ben de bugün cebime koyduklarımı teker teker cebimden çıkartacağım ve size iade edeceğim.”

İsmet Paşa, “Eğer kapılarınıza gelirsek, cebinize koyduklarınızı çıkarırsınız” demiş ve “Ben o kapıya hiç gitmedim” gibisinden bir cümleyle konferansı tamamlamıştı.

Lozan Andlaşması’nın değerini anlamak için, Sevr’le karşılaştırmak da yetmez. Ankara’nın Lozan’dan beklentisi, bağımsız ve eşit haklara sahip bir devlet olarak kendini kabul ettirmekti.

Sevr, mağlup bir imparatorluğu yenen devletlerin, bu imparatorluğa zorla imzalatmaya çalıştıkları ve “ricalarla” yumuşatılmaya çabalanmış onur kırıcı bir metindi. Lozan ise, onurlu bir devletin çetin pazarlıklarla gerçekleştirdiği ve geçmişin yüklerinden ve geleceğin “ipoteklerinden” kurtulmak amacına yönelik, onurlu ve akılcı bir andlaşmadır.

1 Ateş, Toktamış; Türk Devrim Tarihi, 9. Baskı Der Yayınları, s. 298-305, İstanbul 2001.

2 Cebesoy, Ali Fuad; Siyasî Hatıralar O, İstanbul 1967, s. 102-103.

3 Bu konularda bkz. a.e., s. 104-108

G. Jaeschke; “Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi”, TTK Yay XVI. Dizi Ankara 1973, s. 2.

4 Dr. Rıza Nur anılarında Lozan’la ilgili değişik yorumlar yapar. Dengesiz kişiliğini dikkate alarak bu görüşlere itibar etmedik. Bkz. Hayat ve Hatıratım, Cilt 3 İstanbul 1968, s. 960-1250.

5 Ali Naci Karacan; Lozan, 2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1971, bkz. s. 69-71.

6 Lozan Barış Konferansı (Tutanaklar, Belgeler) Çev. Seha Meray Takım I, Cilt I, Kitap?, Anakara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara 1968, Bkz. s. 5 ve 129.

7 Bu konferansın tam adı, “Yakın Doğu Sorunları Üzerine Lozan Konferansı”dır.

8 Ali Naci Karan; a.g.e., s. 144-145; Lozan… s. 13.

9 O dönemde TBMM Başkan Yardımcısı olan Ali Fuad Cebesoy’un o günlerle ilgili gözlemleri için bkz. a.g.e., s. 233-344.

10 Lozan… I, I, I, (Önsöz) s. IX.

11 Bu konudaki 46, madde metni aynen şöyledir: “İş bu andlaşmada belirtilen adalarla…kendilerine toprak parçası bırakılan devletler… Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmış Asya toprakları üzerinde yeni kurulan devletler arasında (Osmanlı borçları) bu kesimde belirtilen şartlara göre dağıtıldı.



Yetmişsekizinci Bölüm

Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluşu

Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluşu / Prof. Dr. Ercüment Kuran [s.327-331]

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Birinci Dünya Savaşı’na Almanya ve müttefikleri safında katılan Osmanlı Devleti, yenilgiyi kabul ederek, İngiltere ve müttefikleriyle 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştır. Az sonra da, 13 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı’ndan istifa eden Mustafa Kemal Paşa Adana’dan İstanbul’a dönmüştür. Paşa, İzmir’in Yunanlılar tarafından 15 Mayıs 1919’da işgalinin ertesi günü, maiyetiyle birlikte İstanbul’dan ayrılıp 19 Mayıs’ta Samsun’da karaya çıktı. 9. Kolordu Müfettişliği’ne geniş yetkilerle tayin edilmişti. Resmi görevi yerli Rumların Karadeniz bölgesinde çıkardıkları karışıklığa son vermek ve böylece İngiltere’nin, Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayanarak, bölgeyi işgal etmesini önlemekti.

Mustafa Kemal Paşa Samsun’da bir aya yakın kaldı. 12 Haziran’da Havza yoluyla Amasya’ya geçti. Orada eski Bahriye Nazırı Rauf Bey, 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa ve 3. Kolordu Kumandanı Refet Bey ile buluşup toplantılar yaptı. Görüşmeler sonunda, Mustafa Kemal Paşa’nın önceden hazırladığı prensipleri kapsayan bir metin üzerinde anlaşma sağlandı. 12. Kolordu Kumandanı Mersinli Cemal ve 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşaların da mütalâaları alındıktan sonra bazı düzeltmelere uğrayan metin, 21/22 Haziran gecesindeki son toplantıda kesin şeklini aldı. Bu “Amasya Kararları” ertesi gün, yani 22 Haziran 1919’da asker ve sivil ilgililere telgrafla bildirildi. Amasya Tamimi olarak tanınan altı maddelik metnin 1. maddesi şöyledir:

“Vatanın tamamiyeti, milletin istiklâli tehlikededir. Hükûmeti merkeziyetimiz İtilâf Devletlerinin tesir ve murakabesi altında mahsur bulunduğundan deruhde ettiği mes’uliyetin icabatını ifa edememektedir. Bu hal milletimizi madum (yok) tanıttırıyor. Milletin istiklâlini gene milletin azmü kararı kurtaracaktır. Milletin halü vaz’ını derpiş etmek (göz önüne almak) ve sadayı hukukunu cihana işittirmek için her türlü tesir ve murakabeden azade bir heyeti milliyenin vücudu elzemdir.

Anadolu’nun bil-vücuh en emin mahalli olan Sivas’ta millî bir kongrenin serian in’ikadı takarrür etmiştir. Bunun için tekmil vilâyatı osmaniyenin her livasından ve fırka ihtilâfatı nazarı dikkate alınmaksızın muktedir ve milletin itimadına mazhar üç kadar zatın sürati mümkine ile yetişmek üzere hemen yola çıkarılması icap etmektedir.”1

Amasya Kararları’na genelde bakılınca, bunların Türk Millî Mücadelesi’nin ana programını teşkil ettiği, Mustafa Kemal Paşa’nın siyasi dehası ve askerî kabiliyeti sayesinde adım adım gerçekleştirildiği müşahade olunur.

Mustafa Kemal Paşa Amasya’dan sonra, Rauf Bey ile birlikte, Sivas ve Erzincan üzerinden Erzurum’a gitti. İngilizlerin baskısı neticesinde 8 Temmuz gecesi askerlikten ayrılmak zorunda kalan Paşa, 23 Temmuz 1919’da Erzurum’da toplanan Doğu vilâyetleri temsilcilerinin kongresine katıldı ve kongreye başkan oldu. Onun ustaca yönetimi sayesinde, Erzurum Kongresi’nin 7 Ağustos 1919’da yayınlanan beyannamesi Amasya Kararlarına uygun olarak hazırlandı.

On maddelik beyanname Millî Mücadele’nin hedeflerini daha ayrıntılı olarak belirliyor ve bu hedeflere varmak için yapılacak icraatı tesbit ediyordu. 2. maddede “Osmanlı vatanının tamamiyeti ve istiklali millimizin temini ve makamı saltanat ve hilafetin masuniyeti için Kuvây-ı Milliye’yi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esastır” hükmü açıklanıyordu. 4. maddede, merkezi hükümetin yabancı bir devletin baskısı altında kalması halinde “Hukuku milliyeyi kâfil tedabir ve mukarrerat ittihaz olunmuştur” ibaresi bulunuyordu. 6. maddede “30 Teşrinievvel sene 1334 tarihindeki hududumuz dahilinde kalan… ekseriyeti kahireyi İslamlar teşkil eden… ve yekdiğerinden gayrikabili infikâk (ayrılamaz) özkardeş olan din ve ırkdaşlarımızla meskûn memâlikimiz” cümlesi, vatan sınırlarını Mondros Mütarekesi imzalandığı gün ordularımızın hakimiyeti altında bulunan toprakları çeviren hatla çiziyordu. 8. maddede “Milletin içinde bulunduğu hâli zücret ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat tevessülüne hacet kalmadan hükümeti merkeziyetimizin Meclisi Milli’yi hemen ve bilâ ifâtei zaman (zaman kaybetmeden) toplaması” isteniyordu.2

