Yukarda göz üzerine söylenmiş mâniyi çığırtkanım Filiz Ahmed okumuşdu, Üsküdarlı ketebe-den Hakkı Bey Filize karşı gaayet nazikâne şu
mâniyi söyledi:
Adam aman gözlerim
Al mendili nâzik ele gel Filiz sil gözlerim
Kanlı yaşlar döke döke yâr yolunu gözlerim..
Bu işi kolay, çalgılı kahveyi de âşık kahvesi zan eden biri Hakkı Beyden özenerek kuvvetlice bir öksürmeden sonra:
— Adam aman... gözlerim
Ağlamakdan bak kör oldu benim iki gözlerim... dedi, fakat arkasını getiremedi, haylice beldendi, o zaman Filizin şairliği tutup:
Ağam bug-iin sende Is, seni yann gözlerim!.. dedi İdi.
Bir ramazanı şerifin, hiç unutmam, altıncı gecesi idi. Karagümrükde Uzun Ahmedin kahvehanesinde bir mâni yüzünden Bahriyelilerle siviller arasında çıkan kavgada Bahriyeliler tarafından, dört büyük ayna dâhil, bütün takımlar parça parça edilmiş, bağçeye kurulan çadır lîme lîme yırtılmış; asıl acınacak taraf, kahvehane de, bk daha açılmamak üzere kapatılmışdı. O tarihde ben de Bahriye ocağında idim, gençdim ve toydum, Hûda bilir, gönül arzu etmedi ise de bırakıp gitmek arkadaşlara ihanet olacağından o nâ reva işde ben de bulundum. Elli altmış yıllık bir mazi beni hâlâ muazzeb etmektedir. Vak'a şöyle cereyan etmişdir: Biz dört kişi gitmişdik, bir köşede oturduk. Otuz kırk bahriyeli geldi; gediklilerden, gemiler efradından ve bahriye sibyânından bir kaafile; malûm ya, ayni formanın cazibesi, bizi gördüler, selâm verip geldiler, yanımıza oturdular. Dört arkadaşımdan biri meşhuı' Yusuf Kenan, en usta mâ-m'cilerden, bir semaî okudu, sessizce dinlendi. Sonra E'Ycmezli tulumbacı Deli Hakkı ortaya:
— Adanı aman içimi...
Gaayet hoş geldi bana bu tütünün içSmi
Böyle hazin bir sese nasıl çekmem içimi L.
diye bir mâni attı. Bu. Yusuf Kenantn hakikaten pek güzel olan sesi ile bir alaydı. Onun gibi meşhur bir mânici irticalen derhal bir şey söyler ve Deli Hakkının ağzının payını verebilirdi. Fakat yanımızdaki Bahriyeliler onun cevâbını beklemeden ayağa kalkıverdiler. Uzun Ahmedin ortağı bir Ar-navud Kâmil vardı, azgın herifin biriydi, ortalığı yatışdıracak yerde Deli Hakkıyı müdafaaya kalkınca kahvehane bir anda muharebe yerine döndü idi.
Çalgılı kahvelere «Semaî kahvehaneleri» de denilir; (B.: (Semaî kahveleri; Ayak, c. III, s. 1370).
Vâsıf HiÇ
ÇALI — Çalmak kökünden isim (B.: Çalmak); 1) Çalınıp kesilen; 2) Ağaç olup gelişemiyen fidan, dikenli dallar; böyle bitkilerle kaplı sahaya da «çalılık» denilir: 3) Sıfat olarak geçimsiz anlamında ve ekseriya bir teşbih edatı ile kullanılır.
Darbımesel: Yola gelmeyen, terbiye kabul etmeyen, söz dinlemeyenler hakkında: «Ben çekerim halıya, o gider çalıya».
