Carl Jung'un Astroloji Hakkındaki Söylemleri
Jung'un Astroloji Hakkındaki Söylemleri
Jung’a göre astroloji, bilinç seviyeleri arasında aracılık eden bir semboller diliydi.
Carl G. Jung, aklımız ile bedenimiz arasında tartışılamayacak bir bağlantı olduğuna, aklımızın bedenimizi, bedenimizin de aklımızı etkilediğine inanıyordu. Ona göre, dış şartlar da bedenimizi, bu yolla da aklımızı etkiliyor ve bu süreç, aynı zamanda tersine de çalışıyordu.
"İnançsızlık yüzünden ne çok şey kaybedildi!"--Heraklitus
Carl G. Jung, aklımız ile bedenimiz arasında tartışılamayacak bir bağlantı olduğuna, aklımızın bedenimizi, bedenimizin de aklımızı etkilediğine inanıyordu. Ona göre, dış şartlar da bedenimizi, bu yolla da aklımızı etkiliyor ve bu süreç, aynı zamanda tersine de çalışıyordu.
Bu düşüncesini bir adım daha ileri götüren Jung, fiziksel çevreyi etkilediğimizi ve bu etkinin Güneş sistemi üzerinde de bir geçerli olduğunu kabul etmiştir. Bizim hayatlarımızın “sebebi” yıldızlar değildi. Yıldızlar hiçbir şey başlatmıyorlardı ancak onlarla aramızda sürekli devam eden ve iki yöne de çalışan bir ilişki vardı. Tekil iç dünyamıza bilinçli benliğimizle ulaşamayız; o, daha çok bilinçsiz akılda var olmaktadır. Jung, bireylerin bilinçsiz aklının sadece bir kişisel bilinçdışını değil, ayrıca önceki jenerasyonlardan gelen daha derin, kolektif kavramları da içerdiğine inanmış ve buna “kolektif bilinçdışı” adını vermişti. Jung’a göre astrolojiden, insan psikolojisi hakkında birçok şey öğrenilebilirdi çünkü yıldızlar ve gezegenler iç benliklerimizin sadece bir dış yansıması değillerdi, astrolojinin içerisinde yer alan sembolizm, aynı zamanda, sembollerin bilinçdışı bilgiyle ilişkilendirilmesine de yardımcı oluyordu. Jung’a göre astroloji, bilinç seviyeleri arasında aracılık eden bir semboller diliydi.
Jung’un “arketip” kavramını biliyor olabilirsiniz. Arketipler, kolektif bilinçsizlik içerisindeki “bilindik” davranış motiflerinden türer ve mistik görseller veya semboller yoluyla bilinçli akla önermeler gönderirler. Örneğin; Jung, herhangi bir durumda ne şekilde hareket etmemiz gerektiğini mutlak surette bildiğimize inanıyordu. Ancak, “içgüdüsel arketip” içerisinde saklı bu bilgi, söz konusu durum ortaya çıkmadan önce bilinçli akılda asla yer bulmuyor, bu durumun hiç ortaya çıkmaması halinde de asla bilinç seviyesine yükselmiyordu. Bu, davranışsal veya içgüdüsel olmayan “arketipsel arketip” kavramından daha farklıdır ve bilinçli akıl ile farkına varamadığımız şeyler hakkında daha karmaşık bir bilgi veya kavrayışımız olduğunu ifade eder.
Jung’un çalışmalarının büyük bölümü kolektif bilinçdışı ve bunun arketipleri ile ilgiliydi. Jung, bu nedenle insanın geçmişi boyunca uzun süre ayakta kalabilmiş her şeyle yakından ilgileniyordu. Kolektif bilinçsizlik de astrolojiyi insan yaşamına yüzyıllardır dahil etmekte olduğu için Jung, astrolojinin muhtemelen incelenmeye değer olduğunu düşünmüştü.