Erzurum Kongresi’nin aldığı en önemli karar, hiç şüphesiz, beyannamenin 10. ve son maddesinde belirtildiği gibi, kongrece seçilecek yedi kişilik bir Heyet-i Temsiliye kurulmasıdır. Seçim yapıldı ve Heyet başkanlığına Mustafa Kemal Paşa getirildi. Paşa Kongre’ye bütünüyle hakim olmuştu. Onun teklifiyle de “Vilayeti Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti” adı, beyannamenin 9. maddesinde “Şarkî Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti” olarak değiştirilmişti.

Erzurum Kongresi’nden güçlenerek çıkan Mustafa Kemal Paşa bundan sonraki çalışmalarını Sivas Kongresi’ni gerçekleştirmeye yöneltti. Kongre çeşitli vilâyetler temsilcilerinin katılmasıyla 4 Eylül 1919’da toplandı ve 11 Eylül’e kadar sürdü.3 Erzurum’da alınan kararlar burada hemen aynen kabul edildi. Başlıca değişiklikler “Şarki Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti”nin “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti” adını alması, Heyet-i Temsiliye üye sayısının yediden on altıya yükseltilmesidir. Mustafa Kemal Paşa bu heyetin de başkanıydı. Sivas Kongresi’nin önemi Erzurum’da sadece Anadolu’nun Kuzey ve Doğu Bölgeleri temsilcileri tarafından alınan kararların vatanın tamamı için hukuken geçerli hale getirilmiş olmasıdır.

Mustafa Kemal Paşa, Sivas Kongresi’nin kapandığı günün gecesinde, Heyet-i Temsiliye adına İstanbul hükümetine telgraf çekerek padişah ile bir saat içinde doğrudan doğruya haberleşme imkânı sağlanmasını istemiş, bu engellendiği takdirde İstanbul ile haberleşmenin kesileceğini bildirmişti. Telgraf cevapsız kalınca da Anadolu ve Trakya’nın İstanbul ile bağlantısı kalmamıştı.

Heyet-i Temsiliye’nin sert tavrı karşısında Merkezî Hükümet daha fazla dayanamadı. 2 Ekim 1919’da Damat Ferid Paşa sadrazamlıktan istifa ederek yerine, Millî Hareket’e taraftar Ali Rıza Paşa hükûmeti kuruldu. Ardından seçimler yapıldı ve 1920 yılı başlarında İstanbul’da Mebusan Meclisi toplandı. Milletvekillerinin çoğu Kuvây-ı Milliyeciydi. Bu itibarla Meclis, 28 Ocak 1920 günkü gizli oturumunda “Misâk-i Milli”yi kabul etti ve 17 Şubat 1920’de kararını halk efkârına açıkladı. Altı maddelik belgenin esasları Amasya Tamimi’ne dayanır, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin yayınladıkları beyannamelerde kayıtlı ayrıntıları da ihtiva eder.4

Gelişmelerden memnun olmayan İngilizler az sonra, 16 Mart 1920’de, İstanbul’u işgal ettiler ve Mebusan Meclisi’ni basarak Rauf Bey (Orbay) ile birkaç milletvekili arkadaşını Malta’ya sürdüler. Bu durumda Mustafa Kemal Paşa 19 Mart 1920 tarihli bir tebliğle “Selâhiyeti fevkalâdeyi haiz bir meclisin Ankara’da içtimaî” kararını ilgililere duyurdu.5 İstanbul’dan kaçıp gelen milletvekilleriyle yeni seçilen temsilcilerden kurulu Büyük Millet Meclisi 23 Haziran 1920’de Ankara’da çalışmalarına başladı. Artık Amasya Tamimi’nde gerekli görüldüğü tarzda “her türlü tesir ve mürakabeden âzâde bir heyeti milliye” meydana gelmişti.

24 Nisan 1920 tarihli oturumunda Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına seçilen M. Kemal Paşa aynı gün, kurulacak hükümetin dayanacağı esaslara dair bir önerge sundu. Önergede Meclis yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamalı, “hükümet işlerine göre ayrılmış dairelerin idaresi”ni kendi seçeceği Heyet-i İcraiye’ye vermeli ve “İdare Heyeti’nin de başkanı olan Meclis başkanı Meclis adına yaptığı tasarruflardan dolayı… diğer vekiller gibi Meclis karşısında sorumlu olmalıdır.”6 Önerge kabul edildi ve ertesi gün, yani 25 Nisan’da, yapılan seçimlerle sekiz kişilik geçici bir hükümet kuruldu. Bu heyetin altı üyesi seçimle belirlenmiş, tabii başkan M. Kemal Paşa ile birlikte Erkân-ı Harbiye Reisi İsmet (İnönü) Bey de seçimsiz olarak hükümete katılmıştı.7

Aynı gün, Yürütme Kurulu ile Meclis’in ilişkilerini kanunlaştırmak üzere 15 kişilik bir Layiha Encümeni kurulmuştu. Bu encümenin hazırladığı kanun 2 Mayıs 1920’de Meclis’te kabul edilerek 3 Mayıs’ta M. Kemal Paşa’nın başkanlığında 10 vekilden meydana gelen “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” teşekkül etti.8

Erzurum ve Sivas Kongrelerinin 2. maddelerinde “Makam-ı Saltanat ve Hilafetin masuniyeti” sağlanacağı ve M. Kemal’in TBMM’nin açılışının ertesi günü mecliste yaptığı konuşmada “Makamı Hilafet ve Saltanatın masuniyeti istiklalini… bahşedecek bir ruhu temin”den söz edildiği halde9 o gerçekte Türkiye’de Cumhuriyet kurmayı tasarlıyordu. Daha Erzurum Kongresi öncesinde, 20 Temmuz 1919’da, eski Bitlis Valisi Mazhar Müfit (Kansu)’nun Milli Mücadele başarıyla sona erdikten sonra hükümet şeklinin ne olacağı sorusuna “Şekli hükümet zamanı gelince Cumhuriyet olacaktır” cevabını vermiştir.10

M. Kemal Paşa 24 Nisan’daki Meclis konuşmasında Osmanlı hilafetinin geleceği hakkında da şu ilgi çekici beyanatta bulunmuştu: “Hilafet ve saltanat makamının tahlisine (kurtarılmasına) muvaffakiyet hasıl olduktan sonra, Padişahımız ve Halifei Müslimin Efendimiz… Meclisi Âlinizin tanzim edeceği esasatı kanuniye dairesinde vazı muhterem ve mübeccelini arz eder.”11

Ankara’da TBMM’nin faaliyete geçmesi, İstanbul hükümetini telaşlandırmış ve İslam halifesine karşı ayaklananların din düşmanı sayılıp katillerinin vacip olduğuna dair şeyhülislamdan fetva alınmıştı. 11 Nisan 1920 tarihli bu fetvaya Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) Efendi 16 Nisan’da başka bir fetva ile karşılık vermişse de Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Milli Hareket aleyhine isyanlar çıktı. Büyük Millet Meclisi hükümeti yaz boyunca isyanları bastırmakla meşgul oldu.

Sadrazam Damat Ferid’in temsilcilerinin 10 Ağustos 1920’de Sevr Barış Antlaşması’nı imzalaması Padişah Vahdettin’in halk nezdinde büyük itibar kaybetmesine sebep oldu ve Anadolu’da, hatta İstanbul’da Kuvay-ı Milliye taraftarları çoğaldı. M. Kemal Paşa da Büyük Millet Meclisi’nin 25 Ağustos 1920 günkü gizli oturumunda “Makamı Hilafeti ve Saltanatı işgal eden zat bu millet için hain bir adamdır” diyerek Osmanlı hükümdarını itham etti.12

Paşa az sonra, 13 Eylül 1920’de, “Siyasi, içtimai, idari, askeri noktai nazarları telhis ve Teşkilat-ı İdariye hakkında mukarreratı ihtiva eden” bir programı Meclis’e sundu. 18 Eylül günü Meclis’te okunan program, oturum sonunda bir Teşkilat-ı Esasiye kanun tasarısı şekline konulmak üzere, özel bir encümene havale edildi.13

Söz konusu tasarı encümende ve Meclis genel kurulunda etraflıca tartışıldı. Hususu ile padişaha ait olan yetkilerden bir kısmını Büyük Millet Meclisi’ne aktaran maddeler muhafazakar mebusların itirazına uğradı. Sonunda 1921 yılı başlarında, Millet Meclisi Hükümeti’ne itiraz eden Çerkes Ethem’in tenkili ve ardından Yunanlılara karşı I. İnönü Zaferi’nin sağladığı olumlu ortamda Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 20 Ocak 1921 günü Meclis’te oylanarak kabul edildi.14

31 maddelik kanunun 1. maddesi “Hakimiyet bila kaydu şart milletindir” hükmünü getiriyor, 2. maddesi “İcra kudreti ve teşri selahiyetinin milletin yegane ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temarküz” ettiğini açıklıyor, 3. maddesinde “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ unvanını taşır” deniyordu. 9. maddede ise “Büyük Millet Meclisi Heyet-i Umumiyesi tarafında intihap olunan reis bir intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi reisidir. Bu sıfatla Meclis namına imza vazına ve Heyet-i Vekile mukarreratını tasdike selahiyattardır. İcra vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi reisi Vekiller Heyeti’nin de reis-i tabiisidir.” cümleleri Meclis başkanını geniş yetkilerle donatıyordu.15 Böylece Meclis’in açılışından 9 ay sonra Anadolu’da kurulmakta olan yeni devletin teşkilatlanması kanuni çerçeveye oturtulmuş oluyordu. Rahmetli Mahmut Goloğlu M. Kemal Paşa’nın Meclis’e sunduğu programla “Cumhuriyet’e doğru gitme isteğinin ilk işareti”ni verdiğini belirtir.16 Dr. Ahmet Demirel de, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu “yasamanın üstünlüğü ilkesinin en katı biçimi olan Meclis Hükümeti sistemini kurmuş olmakla birlikte, 9. maddenin… yetkileri Meclise değil, Paşa’nın şahsında” topladığını kaydeder.17 M. Kemal artık Meclis içinde kendisine bağlı mebusların “bir tür parti disiplini ile hareket etmelerini sağlamak üzere” Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Grubu kurmak için harekete geçti ve 10 Mayıs 1921’de 133 mebusun katıldığı bir toplantıda düşüncesini gerçekleştirdi.18

Grubun ilk önemli icraatı 16 Mayıs’ta istifa eden Heyet-i Vekile’nin yerine üç gün sonra yapılan seçimde Grubun görüşlerine daha yatkın bir heyetin iktidara getirilmesi oldu.19 O günlerde TBMM’nin mevcudu 351 mebustu. Bunların 261’i Gruba alınmış, 90 mebus Grup dışında kalmıştı. Bu sonuncular küçük birlikler halinde muhalefet faaliyetinde bulundular. Birinci grubun kuruluşundan 14 ay sonra, 1922 Temmuzu’nda İkinci Müdafai Hukuk Grubu halinde teşkilatlandılar.20 Başlarında Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş), Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Mersin Mebusu Selahattin (Köseoğlu) Beyler bulunuyordu. Birinci Grup adıyla tanınan Müdafai Hukuk Grubu’na tepki olarak kurulan gruba “İkinci Grup” denildi. Milli Mücadele kahramanlarından Ali Fuat (Cebesoy) Paşa İkinci Grubun “Meclis Reisi’nin diktatörlüğe doğru gittiğinden şüphe” ettiğini bildirir.21 Aslında iki grup da Kuvayi Milliye ruhunu paylaşıyor, ana hedeflerde kolayca görüş ve karar birliğini varıyorlardı; fakat, İkinci Grup M. Kemal’in giderek Meclis’in yetkilerini ele geçirmesine karşı çıkıyordu.

Bu sıralar, Doğu ve Batı cephelerinde nisbî bir sükûn hüküm sürüyordu. Kâzım Karabekir Paşa’nın kuvvetleri 1920 Ekimi sonunda Kars’ı Ermenilerden kurtarmış ve karargâhını Sarıkamış’ta kurmuştu. Batı’da ise 27 Mart 1921’de yeniden saldırıya geçen Yunanlılar 1 Nisan’da II. İnönü Muharebesin’de hezimete uğrayınca Dumlupınar gerisine çekilmişlerdi.22 Yunanlılar anavatanlarından getirdikleri birlik ve silahlarla Anadolu’daki kuvvetlerini takviye ettikten sonra, 19 Temmuz 1921’de Bursa ve Uşak bölgelerinde saldırı harekatı başlattılar. 25 Temmuz’a kadar aralıksız 15 gün süren “Kütahya-Eskişehir” Muharebesi Türk ordusunun “Sakarya” gerisine çekilmesiyle sona erdi.23

Bu yenilgi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni derinden sarstı. Yunan ordusunun Milli Hareket’in merkezi Ankara’ya yaklaşmış olması Meclis’i düşmana karşı yeni tedbirler almaya sevketti. TBMM’nin 4 Ağustos 1921 günkü gizli oturumunda Mersin Mebusu Selahattin Bey Meclis Reisi’nin “kumandayı idare etmesini” teklif etti. Konu Meclis’in gizli ve açık oturumlarında bir hayli tartışıldı ve sonunda, 5 Ağustos 1921 tarihli bir kanunla, M. Kemal Paşa “Meclis yetkilerini üç ay süreyle üzerine alarak başkumandanlığa” getirildi.24 Bilindiği gibi, M. Kemal Paşa 23 Ağustos’tan 13 Eylül’e kadar süren Sakarya Meydan Muharebesini kazanmış ve Yunan kuvvetleri nehrin batısında Mihalıççık-Sivrihisar hattı gerisine çekilmiştir.25 M. Kemal’in BMM’den aldığı 3 ay süreli başkumandanlık yetkisi bundan sonra 3 defa uzatılmış ve bu yetki Meclis’in 20 Temmuz 1922 günkü oturumda kendisine süresiz olarak verilmiştir. Ancak Meclis gerekli gördüğü takdirde başkumandanlık unvan ve yetkisini yürürlükten kaldırabilecekti.26

Sakarya Zaferi’nin kazanılmasının ardından İtilaf Devletlerinin Türk-Yunan anlaşmazlığını ortadan kaldırmak için çeşitli teşebbüsleri olduysa da bir sonuç alınamadı. İki taraf da bütün güçleriyle savaş hazırlıklarını sürdürdüler. Nihayet 26 Ağustos 1922 sabahı, Türk ordusu Afyon güneyinde Kocatepe’de Yunan kuvvetlerine saldırdı. Tarihe “Başkumandanlık Muharebesi” olarak geçen savaş 30 Ağustos’ta Türklerin zaferi ile sonuçlandı ve düşman 9 Eylül’de denize döküldü. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile de Türk Milli Mücadelesi’nin askeri safhası sona erdi ve Yunan birliklerinin Doğu Trakya’yı boşaltması sağlandı.

M. Kemal Paşa Başkumandanlık Muharabesi’ni kazanmakla ülke içinde güç dengesini kendi lehine değiştirmiştir. 1 Kasım 1922’de TBMM’de şu çarpıcı sözleri söyledi. “Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hakimiyetini… müntehap vekillerden terekküp eden bir Meclis-i Ali’de temsil etti. İşte o Meclis… TBMM’dir… Bundan başka bir Makam-ı Saltanat, bundan başka bir Heyet-i Hükümet yoktur ve olamaz.”27 Onun konuşması ardından Hilafet ve Saltanat birbirinden ayrılarak Saltanat’ın kaldırılması Meclis’te oy birliği ile kabul edildi. Hilafetin ise Hanedan-ı Al-i Osman’a ait olduğu kararı alındı. Bu durumda Vahdettin, 17 Kasım 1922’de bir İngiliz harp gemisi ile İstanbul’dan ayrıldı. Ertesi gün de Vahdettin’in amca oğlu Abdülmecit Efendi TBMM tarafından halife seçildi.28