Misaller:
Güzellikden yana hasdı r damgası Siler nşşâkıtun gözünden pası
Kayıkçı güzeli yalı haylazı Dini insafı yok Sürmene lâzı
Zeberdest zehri ınâr demir lopukdur Kara (tonlu çakir pençe kopukdur
Hanım sever iti çeker halıya Ol daltaban oğlan gider çalıya
Yalın ayağına nazlanır dilber Her adıma altun ergenlik ister
Berber akçesi hem hamam paresi
Tâlim iden anı
Âşık Râzi
* •— Güzelliğine kapılıp cilvesine de aldanma, çalıdır o, kurtaramazsın paçanı,.. A-rab Ahmed onun yüzünden içeri (hapse) girdi:.,
Eskiden istanbul tanlarının hepsinde çalı yakılırdı (B.: Fırın).
Fasulyamn bir çeşidi olan «çalı fasulys-siî-. ?.eyt'.n.yağu. olarak bilhassa İstanbul tmît-fağinın şöhretlerinden biri olmuşdur.
^ ÇAUM- — Hüseyin Kâzım Bey Büyük
Türk jLügatmda: «Çalmak kökünden isim;
l "-—iKi hem ağzı, 2 — Vakurâne duruş, ref-
tar, tavır, S — (Vekaarı fıtrî, doğuştan olma-
yup),.sahte vakarlık; Çalım satmak, mecazen,
kurulmak, azamet etmek, acâib ve garib ta
vırlar takınmak; Çal-ımma getirmek de, bit
işine yoluna koymak, Çıkarına uydurmak»
diyor. ' . ,.
istanbul ağzında, bilhassa ayak takımından, yakışıklı, dilber delikanhlarm bıçkınlık külhânilik yolunda göze batmak, nazarı" dikkati üzerlerine çekmek için takındıkları yarı nazlı, yarı azametli tavırlar için kullanılır; bu hâllerini kendilerine yakışdıranlara da «alımlı, çalımlı» denilir; misaller:
«Haddehâneli Arab Davud ki. Atlas-ci-bâlinden kopmuş sengi hara misâli siyah çerde Berberi civan idi; Kaptanpaşa Sandığı uşaklarından balâ kaamet, başda keçe külah, mintan ve dizlik ile 'pırpır kıyafet sândık kolu altında onun kadar çalımlı ayak atan tulumbacı görmemişimdir..» (Vâsıf Hiç, Tulumbacılık Hâtıraları).
* Çalıma bak kopukda
Ne de kurum satıyor
Nümayiş! topukda
Heman göze batıyor
l (Türkü)
ÇALINMAK
3688
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
ÇALLI (îbrahiml
* ince belden sarkar kuşak kaşa düşmüş yârin fesi Külhan vârî paça kıvnk basmış yemeni ökçesi Çalım satar levendâne topukları sîm külçesi Yalın ayak vardiyaya çıkdıkda ol sahi levend Donanmâyi Hümâyuna şan vermlşdir Fethibülend (Nusret Baba, Semaî, Zindan şiirleri)
it Bir mahalle kahvehanesinde dit yük arabacısı kopuk akranından bir gece çamur-laşıp {B.: Çamur) takılır:
— Süslü Beyim... çalımın bize mi ulan?!.
Sidikli Zehrâmn oğlu olduğunu, ananın mi
safir aldığı geceler Tozluklunun orada yat
tığını ne çabuk unuttun be!..
*
Hâneberduş pırpırılar argosunda Çalım
«Güzellik», Çalımlıda «Güzel gene» anlamında kullanılır; misaller: "
— Hiç dikizledin mi?.. Kantarmanın Ha
sanı ne çalımlı oldu...
if «... sikirdim besledin mi, çalımlı ola
cak...»'. .
Çok değerli dil bilgini Ferid Devellioğlu
«Türk Argosu» adlı güzel eserinde her neden
se «Çalım» ve «Çalımlı» kelimelerini argo
anları ile almıyor; kitabının ikinci bölümün
de «Çalım» karıştı argo kelime olarak «fa--
sarıya» yi gösteriyor, ve asıl argo lügatında
fasariyamn ikinci mânasına atıf yapıyor,
«naz, cilve» diyor. Biz, bu İstanbul Ansiklo
pedisi uğrunda o güruh ile uzun yıllar çok
yakından temas ettik, «boş lâf, palavra» an
lamında kullanılan fasaryanın «naz, cilve, ça
lım» yerinde de kullanıldığına hiç rastlama
dık, bilâkis hâneberduş pırpırılar ağzında
«Çalım» ve «Çalımlı» yi, yukarıda da kaydet
tiğimiz gibi, evvelâ «Güzellik», «Güzel
genç», dolayısı ile «naz, cilve», «nazlı, cilve
li gene» anlamında kullanılır gördük; mese
lâ «nazlı, cilveli, dilber» bir gene için «fasar
yası yerinde..» denmez, «Çalımı yerinde..»
denilir. -
ÇALINMAK — Balıkçı deyimi, balığın iğneyi ağzına alması üzerine oltayı kuvvetlice çekmesi (K. Deveciyan, Balık ve Balıkçılık). Misal:
Oltalarını denize atmış iki balıkçı konuşur:
-
Sende çalınıyor mu?
-
Hayır!..
ÇALINMAK, ÇALMAK — Eski asker ocaklarında, esnaf lonca ve gediklerinde, ve herhangi bir devlet kapusunda bir kimsenin
adının iş kütük defterinden adının silinip
açığa çıkarılması, işden, meslekden kovul
ması, tard edilmesi karşılığı kullanılan tâbir
lerdir; meselâ bir muharebede firar utancını
irtikâb eden bir nefer timarlı sipahinin ti-
marîarmm ellerinden alındığını ifâde için:
«... dirlikleri çalındı» denilirdi; diğer misal
ler:' -..-.*•••• ,
«Mâhud Şeyh Selâmi Gâvur îzmirinden olup ulemâ zümresinden iken, bir hallaç civanın zülüf kemendine tütülüp başında karlı dağ gibi çalma sarık ve yanında pırpırısı tabanı yarık meyhanelerde bedmest dolaşır olduğundan ismi ülerna defterinden çalındı ve Selâmi dahi hallaç alıp İzmirden çıkıp Bağ-dad, Basra, Dağistan. Özbekistan, Kandehar, Keşmir, Acem ve Hinci diyarını tam on sene dolagup günlerden bir gün Kartala varmış hallacı ile Öbzek dervişi kılığında İstanbul'a çıka geldi...» (Reşid Efendi Hezliyyâtı).
,•& «... Altmış dördün Elif dedikleri rezilin adını ocakdan çalıp ve bir kayığa koyup Boğazkesen kalesine gönderdiler ve o gece zindanda boğup iaşesini denize attılar.,.».
ÇALLI (İbrahim) — Çağdaş Türk resminin büyük şöhretlerinden; bir zamanlar sanatkârlığın îcablarmdan bilinen bohem hayâtının nümayişleri de şöhretinin en az eserleri kadar âmili olmuşdur; Sanayii Nefîse Mektebi Âlîsi, sonra İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümünün atölye sahibi hocalarından; İstanbul Ansiklopedisi için hal tercemesini Topkapu Sarayı Müzesi Müdür yardımcısı ressam Elif Naci yazmışdır:
«Çallı İbrahim 1882 de Çal kazasında doğmuş, ibtidâî ve rüşdiye tahsilini memleketinde yapdıkdan sonra İstanbul'a gelip zabıt kâtibliği ile adliyeye intisab etmişdir. Sanata hevesli olduğu için o zamanlar adı Sanayii Nefîse Mektebi Âlîsi olan Güzel Sanatlar Akademisinin resim şubesine girmiş, gösterdiği muvaffakiyet üzerine Maarif Nezâlreti tarafından Avrupa'ya gönderilmiş, Paris'de Fransız empressiyonistlerinden Cormon'un atölyesine devam edip bir empressiyonist o-»arak yurda dönmüşdür (1914).
«Fransadan gelir gelmez Sanayii Nefîse Mektebine muallim tâyin edilen Çallı ibrahim o zaman otuz yaşında idi; arkasında siyah bir ceket, ayağında çizgili pantalon, ru>
gan ayakkabılar ile bir Fransız kontuna benziyordu.
«Çallı gelinceye ;kadar . resim talebesi, beyaz sakallı Varnia • adında bir Alman hocadan ders alıyorlardı; kansoa kâğıdı üzerine istomp ile alçı modelleri çiziyor, gölgeleyip tecessüm ettirmeye çalışıyorlardı; ellerinde sos denilen bir siyah toz vardı; gölgeleri biraz kirlenince avuçlarında yumuşattıkları ekmek içi ile bu lekeleri temizliyorlardı; ihzârî sınıfda karakalem vazifelerini bu şekilde yapmakla meşgul idiler.
ibrahim Çalh (Resim : Sabiha Bozcalı)
«Çallı geldi, kanson kâğıdı yerine engr kâğıdını, sos yerine füzen'i verdi ellerine.
«Boyaya geçdikleri zaman onlara her şeyden önce proporsiyon ve kompozisiyon endîşesinin önde tutulması gerekdiğini öğretti. Işık ile gölge arasındaki çizgileri kaldırdı; ışık ve atmosfer içinde eşyanın eridiğini gösterdi.
«Türkiye'de resim sanatı akademik bir buhran geçirirken Çallı ve arkadaşları emp-ressiyonizmin yerleşmesini temin ettiler; Çallı bu mücâdelenin dâima lideri olarak kal-mışdır.
cGeniş bir dünyâ ye sanat görüşüne sâ-hib onlan Çallı bir taraftan da Avrupa'yı istilâ eden yeni cereyanlarla ilgileniyordu; o sıralarda Rusya'dan Paris'e giderken İstanbul'a uğrayan ve Çallı'ya misafir olan Kriçenko'-nun resimlerini gördü, bundan sonra Çallı'nm sanatında yepyeni bir ufuk açıldığını görürüz; onu meşhur «Mevleviler» i bu çağda vücuda gelmiş eserlerindendir. ,
«Çallı İbrahim'in ilk; özel atölyesi Çen-berlitaş karşısında Osnianbey Matbaasına bi-tişikdi (Osmanbey Matbaası 1982-1963 de yıkıldı); orada talebeleri, sanat ve ilim adamları toplanır, musahabe ve münakaşalar yaparlardı; velhâsıl yetişen yeni bir neslin sanat ve kültürüne olan hizmeti inkâr kabul etmez bir hakikattir.
«Galatasaray Lisesinde her sene açılan resim sergilerinde Çallı İbrahim'in tabloları arkadaşları yanında üstün bir kalite taşımış-dır (?... İst. An.). Bu sergilerde onun çıplak kadın etüdleri, manolya ve krizantemleri, A-da peyizajları renk ve olgunluk bakımından en beğenilen eserlerdi.
«Resimlerinde taze, renkli ve caıı'ı o-
lan Çallı İbrahim, şahsı itibârı ile de ente
resan .adamdı; etrafına neş'e ve nüktelerini
cömerdce dağıtırdı. Onun meclisleri dâima
şen ve, şakrak olurdu; bundan ötürüdür ki
her toplantıda, çilingir sofralarında gözler
rind meşreb Çallı'yı arardı. . . -..".
«Nasreddin Hoca'dan İncili Çavuş-'a, Bekri Mustafa'ya kadar tarihin devirleri boyunca Türk mizahına mevzu olan fıkralar, Çallının esprileri ile bir kat daha zenginleşmişdir; toplandığında yüklü eser olur. Çallı mütevazı idi (?... İst. An.), fakat bu tevâbuu içinde kendisine- yaraşan bir sanat ihtişamı taşırdı. Meselâ, Receb .Peker. ile olan, kürklü, palto hikâyesi. Receb Peker kendi yakası kürklü paltosunun tam benzerini Çallı'nm üstünde görünce, dayanamamış, paltonun içine de bakmış, içi sâdece astar:
— Çallı!., seninkinin de içi benimki gibi
boşmuş!... demiş.
- Çallının alaycı tebessümü ile cevâbı:
— Hayır!.. Benimkinin içi boş değil, i-
çinde-Çallı var!..
«Bir akşam da aktör Raşid Riza'nın aç-dığı Bizim Lokantada Çallı'ya sormuşlar;
r
ÇAlLI (ibrahim)
3600 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
3891
ÇALMAK
~ Üstad... siz natür mortu mu, portreyi mi tercih edersiniz?..
> — Ben... demiş, natürmort portreyi severim!
İşidilmemiş bir tâbir; Çalh biraz ötedeki bir masada sızmış Mahmud Yesâri'yi göstererek:
-• İşte!., demiş.
«Bir anket için gelen gazeteci soruyor:
— Yeniden genç olmak ister miydiniz
Üstad? '
c — Neden genç olmak istiyeyim? Yeniden başlamak için mi? Hayatta yeniden güreşmek için mi? Bir biletle iki matine seyredilmez. Kaldı ki insan ne kadar, nereye yükselirse yükselsin eninde sonunda bir hiç oluyor. Sonu hiç olan bu dünyada gençliğe dönmek istemem; üstelik tehlikesi de var, ya bu sefer bir Çalh da olamayıverirsem!..
«Çalh, bunları söylediği zaman tam elli bir yaşında idi.
«1947 Temmuzunda altmış yaşını doldurduğu için emekliye ayrıldı. Bu münasebetle Akademi tarafından neşredilmiş bir broşürde: «Çallının emekliliği Akademi camiasından ayrılması mânasına gelseydi, Güzel Sanatlar Akademisi için büyük ve telâfisi imkânsız bir kayıp teşkil ederdi; Çalh Akademiden ayrü-miyacak ve istediği zaman derslerine devam edecektir; en büyük atölyeye Çallı Atölyesi adı verilmiş, burada dilediği zaman öğrencilerle meşgul olabileceği kendisine bildiril-misdir» deniliyor.
«Çallı İbrahim 22 Mayıs 1960 pazar ge
cesi sabaha karşı 4,30 da Cerrahpaşa Hasta-
hanesinde 78 yaşında mide kanamasından ve
fat etmişdir. Cenazesi Akademiden alınarak
namazı Fındıklı Camiinde kılınmış ve Mer-
kezefendi'deki kabrine defnedilmişdir.» (Elif
Naci). '
Esad Bey adında bir zat tarafından teype alınmış sesi ile Çallı kendi hal tercemesini şöyle anlatmışdır:
«Çal'da doğdum. İlkokulu orada okudum. Bir Rum kunduracı vardı mahallemizde. Pabuçlarımı o Buma pençeletirdim. Dükkânın duvarlarında «Köroğlu»Ayvaz» resimleri olmasa, delik ayakkabılarla sokaklarda sürterdim yal... işte o resimler beni çekerdi. Eve gidince, «Köroğhı ile Ayvaz» ı düşünür-
düm. Müslüman evi, duvarların altı tirşe, üstü beyaz badanalı. Sedire oturur, siyah kalemle duvara Köroğlu ile Ayvaz'ı çizerdim. Her çizişte de zılgıtı yerdim tabiî, duvarları kirlettin diye. Baktılar ki adam olmağa niyetim yok, ablam arazimi sattı, bir kemer dikti, kemere 95 altın koydu, «Haydi sağlıcakla» deyip beni İstanbul'a yolladı. «Adam ol, gel» demeyi de unutmadı. Cağaloğlunda İzmirlilerin bir kahvesi vardı, orada 10 kuruşa bir oda tuttum. O günlerde bir âvâre öldüm, sorma!... Bu avareliğim Rum kahvecinin hoşuna gitmiş, bir gün söz arasında: «Galata'da balozlar var, oraya hiç gittin mi?..» dedi. O güne kadar balozun adını bite duymamıştım. «Nasıl iyi mi?» dedim, «istersen götüreyim» dedi. Yeni urbalarımı giydim, kemerimi bağladım, içine çil çil altınlarımı doldurdum. Galata'ya gittik. Karanlık bir sokakta bir kapıyı çaldık, 40 ayak merdiven çıktık. Rum kadınları bizi karşıladı. İçtikçe keyiflendik. Sızmışım. Bir de uyandım ki, çevremde kimse yok!.. Kemerimin içindeki çil çil. altınlar da uçmuş. Zaptiyelere derdimi anlattım. Cebime bir 10 para koydular, «Köprü parasını al da, Cağaloğîuna git» dediler. Beş parasın kalmıştım. O kahveye gazete muhabirleri uğrardı. Birinin yardımiyle Malûmat gazetesinin müvezzii oldum. Asım Hakkı ile dostluk kurdum; o sırada. «Senin yazın güzel., dedi, Yenicami'de arzuhalcilik yapar mısın?..» Cepte beş para yok!.. İstersen yapma!... Bir gaz sandığı, mürekkep kalem aldım, Yenicami-de faaliyete geçtim. İlk gün yüz para kazandım. O gece, Asım Hakkı'ya iki karafaki ıs-mariadım. İkinci günü bir aşk mektubu yazıp beş kuruş aldım. Yazım beğeniliyordu. Â-sim Hakkı ile meyhanede demlenirken Adliye Serkomiseri Osman Beyle tanıştım. Beni sevdi: «Yarın bana gel» dedi. Gittim. O gün Adliyeye mülâzım kaydoldum. Hem de Mah-keme-i Cinayete... Cebimiz biraz para gördü, insan kılığına girdik. Altı parmak gömleği bıraktım, kolalı gömlek giydim. Çarşı kapısında bir ressam vardı, Ermeni ressam... Durup, ana bakardım her geçişimde. Bir gün: «Bana resini dersi verir misin?» dedim. «O-lur ama, dersi 50 kuruş» cevabını verdi. Paraya kıydım.
Ermeniye büyük ressamlar da geliyordu. Biri: «Bu Ermemden bir şey öğrenemezsin..
Sanayii Nefise Mektebine gir» dedi. Sanayii Nefîse'ye girdim.
«Fransa'dan dönmüştüm, Halil Hoca (ressam Halil Paşa) beni Akademiye tavsiye etti: «İyi talebedir» diye. Boş kadro varmış. 30 altınlık bir kadro. Ama Akademi Müdürü: «Çapkın Çallı, senin sicilin bozuk» diyerek 8 altın maaş bağladı. Buna da şükür. Atelye açmak istiyordum. Şükrü Kaya ile tanıştım. Muhacirin Umum Müdürüydü. Onun bir portresini yaptım. Belki birkaç kuruş dünyalık verir diye düşünmüştüm. Portreyi götürdüm. «Ne istiyorsun» dedi. «Beş on kuruş» dedim. Tuttu 50 altın verdi.
«Bir gün Ahmet Refikle Eminöntmde dolaşıyorduk. Cebimizde de beş kuruş yok!,.. Canımız da rakı içmek istiyor. Sağa baş vurduk, sola baş vurduk, nafile... Bu sırada, Ahmet Refik bir fıkra anlattı. Kendi de güldü. Bir de ne göreyim, ağzında altın bir diş!... «Aman!., dedim, senin ağzın bir hazine». Dişçiye gittik, altın dişi söktürdük, sattık, içkimize kavuştuk!
«Ama rakıyı bol bulunca, Akademinin bahçesinde bir yandan demlenir, bir yandan da ekmekleri rakıya banıp güvercinlere atardım. Ah neydi o günler, rakı biter belki diye, cebime bir tane yedek rakı şişesi almadan meyhaneye adım atmazdım.
«Bir tablomdan 3 bin lira kazanmıştım. İzmir'de bir otelde kalıyordum. Kilit üstüne kilit vuruyor, kapının arkasına gardrobu dayıyor, parayı pantolonumun cebine koyuyor, gözüm açık uyuyordum. Parayı bir tanıdığına veremezsin, inkâr eder; bankaya yatıramaz-sm, iflâs eder. Üç gün dayandım. Dördüncü günü o meyhane senin, bu meyhane benim dolaştım, paraları yedim. O gece pencereleri, kapıyı ardına kadar açtım, rahat bir uyku çektim.» (Hayat Mecmuası).
Çailmâme — Ahmed Refik Beyin ressam İbrahim Çallı için lâtife yollu yazdığı u-zunca bir manzumedir; güzel şarkıları olan Refik Beyin gaayet soğuk bir eseridir; içki masasında başlanmış, içki masasında tamamlanmış, ve «Günül» adındaki .şiir kitabının sonuna eklenerek neşredilmişdir. Sözde kadim tarzda kaleme alınmışthr. Altı fasıl üzerine dağıtılmış 61 kıt'ahk bir manzumedir; fasıllar şunlardır: 1) îbrahimin Çal'da doğumu; 2) Yavru îbrahimin Rab elinden ba-
de içdiği; 3) Çallı îbrahimin İstanbul'da ressam oluşu; 4) Calimin Kartal kadısı leylek önünde imtihan oluşu; 5) İmtihandan sonra Rab'ın Çallı'ya ziyafeti; 6) Çallının ömrüne dua. Hükmümüz ağır olacakdır ama hakikattir, «Çailmâme», Ahmed Refik'in kalemi için bir felâkettir, başdan başa meyhane yâvenâ-mesidir, yalnız son kıt'a müstesna:
Ruhu ulvîdir anın, vicdanı pâki çok rakUt Yazdı tarih, Binti Musa'dan çekince bir rahik Çallının yân azîzi hazreti Ahmed Refik Nur yağsun fırçasından renk kesiisün Çallımın.
ÇALMAK — Batı türkcesinde çeşidli anlamları olan zengin bir masdar, kökdür,
l — Vurmak, çarpmak anlamında: Kapu çalmak, yere çalmak, kılıç çalmak, sopa çalmak, pala çalmak, kırağı çalmak (sebzeye, meyvaya soğuğun ve rutubetin vurması, çarpması).
Ey mutribi dilkeş Ele al cenk U rübabı Çak eyle hicabı Ref eyle nikaabı! Ey sâkü mehveş Def eyle humân! Taşa çal şîşei ân
(Şahidi)
^ Mecazî anlamlarda; kapu çalmak: «Sarkıntılık etmek» ve «Bir iş için müracaat etmek, baş vurmak». Misaller: bir dilber peşine düşen adamı tersler: — Yanlış kapu çaldın ağam!,.
İki kişi konuşur:
-
Çalmadığım kapu kalmadı., derdimi
dinleyecek tek kulak bulamadım.
Pala çalmak: «Geçimi mihnetle sağlamak». Misaller: «Bir lokma ekmeğe sabandan akşama pala çalyorum».
Klıç çalmak: «Kıtlık, darlık, tabiat şiddeti karşısında ağır hayat». Misal: «Kış erken bastırdı, fakir fukaraya öyle bir pala çalacak ki,.»
•&• Darbi meseller:
Her hangi bir kötülük yolunda yapma, bulursun anlamında: «Çalma elin kapusunu, çalarlar kapunu».
Semeresiz gayret anlamında: «Çaldık kesmedi, dürtdük geçmedi».
Her türlü darbeyi yemiş, acıyı felâketi kanıksamış kimse anlamında: «Acı patlıcanı kırağı çalmaz».
2 — Ağızla ses çıkarmak, herhangi bir
ÇALMAK
3692 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
3693 —
ÇALPARA
mûsiki âletini gereği gibi kullanmak: Çene çalmak (konuşmak), Islık çalmak; ud, keman, piyano gibi sazları çalmak, davul çalmak, düdük çalmak, nöbet çalmak (askerlik âleminde boru ötmesi, bando), çan çalmak. Misaller: Nine torununa terbiye yolunda nasihat eder:
— Islık çalma evlâdım, yılan teşbihidir.
Bir memur anlatır:
— Eski yerimde işden/başımı kaşıyacak
vakit bulamazdım, burada sabandan akşama
kadar arkadaşlarla çene çalıyoruz... inan ba
na daha çok yoruluyorum ve eski yerimi arı
yorum...
Çal!., ben de olup ahlarımla sana demsâz, Çak eylemedir sînei aşkı emelim, çal! Tesiri tarabla iderek kol kola pervâz Tâ arşı ilâhîye kadar yükseîeîim, çal! Çal sevdiğim, çal meleğim, çal güzelim çal!
(Tevfik Fikret)
İf Darbı meseller:
Bir yerde işlerin karmakarışık olduğu anlamında: «Çingene çalar, kürd oynar..».
Bir isteğin, bir siparişin yerine gelmesi için paranın şart olduğu anlamında: «Parayı veren, düdüğü çalar...».
Herhangi bir işde, konuda gaayet hevesli kimse anlamında: «Çalmadan oynar..».
3 — Oğruluk, hırsızlık; «Para çalmak,
eşya çalmak, çocuk çalmak».
Sana insaf versin Hazreti Mevlâ Neden açılmazsın ey güli rânâ Beşerin kıymetin biliriz cana Uyurken çalmayız hırsız değiliz.
(Beşiktaşlı Gedâî)
•jfc- Mecazî anlamlarda; Akıl çalmak, gönül çalmak: «Birini kendine aşk ile bağlamak, meftun etmek, hayran etmek».
-fa Darbı meseller:
Büyük kötülük yapacak kimsenin önceden elbet ki bâzı tedbirler alacağı, bu işe hazırlanacağını anlatma yerinde: «Minareyi çalan kılıfını hazırlar..»
4 — Renk ve hal bakımından andırmak,
yaklaşmak; «Beyaza çalmak, siyaha çalmak,
çingeneye çalmak, deliye çalmak.» Misaller:
Bir berber üzerine konuşulur:
— Ben o adamda tıraş olamam., bakış
ları deliye çalıyor...
iç Bir otelde bir adam, yanında getirdiği bir gene tarafından katledilmişdir ve kaa-til kaçmışdır; otel kâtibi zabıtaya izahat verir: «Maktul devamlı müşterimiz olduğu için,
dayımın oğlu dediği delikanlıdan ayrıca hüviyet cüzdanı istemedim., uzun boylu, hırpanice giyinmiş, kara kaşlı, kara gözlü, esmer, çingeneye çalan bir yüzü vardı...».
İf Yine bir suçlu tarif edilir: «Tığ gibi genç bir adam, başı açık, yalın ayak, üstünde nar çiçeği partal bir kazak, kirden artık karaya çalmış beyaz bir gemici pantalonu var...».
5 — Bir maddeye başka bir şey katmak, kanşdırmak; «Un çalmak, yumurta çalmak, terbiye çalmak (aşçılık, mutfak deyimlerinden), bakır çalmak (kalaysız bakır kaplarda bakır oksidinin yemeğe karışarak yemeği zehirlemesi)». Misaller: Aşçı yamağına hitâb ile: «Terbiyeye bir kaşık un ile iki yumurta daha çal!..», «... haydi durmasana.. çorbanın terbiyesini çal...».
Bir gazete haberi: «... Bakır çalmasında dört kişilik bir aile zehirlendi...».
•& Mecazî anlamda; kara çalmak: «İsnad, iftira», misal:
— Herifin işi gücü etrafındakilere kara
çalmak...
Bir serserî derd yanar:
— Alnımıza kara çalınmış bir kere., ne
Dostları ilə paylaş: |