Jung, bazı gezegenlerle çeşitli arketipleri eşleştirdi ve doğum haritalarının da haritanın sahibi kişi hakkında bilgiler verebilecek arketip görünümleri oluşturduğuna inandı. Hastalarının haritalarına sıklıkla bakıyordu ve bu haritaların içerdiği sembollerin de kendisine, kolektif bilinçdışı yoluyla, harita sahibi kişinin psişesi hakkında bilgi sahibi olmasını sağlayacak önermelerde bulunduğunu düşünüyordu.
Jung, I Ching’e de inanıyordu ve psişik “tesadüfü” açıklamak için de eşzamanlılık kavramını geliştirdi.
Carl G. Jung, psikoloji alanında, karmaşık insan psişesini anlamak yolunda önemli mesafeler kat etmiş olan bir deha olarak kabul edilir. Onun çalışmaları, bugün iyi bilinen Kişilik Tipleri’nin temelini oluşturmuştur. Kişilik Tipleri ise, bugün Myers-Briggs Kişilik Tipi Göstergesi olarak bilinen psikolojik inceleme testinin temelini teşkil etmektedir.
Carl Jung’un Astroloji Hakkında Söyledikleri
• Hepimiz belli bir zamanda, belli bir yerde doğarız ve yıllanmış şaraplar gibi, doğduğumuz yıl ve mevsimin niteliklerini taşırız. Astroloji, bundan ötesine karışmaz veya etki alanının daha geniş olduğunu iddia etmez.
• Astroloji, antik çağların psikolojik bilgilerinin bir özetini temsil eder.
• Kolektif bilinçdışı, mitolojik motiflerden veya kökensel imgelerden oluşur görünüyor. Tüm halkların mitleri de bu yüzden aynı kolektif bilinçsizliğin uzantılardır. Aslında, mitolojinin tümü, kolektif bilinçsizliğin bir yansıması olarak kabul edilebilir. Bunu, en açık şekilde, takımyıldızlara baktığımızda görürüz. Onların aslında karmakarışık olan dizilimleri, bazı imgelerin yansıtılması yoluyla bir düzene konulmuştur. Bu da, astrologların iddia ettiği gibi yıldızların etkisini vurguluyor. Bu etki, kolektif bilinçdışının, bilinçsizce gerçekleştirdiği içedönük algılamadan başka şey değildir.
• Gezegensel evler boyunca yapılan yolculuk, bizi, karakterimizin iyi ve kötü yönlerinin farkında olma noktasına ulaştırır ve buradaki yüce amaç da tamamen özgür bir iradeye sahip olmaktır.
• Simyacıların mecazi tanımlarında Luna (Ay), bilinçsiz dişilliğinin bir yansımasıdır ama aynı zamanda, Sol’un (Güneş) eril psişe ilkesi olması gibi o da dişil psişe ilkesidir. Bu, mitolojinin bu kavramlara bakışını bir kenara bıraksak bile astrolojinin de Güneş ve Ay’a bakışında son derece belirgin biçimde ortaya çıkar. Simya, kardeşi astroloji olmadan kolayca anlaşılamaz ve bu üç disiplinin önermeleri de ışıkların (Güneş ve Ay) psikolojik değerlendirmeleri yapılırken hep birlikte ele alınmalıdır.
CARL GUSTAV JUNG’UN YAŞAM ÖYKÜSÜ
Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te İsviçre’de Kesswill’de bir kilise filoloji uzmanı bir rahibinin oğlu olarak dünyaya geldi. Babası inancını kaybettiği açıkça belli olan huysuz ve alıngan bir rahipti. Annesinin duygusal sorunları vardı ve davranışları dengesizdi.
Anne ve babasının oldukça mutsuz bir evlilikleri vardı. Jung oldukça erken yaşta özelde ailesine ve dış dünyaya güvenmemesi gerektiğini öğrenmişti. Bunun sonucu olarak rüyalarından, hayallerinden ve tasavvurlarından oluşan iç alemine bilinçaltı dünyasına yöneldi.
Jung yalnız ve içe kapanık bir çocuktu. Ailevi sorunlardan bunaldığında tavan arasında yalnız otururdu. Orada en iyi dostu, tahtadan oyduğu bir insan modeliydi. Onunla saatlerce konuşur iç dünyasını ona dökerdi. Babası katı tutucu ve inatçı bir insan olduğundan Jung babası ile hiçbir şey konuşamazdı.
Jung’un rüyaları ve bilinçaltı çocukluğunda ve hayatının geri kalanında ona yol göstermiştir. Jung kararlarını bilinçaltını dinleyerek alırdı. Örneğin, hangi mesleği seçeceğini düşündüğü esnada rüyasında kendini tarih öncesi hayvanların kemiklerini kazıp çıkaran biri olarak görmüştü. Bu rüyasını kendisi bilim ve doğa çalışmaları yapması gerektiği şeklinde yorumlamıştı. Üç yaşındayken gördüğü büyük bir yer altı mağarası rüyası Jung’ın çalışma yönünü tayin etti: zihnin yüzeyde görünenlerin altında kalan bilinçaltı güçler.
1902 yıllında Basel Üniversitesi’nden Hekimlik diplomasını aldı. Artık adını taşıdığı dedesi gibi bir hekim olmuştu. 1900’de Zürih üniversitesinde yaptığı “çağrışım testleri” ile bir yandan Sigmund Freud ile yakınlaştı bir yandan da uluslar arası bir ün kazandı. Aynı yıl Paris’e gitti ve bir süre ünlü Fransız psikiyatr Pierre Janet ile birlikte çalıştı. 1900 yılında Freud’un Rüyaların yorumu isimli kitabını okuduktan sonra psikanalizle ilgilenmeye başladı. İlk görüşmelerinde 13 saat heyecanla sohbet ettiler. 1907-1912 yıllarında Freud ile sürdürdüğü çalışma arkadaşlığı Jung’a psikanaliz ekolünde çok önemli bir yer kazandırdı.
Jung hiçbir zaman Freud’u eleştirirsiz kabul eden biri olmadı. Ancak 1912 yılında yayımladığı “Bilinçdışı Psikolojisi” adlı yapıtıyla freud’un kuramlarını eleştirdi ve 1913 yılında psikanaliz ekolüyle bağını kopardı. Cinselliğe daha az önem veren farklı bir libido anlayışı ortaya koymuştu. Jung’un Analitik psikolojisinin psikanalizden en belirgin farkı libidonun niteliği ile ilgilidir. Jung’a göre libido hayat enerjisidir. Jung kendi teorisinde Ödipal komplekse yer vermemişti. Jung’a davranışlarımızın tümüyle çocukluk deneyimleri tarafından belirlendiği şeklindeki psikanalitik görüşü red ederek davranışlarımızı geleceğe yönelik hedeflerimizin umutlarımızın ve tutkularımızın da belirleyebileceğini söylemiştir.
Sonraki yıllarda kendini tümüyle bilinçdışının niteliğini ve algılamalarını araştırmaya adadı. Bu amaçla Kuzey Afrika’da, Amerika’da (Pueblo Kızılderilileri arasında) Arizona’da ve Meksika’da bulundu.
1930’ların başında doğu öğretileri ile ilgilendi. Daha sonra ünlü Hinduizm araştırmacısı Heinrich Zimmer ile birlikte çalıştı.
Jung ikisi anadili gibi olmak üzere altı dil bilirdi. Dağlarda gezmeyi, yatla dolaşmayı ve Zürih gölünde yüzmeyi çok severdi.
80 yaşında sporu bırakmak zorunda kaldı. Bazen terapilerini yelkenlisinde yapardı. Biri erkek dördü kız olmak üzere beş çocuğu ve 19 torunu oldu. Yaşamı boyunca dünyanın çeşitli üniversitelerinden çok sayıda ödül ve unvan aldı. Adına bir çok enstitü ve kürsü kuruldu. Demokratik ve alçakgönüllü bir insandı.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği büyük yıkım sonrasında, yapıtlarında ve seminerlerinde her fırsatta, daha yaşanılası, mutlu ve barış dolu bir dünyaya ilişkin özlemini dile getirdi ve gelecekte insanlığı bekleyen en büyük tehlikenin savaşlar, açlık, depremler ve benzeri felaketler olmadığını, asıl tehlikenin bilinçsiz insanın bilinçaltında biriktirdikleriyle ortaya çıkacağını savundu.
Jung hiçbir zaman kendisine yandaşlar aramamış ya da kitleleri çekecek bir düşünce sistemi oluşturmaya çalışmamıştır. Dogmatikliğe her zaman karşı çıkmıştır. Mitoloji ve karşılaştırmalı dinler hakkındaki bilgisi engindi.
Ayrıntıları unutmayan bir hafızası güneşin altındaki her şey hakkındaki bilgisi ve öyküleri ile eşi bulunmaz bir sohbet erbabı idi. Keskin bir mizah anlayışı vardı. 6 haziran 1961’de İsviçre’de 86 yaşında dünyaya veda etti.
Yapıtları ve konferansları, ölümünden kısa bir süre sonra, Bollingen Vakfı’nca bir araya getirilerek, “The Collected Works” adıyla yayımlandı. Jung’un Freud’dan ayrıldığı başlıca noktalar libidonun doğası ve bilinçdışı idi.
PSİŞE VE KOLLEKTİF BİLİNÇALTI
Psişe:
Jung ekolünde kişiliğin tümü psişe olarak adlandırılır. Latince kökenli olan bu sözcük o dilde ruh anlamına gelse de günümüzde daha çok zihin sözcüğünü karşılamaktadır. Psişe bilinçli ya da bilinçdışı, tüm duygu, düşünce ve davranışları içerir. Psişe birbirinden farklı biçimde çalışan, ancak birbiriyle etkileşim durumunda bulunan sistemlerden oluşur: Bilinç, Kişisel bilinçdışı; kolektif bilinçdışı. (Gençtan, 2000).
Kolektif Bilinçaltı:
Fobiler hakkında izlediğim bir belgeselde çiçek fobisi olan insan olmadığı söyleniyordu. Bu belgeselde İngiltere ve Avrupa ülkelerinde fare fobisinin en yaygın fobiler arasında olduğu belirtiliyordu. Peki neden Avrupalılar’da çiçek fobisi görülmez de fare fobisi yaygındır. Belgeselde bu konuda görüşü alınan psikologlar şöyle diyordu: “Bunun nedeni muhtemelen Avrupa’da orta çağda yaşanan veba salgınlarıdır. Veba salgınından dolayı İngiltere’de bir zamanlar nüfusun % 40’ı ölmüştü. Demek ki bazı olaylar kolektif bilinçdışımızda fobi olarak kalabiliyor.”
Jung psikoz vakaları ile çalışıyordu ve bireysel bilinçdışı kavramının şizofreniyi açıklamaya yetmediğini gördüğü için kolektif bilinçdışı kavramını ortaya koydu. Felsefe din ve mitoloji bilgisi çerçevesi içinde, şizofrenilerin sabuklamalarını karşılaştırmalı olarak inceledi. Aralarında birtakım paralellikler buldu. Şizofreninin kişisel bastırma ile, ilk çocukluk çağları olayları ile açıklanamayacak bir nedene dayanması, zihinde daha derin bir düzeyin (kolektif bilinçdışı) gerektiğini düşündürüyordu. (Fantino & Reynolds, 1975)
Jung’a göre bir insanın yılandan ya da karanlıktan korkması için yılanla karşılaşmış ya da karanlıkta kalmış olması gerekmez. Yılandan ya da karanlıktan korkma eğilimleri, atalarımızın kuşaklar boyu yaşantıları sonucu bize aktarılmış ve beyin dokumuza işlenmiştir. (Gençtan, 2000)
Jung’a göre içinde doğduğu dünyanın genel bir imgesi, doğduğu anda insanın içinde zaten vardır. İnsan dış dünyasında içsel imgelerinin karşılığı olan nesneleri tanıdıkça, bu imgeler bilinçli gerçeğe dönüşürler. Örneğin, çocuk dünyaya geldiğinde kolektif bilinçdışındaki anne imgesi sayesinde annesini derhal algılar ve onunla ilişkiye geçer. Dolayısıyla insanın algı ve eğilimlerdeki seçiciliği kolektif bilinçdışının içeriğiyle açıklanabilir. Bazı şeyleri kolaylıkla algılamamızın ve onlara karşı belirli tepkilerde bulunmamızın nedeni, kolektif bilinçdışında var olan eğilimlerimizidir (Gençtan, 2000)
Jung’a göre kişiliğimizdeki en etkili güç tüm insanlık tarihinin deneyimlerini kapsayan kolektif bilinçaltımızdır. Jung’a bilinçdışı kavramını bir ada benzetmesi ile açıklardı. Adanın görünen kısmı bilincimizdir. Okyanus kolektif bilinçdışıdır. Ara sıra görülüp ara sıra yok olan kumsal ise bireysel bilinçdışıdır.
Kolektif bilinçdışı Jung’un psikolojiye en orijinal katkısı olmuştur. Jung’a göre kişisel bilinçdışı baskılanmış çocuksu isteklerden oluşmaktadır. Ancak Jung’a göre insanın düşüncesi ve beyni yalnızca kişisel bilinçdışının etkisi altında değildir. İnsanın düşüncesine ve beynine evrim etki etmiştir. Kolektif bilinçdışı tüm insanlar için ortaktır. Kolektif Bilinçdışı kavramını Jung’un sözleri ile daha iyi açıklayabiliriz:
“Hayvan basamağının tüm evrelerini aştık; bedenimizde bunların izlerini hala taşırız; örneğin insan cenininde hala solungaçlar bulunur. Atalarımızdan anı olan bir dizi organımız vardır; örgenleme düzlemimiz solucanları andırır, biz de de sempatik sinir sistemi bulunur. Böylece, beden ve sinir örgümüzün yapısında tarihsel soy kütüğümüzle karşılaşırız. Geçmişin izlerini taşıyan ruhumuz için de bu böyledir. Kuramsal olarak ruhumuzun yapısından hareketle tüm insanlık tarihini baştan sona yeniden kurabiliriz. Çünkü bir kez varolan her şey, içimizde hala varlığını sürdürüyordur.” (Jung, 1962)
Kompleks Kavramı:
Kişisel bilinçdışındaki deneyimler gruplaşarak komplekseri oluştururlar. Bir kompleks aslında kişiliğin içerisinde şekillenen daha ufak bir kişiliktir.
ARKETİPLER
Arketip, ilkörnek (prototip) sözcüğüyle eşanlam taşır. Kolektif bilinçdışının içeriği arketipler terimiyle adlandırılır. Arketipleri eğer bir benzetme ile açıklamak gerekirse, banyo edilmesi gereken negatif filmleri andırırlar. Gerçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda, bu belirsiz imgeler cansız varlıklara dönüşürler. (Gençtan, 2000)
Jung birbirini etkilemesi imkansız olan kültürlerde dahi ortak semboller keşfetmiştir. Jung aynı sembolleri hastalarının rüyalarında da gözlemlemekte idi. Dolayısıyla arketipler düşüncesini dile getirdi.
Jung’un tanımını yaptığı arketipler arasında, doğum, yeniden dünyaya geliş, ölüm, güçlülük, sihir, kahraman, çocuk, üçkağıtçı, akıllı ihtiyar, toprak ana, dev gibi imgeler, ağaçlar, güneş, ay, rüzgar, ırmak, ateş, ve hayvanlar gibi doğal objeler, yüzük ve silah gibi insan yapısı objeler sayılabilir. Jung’a göre arketiplerin sayısı, gerçek yaşam olaylarının ve objelerinin sayısına eşittir. Her insan aynı temel arketip imgelerine sahiptir (Gençtan, 2000).
Yukarıdaki arketiplerden yüzük, sihir, çocuk, güçlülük, akıllı ihtiyar, dev, ağaçlar bana Yüzüklerin Efendisi filmini çağrıştırdı. Bu filmin hem çocuklar hem yetişkinler tarafından bu kadar sevilmesinin nedeni arketiplerimiz olabilir mi?
Jung’un tanımladığı pek çok arketipten dördü diğerlerinden daha fazla ortaya çıkmıştır çünkü bu arketipler kişiliğin oluşumunda çok önemli rol oynarlar. Bu arketipler yüksek düzeyli duygusal anlamlarla doludur. Bu arketipler persona, anima, animus, gölge ve bendir.
Presona:
Kelime olarak maske anlamına gelir. Persona başkaları ile ilişkiye geçtiğimizde giydiğimiz bir maskedir ve bizi topluma görünmek istediğimiz şekilde sunar. İnsanın kendisi olmayan bir kişiliği yaşamasıdır. Bir kimseye bile dostça davranmamızı sağlar. İnsanlar genellikle evde kendileri olurlar ancak çalışma ortamında bu maskeyi takarlar. Bir insanın evde, okulda, ve arkadaşlık ortamında farklı farklı maskeleri vardır.
Personanın kişiliğe zararı da olabilir. Örneğin bir insan taktığı maskeyi fazla benimseyerek oynadığı role kendini fazla kaptırırsa kişiliğin diğer bölümü bir yana itilir. Personasının aşırı egemenliği altına girmiş biri kendine yabancılaşır ve sürekli bir gerilim yaşar. Bu bağlamda egonun persona ile özdeşleşmesine “şişme” denilir. Böyle bir insan, rolüne kendini fazla kaptırdığından kendine aşırı önem vermeye başlar ve rolü diğer insanlarında oynamasını ister. Bu tür insanlar geçimsiz bir patron veya sert ve otoriter bir baba olurlar.
Anima ve Animus:
Jung’a göre insan karşı cinse ait niteliklere de sahiptir. Anima arketipi erkek psişesininn kadın yönün, animus arketipi ise kadın psişesinin erkek yönüdür. Bu arketipler insanın karşı cinsi anlayabilmesine yardımcı olmuştur. Uyumlu bir insanda karşı cinse ait yönler davranışlara da yansır.
Jung’a göre her erkek kendinde doğuştan var olan kadın imgesine (anima) uyan kişileri evlenmek için tercih eder. Kadın ise kendi animusuna uyan erkeklere yönelir.
Gölge:
Gölge insanın temel içgüdülerini içerir. Kişiliğimizin hayvana benzeyen yanıdır. Hayatın daha alt şekillerinden bize kalan mirastır. Uygar olabilmemiz için gölgemizdeki hayvansı eğilimleri evcilleştirmemiz gerekir. Gölgenin olumlu tarafı insani gelişim için gerekli olan spontanlığın, yaratıcılığın, içgörünün ve yoğun çoşkuların kaynağı olmasıdır. Ego ve gölge işbirliği yaptığında kişi kendini yaşam dolu ve canlı hisseder. Gölgenin red edilmesi kişiliğin sönük kalmasına neden olur.
Ben:
Ben arketipi, Jung’un kolektif bilinçdışı üzerindeki çalışmalarının en önemli ürünüdür. Jung ben’i kendini gerçekleştirmeye yönelik bir dürtü olarak ele almıştır. Jung ben’i (self) sistemdeki en önemli arketip olarak ele almıştır. Bilinçaltının tüm yönlerini dengeleyen ben, kişiliğin tüm yapısına birlik ve istikrar kazandırır. Ben her zaman tam bir bütünleşmeye çabalar. Bir insan kendisini uyum içinde hissedebildiği zaman ben görevini iyi yapıyor demektir.
Jung ben arketipinin orta yaşa kadar çıkamayacağına inanmıştı. Jung hepimizin ulaşmaya çalıştığı tam bir birlik ve bütünlüğün çeşitli kültürlerde defalarca rastlanılan bir sembol olan bütünleşme çemberi (mandala) veya sihirli halka ile temsil edilebileceğini söylemişti.
MANDALA
Bireyin bilinçli veya bilinçdışı bütünselliğinin simgesidir. Çember, haç ve Jung’un da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle sembollenmiştir. Mandala, meditasyonda, dikkati merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir çizimdir. Aşağıda mandala resimlerimden örnekler yer almaktadır.
Mandala
KİŞİLİĞİN İŞLEYİŞ BÖLÜMLERİ ARASINDAKİ ETKİLEŞİMLER
Kişilik bölümleri kendi aralarında sürekli iletişim ve etkileşim içindedirler. Bu iletişim ve etkileşim üç ayrı biçimde meydana gelebilir.
1- Ödünleme: Bir bölüm diğer bölümün güçsüzlüğünü ödünleyebilir. Bilinçdışı kişilik sistemindeki zayıflıkları sürekli ödünlemeye çalışır. Buna içedönük davranışlar sergileyen birinin rüyalarının dışadönük olması iyi bir örnek olabilir.
2- Bir bölüm diğer bölüme karşı çıkabilir.
3- İki ya da daha fazla bölümler birleşerek bütün durumuna gelebilirler. (Gençtan, 2002)
RUHSAL İŞLEVLER VE PSİKOLOJİK TİPLER
Jung ruhsal işlevleri dörde ayırmıştır: Düşünme, hissetme, duygu ve sezgi. Bu dört işlev iki tutumla karışımlar yaparak, bir insanın bilinçli varlığına anlatım verebilmesi için sekiz ayrı seçenek oluştururlar. Jung bu seçeneklerden hareket ederek sekiz ayrı insan tipi tanımlamıştır.
PSİKOLOJİK TİPLER
1) Dışadönük Düşünen Tip: Bu tipte bir insanın yaşamına nesnel düşünceler egemendir. Enerjisini öğrenmeye ve nesnel dünya hakkında bilgi toplamaya yönelten bilim adamı bu tipe örnek verilebilir. Bu tip insan diğer insanlara soğuk ve kendini beğenmiş bir izlenim verebilir.
2) İçedönük Düşünen Tip: Bu tipte insanın düşünceleri kendine dönüktür. Kendi benliğinin gerçekliğini araştıran bir filozof bu tipe örnek oluşturabilir. Düşünceleri ile baş başa kalmak ister. İnsanlar onu pek ilgilendirmez. Genellikle inatçı, bildiğini okumak isteyen, hoşgörüsüz, gururlu, çevresindekileri küçümseyici tutumları olan, iğneleyici ve yaklaşılması güç bir insandır.
3) Dışadönük Duygusal Tip: Bu tipe kadınlar arasında daha sık rastlanır. Duygular düşüncelere egemendir. Kaprisli olma eğilimindedirler. Ortaya çıkabilecek küçük bir değişiklik duygularının değişmesine neden olur. Duygusal tepkileri çok değişkendir. Sürekli kendilerinden söz eden ve gösterişi seven insanlardır. Sevgileri kolayca nefrete dönüşebilir. İnsanlara kolay bağlanabilirler ve kolayca bu bağı yok edebilirler. Modayı severler. Düşünce işlevleri gelişmemiştir.
4) İçedönük Duyusal Tip: Bu tipe de kadınlar arasında sık rastlanır. Bu tipe de kadınlar arasında sık rastlanır. Bu tip insanlar duygularını dış dünyadan saklayan, sessiz, ilgisiz, ilişki kurulması güç ve anlaşılması zor insanlardır. Genellikle melankolik bir havaları olmalarına karşılık, aynı zamanda, kendine yeten ve iç huzuru olan kişiler izlenimi de verebilirler. Gerçekte derin ve yoğun duygularla dolu olduklarından, arada bir ortaya çıkan duygusal patlamaları çevrelerindeki insanlarda şaşkınlık yaratır.
5) Dışadönük Duyusal Tip: Daha çok erkeklerde rastlanır. Gerçekçi pratik ve aklına koyduğunu yapan kişilerdir. Dış dünya gerçekleri ile ilgilenir ancak bunların ne anlama geldiği üzerinde fazla düşünmezler. Zevk ve heyecan veren şeyleri severler ancak duyguları yüzeyseldir. Dış dünyadan gelen uyaranlara dönük yaşarlar.
6) İçedönük Duyusal Tip: Kendi duyularına yönelik ve dış dünyadan uzak yaşamaya çalışırlar. Kendi iç dünyalarını dış dünyadan daha ilginç bulurlar. Sakin edilgin, kontrollü biri izlenimi veren böyle insanlar duygu ve düşüncelerinin kısırlığından dolayı diğer insanların dikkatini pek çekmezler.
7) Dışadönük Sezgili Tip: Genellikle kadınlarda rastlanır. Değişken bir karaktere sahiptirler. Yeniliğe bayılırlar ancak her türlü yenilikten de çabucak sıkılırlar. Davranışlarına sezgi yön verir. Düşünce işlevleri kısırdır. Aynı işte uzun süre çalışamazlar.
8) İçedönük Sezgili Tip: Bilmece gibi insanlardır. Kendinse göre değeri anlaşılmamış bir dahidir. Etrafındaki insanlar tarafından çözülmesi güç bir bilmece gibi algılanırlar. Bu tipe genellikle artistler arasında rastlanır. İnsanlarla iletişim kuramazlar.
TEDAVİ VE PSİKOTERAPİ KURAMI
Analitik psikolojinin terapist için koyduğu temel ilke, önyargıları ve kalıplaşmış kuramları bir yana iterek, hastanın bilinçdışını dikkatle izlemeye çalışmaktır. Analitik psikoterapi belirli bir kuram izlemez. Jung terapiyi insanın kendini tanıması ve yeniden biçimlendirmesi olarak görmüş ve katı kavramlarla sınırlanmasının doğru olmadığını vurgulamıştır.
Jung psikoterapide sonuç alınabildiği sürece her yolun geçerli olduğuna inanmıştı. Terapist olarak Jung kitaplarının aksine belirli bir yöntem ve disiplin izlemeksizin çalışırdı. Bir hastasının terapisinde izlediği yolu bir ikinci hastasına uygulamazdı. Yöntemlerini sürekli düzeltir, değiştirir ve yenilerini yaratırdı. Bir kez, gecelerdir uyuyamadığından yakınan bir kadına ninni söylemiş ve uyumasını sağlamıştı. Jung’un seans odasında insanlar dans etmişler, şarkı söylemişler ve çalgı çalmışlardır. Analitik psikoterapinin sınırları çok katı olmasa da bazı ilkeleri vardır.
Tedavi, hastanın bilinç dünyasının ayrıntılı bir sorgulaması ile başlar. Bundan sonraki aşamada hastanın bilinçdışı ele alınır. Bu dönemde kişi iç dünyasına kendi denetimi dışındaki güçlerin egemen olduğunun farkına varmaya başlar. Bilinç ve bilinçdışındaki karşıt güçlerin giderek uzlaştırılarak üçüncü bir kimliği oluşturabileceğini fark etmek hastaya umut verir. Bilinçdışı güçlerin tanınabilmesi amacıyla kişinin rüyaları ve düşlemleri yorumlanır. Bu yorumlar yalnızca geçmişe yönelik bir içerikle sınırlanmaz, kişinin geleceğe yönelik tasarımlarını da içerir. Tedavi hastanın bilinçdışının götürdüğü yönde gider. Rüyalar analitik terapinin en önemli analiz araçlarından biridir.
Psikoterapide akla gelebilecek her türlü konu konuşulabilir. Analitik psikoterapide her türlü psikolojik çözümleme duygusal yaşantılar üzerine yapılır. Düşünce yoluyla anlayış kazanma yetersiz bir yöntemdir. Önemli olan ruhsal gerçekliği duygusal olarak yaşamaktır. Analiz sürecinin temel amacı bilinçdışındaki olguları bilince çıkarmaktır.
Analitik terapide hasta ile terapist arasında etkin bir iletişim vardır. Eğer terapist faydası olacağını düşünüyorsa kendi özelini hastası ile paylaşabilir.
Dostları ilə paylaş: |