Vatan topraklarının düşman istilasından kurtarılması ve Osmanlı saltanatının sona ermesi ile TBMM I. Dönem çalışmalarını tamamlamış oluyordu. M. Kemal bundan sonraki icraatını kendine daha bağlı, muhalefetsiz bir Meclis ile gerçekleştirmeyi düşünüyordu. 6 Aralık 1922’de Ankara’da, barış sağlanınca halkçılığı esas alan Halk Fırkası adı altında bir siyasi parti kuracağını açıkladı. Az sonra da, Batı Anadolu gezisine çıktı. Maksadı “halk ile yakından temasa gelmek, onlarla bugüne ve yarına ait karşılıklı görüşmelerde bulunmaktı.”29 O “halk kavramını bütün sınıfları kapsayacak” anlamda kullanıyordu.30

I. Büyük Millet Meclisi, 3 Nisan 1923’te Birinci Grup lehine seçim kanununda bazı değişiklikler yaptı ve 16 Nisan’da dağıldı. “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu” üyeleri başlarında M. Kemal Paşa olduğu halde… sadece kendilerinden olanları seçtirmeye” çalıştılar.31 Bunda da başarılı oldular, çünkü yeni kanuna göre, yapılan seçimlere teşkilatsız giren muhalifler karşısında Müdafaai Hukuk Grubu adayları galip çıkmışlardı.32

M. Kemal Paşa Müdafaai Hukuk Grubu’nu Halk Fırkası haline dönüştürmek istiyordu. Ancak Fırka’nın kurulması gecikti ve 1923 Temmuzu’nda Lozan’da barış antlaşması imzalanması ardından, 11 Ağustos’ta TBMM İkinci Dönem çalışmalarına başladıktan bir ay sonra, 11 Eylül 1923’te “Halk Fırkası, Müdafaai Hukuk Grubunun yerini aldı. Fırka genel başkanlığına M. Kemal Paşa, Meclis Grubu başkanlığına da Heyet-i Vekile Reisi Ali Fethi (Okyar) Bey getirildi.”33

24 Eylül 1923 tarihli Anadolu’da Yeni Gün’de yayınlanan bir haber ilgi çekiciydi. Gerçekten, M. Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelerek kendisiyle mülâkat yapan Viyana’nın Neue Freie Presse gazetesi muhabirine “Türkiye halihazırda olduğu kadar istikbalde de daha fazla demokratik bir cumhuriyet olacaktır” dediğini yazmıştı.34 M. Kemal, 1927 Ekim’inde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Büyük Kongresi’nde okuduğu uzun nutkunda “itiraf” ettiği gibi “Tatbiki için münasip zaman intizarında bulunduğu” Cumhuriyet ilanı fikrinin “tatbik anının geldiğine hükm”etmiş ve icraata geçmiştir. Fethi Bey başkanlığındaki Heyet-i Vekile onun tavsiyesiyle 26 Ekim 1923’te topluca istifa etmiş, 28 Ekim’de Heyeti Vekile üyeleri ile Halk Fırkası idare heyeti M. Kemal Paşa başkanlığında özel bir toplantı yaparak, istifa eden vekillerin kurulacak hükümette görev almayacaklarını bildirmişler, bunun üzerine Fırka idare heyeti yeni bir hükümet listesi hazırlamıştır.35 Ne var ki, 29 Ekim sabahı toplanan Halk Fırkası grubu hazırlanan listeyi reddetti.36 Bu durumda, grubun öğleden sonraki toplantısında M. Kemal Paşa bunalımın aşılabilmesi için Teşkilat-ı Esasiye kanununda bazı temel değişikliklere gidilmesini zaruri görmüş, İsmet Paşa da Kanuni Esasi encümeninin yaptığı değişiklikleri anlatmıştır. Önceden Kanuni Esasi’nin 1. maddesine “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti Cumhuriyet’tir.” cümlesinin eklenmesini, 10. maddenin “Türkiye Reis-i Cumhuru Türkiye Büyük Millet Meclisi heyeti umumiyesi tarafından ve kendi azası meyanından bir intihap devresi için intihap olunur”, 12. maddesinin de “başvekil Reis-i Cumhur tarafından ve Meclis Azası meyanından intihap olunur. Diğer vekiller başvekil tarafından yine meclis azası arasından intihap olunduktan sonra Heyet-i Umumiyesi Reis-i Cumhur tarafından Meclisin tasvibine arz olunur” şeklini almasını kararlaştırmıştı. Görüşmeler sonunda Grup üyeleri Cumhuriyet’in ilanını ve Reis-i Cumhur seçilmesini kabul etmişlerdir.37

Akşamüstü toplanan TBMM Kanunu Esasi encümeni Teşkilatı Esasiye kanununda yapılmasını uygun gördüğü değişikleri görüştü, bazı ufak düzeltmeler yaptıktan sonra söz konusu kanun oylanarak “müttefikan” kabul edildi. Daha sonra cumhurbaşkanı seçimine geçildi ve M. Kemal Paşa mevcut 158 üyenin oyuyla Cumhuriyet Riyasetine getirildi. Ertesi gün de Cumhurbaşkanı, Malatya milletvekili İsmet Paşa’yı başvekalete tayin etti.38 Böylece kurulan Türkiye Cumhuriyeti 1924 Mart’ında hilafeti kaldırmakla laik devlet niteliği kazandı. II. Dünya Savaşı sonuna kadar tek partiyle yönetilecek olan Türkiye, 1950 Mayısı’ndan itibaren çok partili Cumhuriyet olacaktır.

1 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, C. III Vesikalar (İstanbul 1934), s. 47.

2 Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, İstanbul, 1960, s. 106-107.

3 Sivas kongresi beyannamesi için bkz. Tarih Vesikaları, C. I, sayı I, Haziran 1941, s. 7-8.

4 Tarık Z. Tunaya, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetleri Rejimine Geçiş”; Ord. Prof. Muammer Raşit Seviğ Armağanı, İstanbul 1956, s. 19.

5 Gazi M. Kemal, Nutuk, C. 1, s. 301.

6 Yavuz Aslan, TBMM Hükümeti, Kuruluşu, Evreleri, Yetki ve Sorumluluğu, 23 Nisan 1920-30 Ekim 1923, Ankara 2001, s. 26-27.

7 Aslan, a.g.e., s. 40.

8 Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet, 1920, Ankara 1970, s. 170-171.

9 TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Baskı: C. 1, (1940) s. 29, (214 Nisan 1920 tarihli 3. Oturum).

10 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Ankara 1964, C. 1, s 74.

11 TBMM Zabıt Ceridesi, C. I, s. 31.

12 TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. 1, Ankara 1985, s. 135.

13 Ömür Sezgin, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Ankara 1984, s. 58.

14 Sezgin, a.g.e., s. 67.

15 Suna Kili - A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Ankara 1985, s. 91-92.

16 Goloğlu, s. 274.

17 Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, İkinci Grup, 2. Baskı, İstanbul 1995, s. 208.

18 Demirel, s. 217.

19 Aslan, s. 79.

20 Demirel s. 379.

21 Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, C. 1, İstanbul 1957, s. 18.

22 Goloğlu, Cumhuriyet’e Doğru, 1921-1922, s. 134-154.

23 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 5. Baskı, İstanbul 1931, s. 609-611.

24 Demirel, s. 263.

25 Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1983, s. 365.

26 Demirel, s. 433-434.

27 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, C. II, s. 186, C. III, s. 318.

28 Goloğlu, s. 361-362.

29 Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti, s. 54.

30 Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması, 1923-1931, Ankara 1981, s. 49.

31 Goloğlu, s. 191.

32 Demirel, s. 571.

33 Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu, 1923-1924, s. 43.

34 Alpkaya, s. 56.

35 Alpkaya, s. 86-87.

36 Alpkaya, s. 88.

37 Alpkaya, s. 96.

38 Alpkaya, s. 97-98.



Yüklə 13,16 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   97




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin