Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali



Yüklə 2,29 Mb.
səhifə38/97
tarix29.10.2017
ölçüsü2,29 Mb.
#19746
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   97

SEVGİLİ DOĞAN


Bir dergide, bizim Mut relief panosu hakkında uzunca ve detaylı bir yazınızı okudum. İlginiz saygıya layık ,var olun sağ olunuz. Ancak bana ters gelen şey, sanki hep beraber birazda iç içe olmamıza karşın olayı yanlış yorumlamışsınız.

Ondokuz Eylül dahil, yirmibeşine kadar matbuatta epeyce geniş yankısı oldu, diğer gazeteler arşivimde olduğu için size bir bölge gazetesinden doğru yorumu sunuyorum, bunu bir teksip olarak değerlendirebilirsen bir diğer yazınızla konuya tekrar yaklaşabilirsen yapıtın geleceğine katkıda bulunmuş olursun.

Zira bu yapıt devlet arşivine girme yolunda, dibahçesinde ise ve yine ikinci kanal televizyonunun verdiğine göre, relief Türkiye'nin Anıtkabirdeki relieften sonra ikinci büyüklükte reliefidir.

Halktan başlayıp halka ulaşması da cabası.

Yine bilmen gerektiği üzere, Çukurova Üniversitesi Rektörlüğü, artı güzel sanatlar bölüm üyeleri de jüri bağlamında orada idiler. Sizi de yanımızda görmek istedik ama galiba rahatsızlığınız engeldi.

Bu yapıt başından sonuna kadar bir ekipman çalışmasıdır, sizin sehven yaklaşımınızda olduğu gibi bakılacak olursa gönüllerde bu muhterem çalışmaya gölge düşürmüş oluruz.

Tahmin ettiğime göre üç yıl seninle beraber çalıştık, yine kırk yıl senin bir kaç eserini dosyamda saklayarak, şerefli bir günde size sunarak, ben kendimi ve sevgimi kanıtlamış oluyorum. Bundan sonra sıra sizde.

Ekteki gazete yazısı sanırım Yeni Adana'dır. Sergi davetiyenizi aldım. Açılışta Anakara'da bulunmaya çalışacağım. Zira, ben Doğan'ın eline ilk fırça verenim.

Öperim, acil şifalar, başarılı çalışmalar dilerim.

E. Aydın, 29Ekim1992


Sevgili Rafet Van


Bu sabah, günlük programı düşlerken, aklıma senin yaralarına bir melhem olur umusuyla; bir tür sanat etkinliği yapılamaz mı düşüncesini sana yazdım. Mektup geri geldi. Süreyya hanıma telefon ettim, sana ulaşmak için. Yanıt alamadım.

Sonra Doğan Akça'ya durumu açtım. Senin ticaret odasıyla bir bağlantı içinde olduğunu söyledi.

Sivil toplum örgütlerinden birinin çağdaş yaşamı destekleme derneği.Ali Merze. veya bi benzerlerinin şemsiyesi altında bütün yapıtlarını kapsayan: açık artırmalı bİr sergi açılabilse, kuruma da bir pay tanınsa, sanırım, beşaltı mİlyarlık bir çizgi yakalanabilir diye düşündüm. Seni seviyorum. Öpüyorum.

Not: Çağdaş yaşam gibi, Ali Merze gibi bir sivil kuruluşun çağrısıyla artırmalı, organize, satışa açık bİr Rafet Van sergisi. “Mersin'li hemşerimiz Rafet Van, önemli iç nedenleriyle yapıtlarını, açık artırmayla satışa sunmuştur” denilecek. Organizasyona bir katkı payı da düşünülerek, önerilirse çekilen sıkıntılarına bir katkı olur mu ? diye düşündüm.

Bu çocuğun sıkıntısı çok büyük, bir gün bu yükün altında ezilir kalırsa ,uzaktan yakından bizlere de suç payı düşer. Sevgilimiz, dostumuzdur.

Bu olayın başlatanı,çağdaş yaşamı destekleme derneği olursa, daha bir anlamlı olacağını düşündüm.

Kendisiyle, münasip bir dille konuş, anlatmaya çalış. İsterse gereğini yaparız. Sizleri öper, yanıt beklerim.

Bende, Rafet'in bir heykeli de var onu da koruz.

Ethem Aydın, 19Nisan2001

Sevgili ve Kadirbilir Dostum Van.

Servantes, Donkişot'un bitiminde, “offf meğer benim büyüklüğüm dertlerimin büyüklüğüymüş..” der. Yine bileceksin, kıral, Donkişot'a değirmenlerle savaşı yasaklamış, karşılık olarak ailesiyle birlikte yaşaması için bir büyük, çiftlik vermişti. Bu söz orada geçer.

Rafet Van'ın büyüklüğü, dertlerinin büyüklüğüdür. Benim küçüklüğümse, aşağılık duygusu, sendromudur. Çaresiz dertlerdir bunlar. Beraber yaşanacak...

Mektubunda yazdıkların, insan Rafet'in iniltileri, gerçekleridir. Sıradandır, iç avuntusudur, onun için, ben yalınız satır aralıklarını okuyarak, duygulanarak yanıt vermeyi deneyeceğim.

Biz insanlar, çok genciz. Hayvan kardeşlerimizden biraz ileride..İrade, mantık, düşüncede, iletişim kusurumuz hep vardır. Severken döver, söver; döverken de severiz.

Uzamda, yani, dünde, günde, bu denli, güçlü, sıcak, anıları olan, insanlar, mutludurlar. Siz gibi, ben gibi. Zamanda, yani belirsiz geleceklerde; sevginin ebrulu kanatlarında, mavilikler bizimdir.

Bana, bozuk makina başında iki sayfa, hem de dolu dolu iki sayfa zehir zemberek yazı yazdıran, sevgi değil de nedir.?

Günlük sorunlarımız, hepimizi karamsar yapar bu canlının psikolojisinde vardır. Bir şey daha vardır; sevgi ve bağışlayıcılık, haklı ve haksız olmak önemlİ değil; çünkü iletişimde zaten zorlandığımız bir gerçek...

Bellİ bir yaşa ulaşan insanları eğitmeye kalkmak yerine, olduğu gibi sevmeyi denemek akılcı olur. Ben seni severken, överken hep böyle yapıyorum. Sizin duyarlılık ve sitem, bazen de hakaret dolu doğa ve birey betimlemeleriyle süslü, mektubunuzun benzerini yazmak, benim için de pek zor değil; ama kime ne kazandırır.!

E. Aydın, 5Mayıs2001


SEVGİLİ RAFET


Sizin bana kızarak daktiloyla ortaya koyduğunuz yapıt, bir yazın harikası.. İroniler dizgesini sevginin ılıcak suyunda öylesine banyo yapmış, ölümsüz iksirlerle yalıtmışsın..

Geçen akşam Aydın Sanatevi'nde bir dostlar sofrası kurmuş, eytişim içinde konuşurken bir mektubunun da okunmasını istedim. Doğalki övünme nedeniyle. Tekrar okundu, dinlendi, alkışlandı. Bir dergi sahibi de dergisine koymak istedi.

Rafet, öteden beri sen sıradan değilsin. Ancak tirene ters binişin gibi, peyzajları sonradan görmeğe devam ediyorsun. Güzel sanatlarda aldığın yol, tırmanıştaki sabır çoğumuzda yok.

Önceleri kömür bulmak için yola çıkmıştın, şimdi ise altun buldun. Harika çocuk, seninle övünmeğe hakkımız var. Ülke sanatına büyük katkıların oldu. Bu bir övgüden öte uzgörüdür. Bunu zaman kanıtlayacaktır. Ethem Aydın, övgünün de sövgünün de nerede nasıl kullanılacağını bilecek kadar deneyim sahibidir.

Parkurda koşanların çokluğuna bakma. Seçkin edimin doğru. Ters tirene binmiş olmak kadar bir suçun var. Yine bileceksin, tirene ters binenler küfürbaz olur, çevresine bozulur, yaratılışa kızar.

Geçen gün cezanla konuştuk. Bana "Picasso öncümüz. Yol göstericimiz hocamız." demiş. "Benim de ne kadar beceriksiz olduğumu sanki bilmiyor gibi...." diyor. Şimdileri cezan bir ekoldür.

Sana senin mektubunun suretini yolluyorum. Bir de sen oku...

Gelecek mektuplarda daha akılcı yazılar göreceğim umusuyla öperim.

Seni seven Ethem Eydın, 18Ağustos2001




SEVGİ ÜZERİNE


KADIN HAKLARI ÜZERİNE

Uzun süreden beri şöylece 19. yüzyıldan, 20. yüz yıla geçerken konuşulmağa başlamış bir konudur.

Kadın konusuna girmeden önce, birleşimde, oksijen hakları, kompoze birleşimlerde, bir elementin diğerine göre hakları diye bir düşünceye hiç yatkın değiliz. Zira bu birleşim elementinin yeni elementler üretmek için belli ölçülerde formüle edilmiş sitemlere saygılı olunuyor. Dişi ve erkek bütün canlılarda kendi rolleri içinde bir takım ayrıcalıkların doğallığını da beraber taşırlar. Yapı itibariyle ayrı şeylerdir, kendi sistemleri içinde düşünülmek gerekir.

İnsan bireyinin yapı taşları olan, kadın ve erkek olgusunu bir eşitlik modasıyla zorlamak, bilmem ne kadar akla yatkın olur?

Erkek ve kadın doğanın yapısında var. Doğum gibi, ölüm gibi.

Açlık tokluk, varlık yokluk, hep anlaşılmış, anlaşılagelmekte. Yapı içinde erkek anlaşılabilir veya anlatılmağa daha çok çalışılmış veya kendimi yapı karekterimiz olduğu için daha çok tanıma ulaşmış.

Örneğin; dölleyici atak, korkusuz, zaman zaman cesur ve diğer gam, yani başkaları için her tehlikeye atılabilen, çevresindeki olaylara bir macera niteliği verebilen utopik kararlar alabilen kişilik gösterir.

Böylece genel yapısında atılımcı, davetkar, öncelikci bir ivecenlik bulunur. İleriyi görmekte, duyguları ve hayalciliği ön sırayı almağa hazırdır. Cinselliğe bakış açısı, doğal olaya saygılı, yeni nesillere ilgili ve sevgili yeni nesilde birinci amilin kadın olduğu.

Yaratılış bana göre kadınlara, kadınlığa endekslidir. Kadınları yüceltebilen toplumlar, kendileri yücelirler. Henüz bizim geçirmekte olduğumuz evrimde; kadını sıradan insan gibi görüyoruz. Kadın insan değil, insan üstüdür.

Onların dilini anlayamadığımız için, kızdıbağırdınaz ettiisyan ettihakaret etti gibi çeviri yanılsamalarıyla, olay yaratıyoruz.

Seven kadın konuşur, konuşmalıdır. Sözcükler sanaldır, soyuttur, tek anlamlı değildir. Başka bir dilden çevirilerde çevirmen uyanık olabilse, "Seni Seviyorum" tanısını ve müziğini algılayacaktır.

Önemli Not: Bu yazım sosyolojik, etiğin işleyen kural ve kuramlarının perspektivinde yazılmış, klasiktir.

"Her eve lazım Zetina dikiş makinası" evliliği birincil tutan görüşü anlatır. Ülkemizde hala üniversite okusa bile, bir genç kızın yaşantısını vurgular.

Uygar yapıda bireylerin, özgürce, sadece birey olarak sevgide çoğalması ondaki nükleer gücü keşfetmesiyle yaşamı yaşanır kılmak amaçlıdır. Dahası tektir, evrenseldir, önce tinsel sonra da tanseldir.Üreme dürtüsü aydıldır.İsteğe,dileğe bağlıdır

C
RESİM
anlılık sularda başladı. İlk canlı (bakteriydi), hücreydi. Hücre kendisini kopyalayarak çoğalıyordu. Uzun süren, tek hücreriler döneminden sonra, çok hücreliler evrimi başladı. Türlerin oluşumu ve çeşitliliği gereği cinsellik, dişierkek birleştirici güç olarak seksin eşliğinde devreye girdi.

Böylece milyonlarca yıllardan beri süregelen, tek düzelik yerini, çeşitliliğe bıraktı. Dişi, erkek, bir bütünün iki zıt ögesidir. Kuvvetlerin zıtlıkların bileşkesi. Eksi, artı, anot), katot, nötron, pozitron gibi, saymakla bitmeyecek zıtlıklar bilimin direncini, inandırıcılığını, korur, kollar.

Dahası, teknolojide yeni buluşlar, zıtlıklarla savaşarak değil, onları kullanarak olmuştur.

Konumuz cinsellik olduğuna göre; savımızı sürdürelim. Aile, sosyal yapının, en küçük birliği, bütünün vazgeçilmez, verimli zıtlığını da taşır: Erkek ve kadın.

İki ayak üzerine kalktığımız, düşüncenin sonsuz verilerini yorumlamaya başladığımızdan bu yana, onlarca düzeni bozarak, ancak belki de bir düzen kurabildiğimizden bu yana; aile bütünü de, düşüncenin karmaşasından payını aldı... Evrensel yapının içsel mantığından uzaklaşarak da olsa!!..

Çağlar boyu, kadının toplumdaki yeri tartışılmıştır. İsadan önce; Ptagoros, Eflatun, Sokrates, Aristoteles, adın konusunu uzun uzun eleştirmişler, düşünmüşler.

Yaşadıkları zamanın, mantığına göre; egemen güçleri devlet otoritesini, devreye sokarak, yasalar getirmişler. Antikçağ ve ardılları; Engels, Maros ve diğerleri akılcı yorumlarla; kadının ezilmişliğini konu edinmişlerdir. İnsanlık ideo'su evrim gereği, demokratikleştikce, kadinlar, bilinçlendikce, yasalar da, yine erk'e tarafindan değiştirilerek bu günlere gelinmiştir.

Böylece feminizim, yapay olarak gündeme yerleşmiştir.

Doğurganlığıanalık görevi birleştirici – bağlayıcılığı estetik yapısı gereği kadın, aile içinde, toplumlarda saygındır. Her sosyal kuruluşta (dinde, dilde), etik ve tabuda, “ana” sözcüğü gizemli, muhterem, saygındır.

Zamanlar içinde, otoriter nedenlerle, yine, tabular, kültür, etik, kadını, mal gibi, alınıp satılan meta gibi, görmeye yönlenmiştir. Günümüz de bile, yasalarımız, kadınları ayrıcalıklı tutar. Koruyuculuğunu sürdürür. Bana göre bu bir paradokstur!!

Zaman zaman, kadınlarımızın böyle istediklerini, düşündüğüm olur...!!!

Kadın üniversiteler bitirmiş olsa bile; ide de, (her genç kızın rüyası, Zetina dikiş makınası! ). Yani varsıl bir erkek; hep aranandır!!!!

Cumhuriyet'in kuruluşlundan bu yana kadınlar hep ezildiklerini gündemde tutarlar: Kim eziyor? –Erkekler.. Erkeklerin, kadınlarına vermedikleri ne kalmış ki??? Saydığı, sevdiği, ilham kaynağı, onlar değil midir?? Onlara, şiirler yazan, mersiyeler düzen, sanal da olsa, onları çehizleyen; bir tek gülücüklü bakış için, sırasında, yaşamı bile dışlayan, onlar için mamureler yaratan, savaşlar veren, erkekler değil midir..? Bu kadar, sağlam, evrensel, bir etiğe karşın; kadın, kendini küçümser, ezilmişliği; sanki, kanıtlamak ister gibi, değişmez bir portre sunar.::!.? Yalancı çoban örneği: Onlar bağırıyorlar. Hakkımızı istiyoruz da istiyoruz!

Eğer bir yerlerde, bir problem görüyorsanız, bu, sizin probleminizdir. Eğer birinin, bu konuda, birşey yapması gerektiğini düşünüyorsanız, unutmayın ki, siz de herkes kadar, birisiniz.!

Zaman o kadar hızlı ilerliyor, değişiyor ki, ayrımında değiliz.. Parlementoya kadınlarımızı da alabilmek için, az mı çaba verdi biz erkekler...???! Çıkan sonuç:

Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar parlementoda, kaç kadınımız oldu???? Biz erkekler, sizleri seviyor, güveniyor, dahası ülkeyi sizlerle beraber daha iyi idare edebileceğimize inanıyoruz. Niye, sivil kadın kuruluşları olarak aktif politikaya soyun muyorsunuz?

Radikalizmin, (şeriatın) hedefi açık seçik sizlerdiniz, sessizliği sürdürdünüz. Acı gerçeği, çok geç duyumsadınız. Karanlık güçler, ev ev dolaşıp, gizli gizli teşkilatlanırken, sizler toplantılarda, dedikodusunu sürdürüyordunuz!..

Son birkaç yıl içinde, kahraman, önsezisi güçlü, dinamik kadın liderler öncülüğünde, organlaşmaya, sesinizi yükseltmeye başladınız, övülesi sonuçlara koşuyorsunuz. Gurur duyuyoruz sizlerle.

Sivil toplum örgütlerimiz,kadin kuruluşlarimiz;orta sahada top gezdiriyor, temposuz, kuralsız, kendi düşüncenize göre oynuyor, alkış toplamakla yetiniyorsunuz. Organlaşmıyor, toplumun duldalarına; gitmiyorsunuz.? Devletin eksiklerini onarmağa; öğrenciye burs bulmağa giydiripkuşatmağa; dahası görülenle zaman yitiriyorsunuz. Bir türlü, ulusal savaşımızın kadınları olamıyorsunuz.

Bu top yekün bir savaştır.

Bedeli ödenmeyen savaş kazanılamaz. !!

Türk ulusu, ebencet tarihinde, karanlık günlerin ışığını (sizleri) yanında buldukça, kazanamayacağı savaş olmamıştır.

Sizler, ateş böceklerisiniz. Karanlıklarımızda ışıyan, ışıtan!.. Ortalığa çıkınız! Toplumumuzun kutularına, en ücra köşelerdeki, karanlıkların üzerine gidiniz, onları aydınlatınız.Açı doyurunuz, yoksulu giydiriniz. Ulusumuzun geleceği, kadınlarımızın inandırıcı özverilerine, katılımlarına bağlıdır. Sevgiler Saygılar.

E. Aydın


BAŞLIKSIZ

Yine akbulutlar renklendi,

Usumda yağmur var, çisem çisem

Işık ışık umutlar üstüne düşen

Nar çiçeği ayva kokusunda

Sevgi çoğalıyor, özlü söz gerek!

Sevgiyi anlatan, sevgiden öte!.

Yazmak gerek tanığıyım yüksekliklerin....E.A

Varlık var olalı beri, anlam da, anlamsızlık da çelişkideki gizini koruyor. Akılcı olmaya özenen insan, yaratıcılığa tutsak, sevgi ise varlığın tek ve koşulsuz gerçeği.

Anımsanacağı gibi, sevgi pek öyle asil soylu bir duygu değil, aç, çıplak, yalınayak, sokaklarda gezen, oralarda yatan, heryerlere davetsiz girip çıkan bir garip haspa....! Anası olan yoksulluğa çekmiş. Birde baba yönü var, (babası zekanın oğlu bolluk), atak, akılcı, yaratıcı, savaşçı, eleştirel, kısa günde kırk defa ölen, ne yapıp ne edip dirilebilen baba yönüdür.

Yine mistik söylencelere göre; sevgi, cin gibi, peri gibi görünmez. Uzam ve zamanda hep yakın çevrede bulunan, varlığını, var oluşundan algıladığımız gizil güçtür. Yerçekimi örnekli çekici yapıştırıcı, bağlayıcıdır. Nötür olmasına karşın, yönlendireceğiniz hedefe bütün gücüyle koşar, biçem kazanır. İyiliğe derseniz, sonsuz çoğalarak iyiliğe ayrımsız koşar. Kötülüğe hedeflerseniz, amansız, acımasız kötülüğe dönüşür. Kırmak, dökmek, öldürmek, kıskanmak, yoketmek gücüne ulaşır.

Akbulut, bu dönüşüm bilincine ve şansına ulaşmış örnek bir kişiliktir. O, sevgiyi, koşulsuz sevgiye dönüştürebilen bir hanımdır.

Özde, yaşam kısacıktır, sınırlı uzunluktadır. Derinlik amaçtır. Onu zengin tutanlar, renkli ve derin tutanlar! onun evrensel insana bir geçiş olduğunu bilen, duyumsayan üstün yaratılışlardırlar ki, topluma hep ışık tutarlar fener olurlar...

E. Aydın, 8Haziran1996



SEVGİ VE AŞK ÜZERİNE İNCELEME

Sevgi, bilimsel ve kültürel ölçütlerle incelenebilirliği ve öğretilebilirliği nedeniyle çağdaş eğitimde yerini almıştır.Konunun duygusal içeriğine yaklaşabilmek için; İnsanın, doğaya karşın varlık nedenini; bilimin, fenlerin,felsefenin,metafizikin ışığında yorumlamak gerekiyor. Bilimler; dinler gibi, tek doğru olarak düşünüldüğü sürece, anlatımda zorlanacağız

Canlı cansız yaratılışın sarmal iç mantığında yaşamın anatomisini ve gerçeklerini koruyarak ve kollayarak sevgi hep var olmuştur. Bunca ağırlığına, ezinti, üzüntülerine karşın, yaşamı çekilir kılan, sevgidir. Bu bir çekim gücüdür, birleştiren, bağlayan, direnç kazandıran.

Ne gariptir ki insanoğlu, sevgiyi yaşamın ve yaşanmışlığın labirentlerinde zamanlar boyu hep körü körüne arar durur. Mitolojinin yarattığı, tanrılar imparatorluğu kurulmasaydı aşk da, sevgi de ilkelliğini korur olacaktı..! İnsan merkezli bu kuruluş, bir mucizeydi.!. Mitoloji "söylence bilim", özgürleşen düşüncenin hayal ürünleriydi. Kuramları da yoktu.

İsa'dan bin yıl önce, Asya’da, Afrika’da, Mısır ’da, Sümerler’de yeryüzü tanrıları vardı. Helen'ler, bu ön deneyimlerin de etkisiyle; çok figürlü, çok sesli, kendi içinde bütünleşen, sanal otoriteler yarattılar.

Bundan sonra bilimler de, fenler de, güzel sanatların gelişmesiyle yaşam kazandı...

Aslında sevgi; varlığımızda, soluduğumuz havada, içtiğimiz suda çelişkisini ve görkemini koruyarak bizimledir. Sevginin, sonsuz denizlerine yelken açmadan, yaşamında anlamı olamayacağını sanıyorum.

Genellikle baş vurulan kaynaklarda, sevginin hangi bilim dalının konusu olduğu belirsizdir. Böylece bir bilim dalı sevgiye değinmiş, kendine göre yorumlamamıştır. Yaşamın özdeği olan sevgi, neden derinlemesine incelenmemiştir.

Güvencemiz; ilim ve fenlerin ışığında teknolojinin verilerini geçmişin belleğini de değerlendirerek, kozmosun derinliklerine doğru yol almaktadır; sanal ve ütopik zamanlara.!!

Daha iyi, daha mutlu, daha çok insanca yaşanabilir dünyaları anlayamadığımız.!!.

Hayvanlar konuşur, bitkiler konuşur, nesneler konuşur. Kendi dillerince.! Onlarla iletişim kurmamız da bir evrim olacaktır.

Yaşam yörüngesel bir bütündür. Dirliğin kurulması ve korunması, özümseme; empati, sempatiyle olasıdır.

Bana göre; aşk da böyle birşeydir. Düşüncenin yaratısıdır.

Düşünceden buyana, insan doğanın da bütün sorunlarını üstlenen çaresiz bir Don Kişot’tur.

Doğayı ve doğalı değiştirmek!!.?.??????

Bernard Shaw "Onlarca düzeni bozarak belki de bir düzen kurabiliyoruz artık" diyor.

Değişiyor, değiştiriyoruz; kurulu düzeni bozarken, kazanımlarımızın sanal da olsa, güvencesi nedir? Yerküre elimizde bir deprem geçiriyor, yok olabilir de..? Seçeneğimiz yok..! İnsana karşı savaştığımız süreçte, kaosta yeni dünyalar kurmak hayal ötesidir. Yine de mikrodaki sıradan olaylar makroyu bağlamaz. Evrim sürüyor.

Eflatun’dan buyana (Schopenhauer, Sigmund Freud) kadar sevgi; cinsellik, seks, aşk bağlamında düşünülmüştür.

Yine çağlar boyu öyküler, söylenceler, romanlar, sahne oyunları, müzik, müzikal gösteriler, resim, yontu; insanın kendi boşluğunun sınırlarında, uçurumlarında, olmayanın imgesel görüntüleriyle avunmuş, gerçekte yaşamadığı romantizmin fantazyalarıyla yetinmiştir.

"Aşka inanmıyorum, aşk diye birşey yoktur" diyen, Tolstoy, Anna Kararina savaş ve barış romanlarını ulaşılmaz, uzlaşılmaz aşk temalarıyla bezemiştir.

Prosper Merimme Karmen, Andre Gide, Pastoral senfoni (Victor Hugo), Notr Dam’ın kamburu bu tür umarsız aşkları örneklerleridir.

Ressam Caravaggio (Muzeffer aşk);Prado(Aşkın doğuşu), Watteau(Amour au Theatre) yapıtlarıyla romantik ve platonıgue aşkı vargularlar. Beni hayrete düşüren; İsa'dan önce (469399) Sokrates (şölen) de sevgiyi ne güzel, sıradanlıkla örtüştürmüş, insana ulaştırmıştır.

Var oluşumuzun gizemini, şairin dizelerinde buluyoruz.: Ey yaşam, hoşgeldin!.Milyonlarca kez gidiyorum karşılamaya, deneyimin gerçekliğini dövmeye, ruhumun örsünde, soyumun yaratılmamış vicdanını..!! (James Joyce)

Mitoloji'de; cinler yarı tanrı, yarı insandır. İnsanlarla tanrılar arasında iletişim sağlarlar, yapıdaki büyük boşluğu onlar doldurur. Onlarda tanrı soluğu vardır. Sevgi de cinlerden biridir. Afrodit’in dünyaya geldiği günü kutsamak üzere bütün tanrılar bir şölende buluşurlar. Zekanın oğlu Bolluk da orada imiş. Yemekler yenmiş, nektarlar içilmiş. Bu tür şölenlerden kısmetini almak için yoksulluk da kapının önünde bekliyormuş.O sırada, Tanrı şerbetinden sarhoş olan Bolluk, Zeus bahçelerinde dinlenmek için bir ağacın gölgesine uzanmış, sızmış.

Hep çaresizlik içinde yaşayan Yoksulluk, Bolluk’tan bir çocuğu olsun istemiş. Sessizce yanına uzanmış, aynı günde gebe kalmış. Doğan çocuk “Sevgi” imiş. Talihi de ona göreymiş. Her zaman yoksul, pasaklı, pis, evsiz barksız, yalın ayak, her yerlere girip çıkar, dağda bayırda, yol kenarlarında yatar kalkarmış. Ne olacak, anasına çekmiş!..

Baba tarafına çeken huyları; güzelin, iyinin peşindedir. Sürekli atılgan, yaman avcıdır. Tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara açık, yaman bir büyücüdür, aslında ne ölümlü ne de ölümsüzdür. Bakarsın bir günde gelişir ve ölür. Sonra babasının, tabiatı gereği bir çaresini bulur dirilir...ilah.

Sevgi'yi, anlaşılabilirliğe ulaştırmak için, kozmosun değişmezlerine göz atmak yeterli olacağı kanısındayım. Bunlar çekim güçleridir.

Fizik bilimden hepimizin tanıdığı değişmezlerdir. Çekim kuvveti, zayıf kuvvet, elektromanyetik, nükleer kuvvet ve türevleridir.

Ah ederek, vah ederek, yoksunluğundan dem vurduğumuz sevgi. Canlı cansız bütün varlıkların özünde, birleştirici, bağlayıcı, sonsuz kapsamlı yaşam nedenimizdir.

Yukarda değindiğim gibi, öğretilebilirliği, öğrenilebilirliği nedeniyle belli başlıklarda toplanmıştır.

Anababa sevgisi, kardeş sevgisi, cinsel sevgi, tinsel sevgi, tensel sevgi, ben sevgisi, vatanulus sevgisi, dinsel sevgi, sanat sevgisi...

İnsanın bilinci arttıkça çoğalan sevgi çeşitleri böylece sürer gider.

Leonardo Da Vinci; “sevgi bilginin kızıdır, ne kadar çok bilirsen o kadar çok seversin” der.

Dr. Erih Fromm; “sevgi insan oğlunun gelişmesinin ilk dönemlerinden başlayarak, günümüze dek yaşayabilen bir duygu, anlam dolu bir sözcüktür”. Yaratılan tüm sanat yapıtları, sevgiyi konuşur.

Zamanlar boyu anlayamadığımız, yorumlayamadığımız aşka gelince:

Aşk, soyun süregenliğini amaçlar. Schopenhauer’ın vurguladığı gibi aşk "kör irade” dir. İki karşı cinsi hedef alan, yüksek bir gerilimdir. Seller gibi gelir, bentleri yıkar, seçici amacına ulaşır, sonra yavaş yavaş zayıflayarak; belki de yerini pişmanlığa bırakarak, yok olur gider.

Bundan dolayı aşk bir çingene çocuğudur, asla kanun dinlemez. (L'amour est l’enfant de boheme, il n’a jamais connu de loi) öz deyişi sanırım yerindedir.

Aşkın evrensel görevi: Beyindeki düşünce dizgesinde seçenekleri soyutlayarak, bulandırarak cinslerdeki iradeyi, mantığı ivedi seçim için nedenler yaratmaktır. Erkek dominant olduğuna göre, tamamen duygu kökenleri birincil tutarak kör iradeyi yani aşkın seçici buyurganlığını egemen kılar. Seçicilik canlı cansız varlıklarda da vardır. Duygusallığını hep korur.

Bireyler aşkı kendine özgü yaşarlar. Aslında yaşamazlar.

Aşkın buyurganlığı nedeniyle, öğretimi ve eğitimi de yapılamaz. Birey, aşkı kendine özgü yaşar. Amacına ulaşamadığı zaman yok olmanın sınırlarını bile seçebilir (Verter örneği )

Sevgi, zayıf kuvvettir, ama gücü sonsuzdur. Mantığı, sadece vermek, daima daha fazlasını vermektir. Karşılık gözetmeden vermektir.

Eğer sevgi, bir alış veriş nesnesi gibi, sıradan amaçlarla sunulmamışsa, zamanlar içinde çoğalarak geri döner; bu yönüyle de, nükleer güçtür.

Çağdaş düşünde, psikolojinin de katkısıyla, “sevmek dokunaktır” öz deyişi, açmazlarımızın tek umarı olarak ortadadır.

Bunca zorlu yaşanmışlığın, yaşanacak nice nice zamanlara direnebilmesi için, yaşamı bize çekilebilir kılan, kaçınılmaz yokluğa karşı tek güvencemiz sevgidir.

Aşkın evrensel görevi:

Beyindeki düşünce dizgesinde, seçenekleri soyutlayarak, bulandırarak cinslerdeki , , ivedi seçim için nedenler yaratmaktır.

Sevmenin dokunam olduğunu unutmamak koşuluyla..!!.

E. Aydın, 18Temmuz1996



BAŞLIKSIZ

İnönü caddesi Yapı Kredi Bankası Kemal Satır Resim Galerisinde bir sergi gördüm. İçten izledim. Adem'le Havva'dan bu yana, insandaki cinsel panoramanın evrelerini evreler içinde kadın ve erkek davranışlarındaki yaratılıştan gelen değişmez özelliklerini, psikolojisi, sosyolojisi ve çağlar boyu konumunu, çağdaş çizgide yorumu ve sorgulanması serginin oluşumuna boyut getiriyordu. İlk betimlemelerde Adem, iri yapılı, güçlü, saldırgan, yine de bir suçlu, başlama ve başlatma yetisi kendinde. Havva ise, utangaç, bütün yapısıyla çekici, çizgileri yumşak, duruşu ürkek, varlığından üretkenliğinden habersiz ve tedirgin ama yinede Adem’le yanyana.

Çağdaş kadın imajını yansıtıyor. Doğayı irdelediğimizde, canlılar topluluğunda yukardaki imajı hep görürüz. Dalında binbir renk ve binbir kokuda açan çiçek, Havva'nın masum ve davetkar varlığını anımsatır. Hele esintilerle ve türlü aracı canlıyla oradan oraya atlayan, koşan havasını arayan bulan Adem'lere ne demeli. Hayvan kardeşlerimize gelince dişiler hep başlangıçta pasif bekleyen, utangaç, masum Adem'lerin baskıcı, ayartıcı davetlerini, iç seçkileriyle beklemezler mi? Sudaki kurbağa, ağaçtaki kuş, kümesteki tavuk, bahçedeki inek, arı, kelebek hep bu çizgide bir imajı ebencet taşımıyorlar mı?

Yine çağlar boyu doğurganlığından sebep hep aranmış, korunmuş, bazende yitirmek korkusuyla baskı altında tutulmuştur. Zamanımızda ise üç aşağı beş yukarı ilahi düzen kendini korumaktadır. Değiştirmek istediğimiz sistemin neler getirip neler götüreceğini parabolik bir yaklaşımla incelediğimizde karşımıza özgürlük kaosu çıkar. Özgürlük ama nereye kadar özgürlük sorusu kendiliğinden oluşur. Aile bağlarını sarsan, irsiyeti kenara iten bir özgürlük düşünülüyorsa; yaratılışın bağlayıcı kuramlarından sevginin ılık ve yıpratıcı atmosferinden yoksun mu kalınacak? Onsuz yeni çekim yasalarımız neler olacak?

Bir erkek, dişisine sahip olmak ister, nereye kadar? Bir dişi erkeğine sahip olmak ister ama nereye kadar? Yeni aile kurgusunda düzen nasıl olmalıdır? Bunlar alabildiğince karmaşıktır. Atalarımız asırlar boyu deneyimlerini tarihler içinde sergilemişler, Osmanlı da bunun tipik bir örneğidir. Cumhuriyet döneminde, uygar sayılan dünyada olduğu gibi yeni bir kimliğe koşuyor. Seçen, seçilen, yargılayan, idare eden, kazanan, erkeğinin sahip olduğu bütün hakları isteyen ve üstlenen bir kimliktir bu.

Bu bağlamda yuvayı yapan dişi kuş rolü bu ilahi yaratılış kuramı, varoluş kuramı yapıda onarılmaz büyük bir boşluk getirmeyecek mi? Şimdileri olduğu gibi, çalışan karıkocanın çocuklarına sokaktaki sıradan bir kimsenin annelik etmesi gibi istenmeyen ama zorunlu olan çarpık bir durumu önümüze getirmeyecek mi? Anne sevgisi, şevkati, anne sütü gibi değişmez gereklilikteki gereksinimlerin oraya koyacağı sorunlar gözden kaçmış olmuyor mu?

E. Aydın, 31Ekim1996

KADINLARIMIZ

Ey Kadın!, sen yalnız tanrının değil, aynı zamanda erkeklerin de el emeğisin; bunlar daima ve daima seni kalplerindeki güzellikle çeyizliyorlar. Şairler, sana altın tireli bir ağ örüyor, ressamlar sana daima taze, daima yeni “ölmez”liğin şeklini veriyorlar. Deniz incilerini, madenler altınlarını; yazlar seni örtecek, seni kapayacak, seni daha kıymetli, paha biçilmez gösterecek çiçeklerini verirler. Erkek kalplerinin arzularını, zaferini senin gençliğinin üzerine serpmiş. Sen bir yarım kadın ve bir yarım rüyasın..! (Rabindranath Tagore, Ruh yoldaşıma, 18611941)

E. Aydın, 27Mayıs1997

ANNELER GÜNÜ VE YORUMSAL

BİR YAKLAŞIM

Doğa, bir anadır, saltıktır, vardır, vareder.

Tansıktır. Aklın alamayacağı, şaşırtıcı, olağan üstü, görkemlidir.

Yeri, göğü, ısısı, ışığı, soğusu, yağmuru rüzgarı, mevsimleri, yazıkışı, binbir renkte kokuda çiçeği, yiyecek içecekleri, canlı ve cansızları korur ve kollar.

Kadınlar da anadır! vardır vareder, varlığa dönük özel ilişkin yansımalar ve yönsemeler ondan çoğalır.

Yapıcı ve yaratıcı güçlerin birleşkesidir. Onların gözettiği kaosta, aylar, ayçalar, gök kuşakları sosyal yapıyı sessizce sarar sarmalar, ışıtır, ısıtır. Bağışlayıcı, onarıcıdırlar.

Hemen sorulacaktır? Eğer öyleyse, aile yapısındaki bu kargaşa, bu karşı koyuş, bu horlama, çıldırtan eziklikler nereden geliyor?!

Şöyle veya böyle! aynı parkurdan yola çıktık yaratılışta, kadın ve erkek olarak.

Biz erkekler, Adem'den gelen hırçınlığımız, atılganlığımız, ilk hareket ederliğimiz, kaba gücümüzle onları sindirdik.

Binlerce ve binlerce, yıllar boyu onu yok saydık, mal saydık, alıp sattık, önemsiz bir nesne gibi gördük. Doğumda, çocuk bakımında, ev işlerinde kullandık. Düşünme ve yaratı gücünü yok ederek, yaşamda tek söz sahibi, dünyanın hakimi olmak istedik.

Zamanlar zamanları kovaladı, yetersiz kaldığımızı anladık, ama onurumuz gerçekleri sorgulamamıza engel oldu. Hayatı ve doğayı paylaşmayı bir türlü benimseyemedik.

Zaman zaman insanlık tarihi içinde başkaldırdılar,kısa süreler egemen de oldular. Ama sorunlar hep ikili kaldı, kadın ve erkek. Ya hep ya hiç ilkesi bozulamadı. Kadın ve erkeğin, bir bütünün parçaları olduğu gerçeğini kavramak zamanlar aldı.

Üstün insan Atatürk, çağlar boyu süren bu yarım olmanın sakatlığını gördü. Kadın haklarını, kadın ve erkek eşitliğini genç Cumhuriyet'in temeline oturttu. Asırlar boyu tortulaşmış sosyal yapı, kültürüyle, etiğiyle, görenek geleneğiyle şöyle bir sarsıldı. Deprem diplerden geliyordu. Sessizdi ama büyüktü. Ezenle ezilen karşı karşıya gelmişti. Oyun büyük, kuralları ise eksikti!

Erkek, milyonlarca senenin tiranı, kadın ise sıfır yaş gurubunun deneyimsiz bebeğiydi. Ezilmişliğe iyi alışmışlardı, konumları onlara göre rahattı. Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorlardı. Bazılarına, belki de çoğunluğuna demokrasi ters geliyordu. Seçmek seçilmek istemiyorlardı.

Bugün yetmiş yaşına gelmiş olan bebek, hala şeriatın amansız tehdidi ve baskısına karşı, dirençsiz veya az dirençli gözükmeleri, demokrasi bilincinin, henüz tam anlamıyla yargılanamamış olmasındandır.

Bir evrim sürecindeyiz, artık yavaş da olsa kadın uyanıyor.

Tümün, tümlüğün, insan kurgusunun, onsuz olmaz parçası olduğunun bilincine varıyor.

Yaratılışın evrensel ideosundaki insan çizgisine yönelebilmek için, “saltanat elden gidiyor” imajıyla, köhnül gerçeklerden kopuk direngenlik yerine, insanın kadın ve erkek olarak iki vazgeçilmez olduğunu, ancak böylece bütün ve insan olunacağı bilincine, gerçeğine sahip çıkmamız gerekiyor. Dahası kadın, insan özgürlüğünün bilincine vardıkça, üzerimizdeki karanlık, sıkıntı veren kabus bulutları gidecek, yerine pembe, ılıman, çoğaldıkça çoğalan, bir mutluluğa binlerce mutluluk katan anne yüreğinin güçlü saydam atmosferi gelecektir.

E. Aydın

BAŞLIKSIZ

İnsan türünün kadın cinsi dişi. Çocuk doğurma gücü, özelliği olan farklı yapı, yaratılış, ona bir ayrıcalık binlerce albeni, onlara ek olarak, fark düşünme, görüntüye görüntü eklemek iç itisi de eklenmiş. Sıradanlıktan hemen uzaklaşmaya hazır.

Birine bakıyorum, sadece dişi, benim gibi anne rahmine bir baba tarafından emanet edilmiş, 9 ay sonra hasbelkader dişi olarak doğmuş, başlangıçta bir erkeğin evreleri içinde. Aldığı içinde bulunduğu kısıtlı kültür, görenekler, eğitim, eğitimsizlik bir evre eş değerde olsa bile, zaman ilerledikçe, bir dar açı nuansıyla genişleyerek, kendi salt yapısı içinde sevimliliğini, affedirliliğini güçlendirerek yürür.

O kadar duyumsal bir çizgiye girer ki, bir jest, bir saç atış, bir göz, bir oylumlu yürüyüş, bir ağız, bir dudak, fizik yapıda bir fark, karşı cinsi etkisine alır. Artık erkek için hayat ucuzlar. Annebaba, akraba bağları, ekonomik bağımlılık, orunlar sıfıra indirgenebilir.

Aşık garipler, Karacaoğlan’lar, Yavuz Selim’ler ve de insan olan her erkek kişi söyler de söyler.

Kimileri, aslanlar, kaplanlar, pençemde inim inim inlerken, "Beni bir gözleri ahuya esir etti felek" der. Ya da "Mecnunum Leyla'yı gördüm" der. Ela gözlerini sevdiğim dilber, dünya başıma dar oldu tez gel. Duyanların, düşünenlerin, ozanların, sanatkarların elinde açı o kadar genişler ki, iki asıl uç arasında artık erişilmez, binbir huri melek imajı uçuşur gider. Cismaniyet unutulur, sıfatlar, takılar, estetik deyişlerin paşinden kanatlanır uçar. Evren genişler genişler, sonsuza ulaşır, insancıklar insan olurlar.

“Bugün” gazetesinde, ilk sayfada bir hanım fotoğrafı bu yazıyı yazmama neden oldu. Adnan Kaşıkçı, karısı Lamia, Lamia o kadar güzel ki, oval yüz üzerinde, keman kaşlar, iki mavi ve anlamlı göz, burun, dudaklar, alnındaki zülüf, bu fizik Adnan Kaşıkçı gibi, sıradan sayılan birisi, bir zevk ve estetik sahibi, 400.000 milyonluk küpeler ve bilmem daha ne kratta takılarla dekore etmiş. Artık Lamia'ya, içimizden biri, evdeki kadınlarımızın bir benzeri diyebilir misiniz?

E. Aydın


1997’DEN 1998'E

Perşembe akşam,

Unutmadım, yarın da Cuma

Zaman akarken, sanki biz oturuyor muyuz!?

Dünyayı, insanla ilişkin herşeyi şöyle veya böyle kemirmeye devam ediyoruz.

Sonuçta, yaralı bereli bir sürü anı kalıyor artada.

Demek oluyor ki, insanı koşturmak için önce coşturmak gerekiyor. Bir filizi, hep budar durursanız, meyveye ulaştırmak sorun olur. Çoğunlukla, kozaya ulaşırken, kozasının yeri değiştirilmiş ipek böceği gibi.

Yirmi yıl önce yapılmış bir resmi, bir nedenle karşıma aldım. Yeni bir yorum için. Geriye gidiyor da, ileriye bir çizgi olsun değişmiyor. Demek ki anlıklarla yaşıyoruz. Anlara saygı..!!

Dostluklarıda aynı şekilde kocatmıyor muyuz!?

Elhasılı bu insanoğlunu,öldürmeli değil,dövmeli.

Irmak boyunca üç kişi gördüm. Biri galiba kızın kardeşi, öbürü de nişanlısıydı. Gergindiler, bir süre sonra nişanlı, kızı tokatlıyordu. Bu çizgide bu olay bitmeli değil mi, hayır bitmez!

Niye bitmez? Yanıtı çok karmaşık.

Radikallerin Ramazanıyla, entelin yılbaşı bir tenhada karşılaşmışlar. Ne olacağını veya ne olduğunu kestirebiliyor muyuz? yaşadığımız halde....

Tozu dumana katarak mehter adımlarıyla yürüyoruz. İnsanlar insanlara dost değil, düşmanda değilmiş.

Kadın kadındır, erkek de erkek. Türün sıradan varlıkları.

Gel gör ki, ikiside “sakıncalı piyade”, daima mesafeli olunur. Seversin, öpersin ama daima bir yasak bölge ilan edilir.

Hayvan atalarımızda bu böyle değil, doğal...

Özgür her kadın, bir erkek cinsi arar, erkek de kadını arar, bulur. Şöyle veya böyle bir zaman kesitinde beraberlik konudur. Bu beraberliği kullanmakda, iki tarafta aynı duygularda, neden samimi olmazlar da, karşı tarafı zor durumda bırakırlar.?

İlk davranışlar, zor yaptırım çizgisinde, erkekden beklenir!!

E. Aydın


Yüklə 2,29 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   34   35   36   37   38   39   40   41   ...   97




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin