YAZIMIN USTASINI YİTİRDİM
"Yazı insan kişiliğinin aynasıdır.
Güzel yazı, fikir ve dil olması
yönünden kafayı, sanat olması yönüye de
duyguları etkiler."
Ethem AYDIN
İvriz Köy Enstitüsü'nde Resimİş öğretmenim Ethem Aydın'ı 27 Kasım 2002 günü bir trafik kazasında yaşamını yitirdiğini geç haber aldım. Bu değerli öğretmenimin ardından bir yazı yazmak için elime ne zaman bir kalem alsam, ona olan duygularımı bir türlü ifade edemedim. Meğer ne zormuş sanat aşığı, insanlık sembolu, yaşam dolu öğretmenim Ethem Aydın'ı anlatmak!.. Dünyada en zor şeylerden birinin de vefa borcunu ödemek olduğuna bir kez daha tanık oldum.
Herkes benim yazıma imrenir. Bazı dostlarım "Angı, artık bu yazı kalmadı" derler. Ethem Aydın öğretmenim derslerinde öğrencilerine iyi bir yazı becerisi kazandırmak için ne güzel temrinler yaptırırdı. Bu çalışmalarımızı, gelinlik bir kızın el işlerini çeyiz sandığında sakladığı gibi, ben de öğretmenimin tutturduğu yazı defterimi ve Resimİş dosyamı ogün bugündür saklarım. Bu çalışmalarımızı bu günlerde belleğimden çıkardım defalarca karıştırdım karıştırdım, o günleri anımsamaya çalıştım. Fakat bir türlü doyamadım!..
Ethem Aydın, 1920 yılında İçelMut doğumlu olup, Adana Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra, ailesinden habersiz Gazi Eğitim Enstitüsü'nün Resimİş bölümüne girmiştir. Öğretmenlik yaşamına Kars Lisesi'nde başlamış, Adana Düziçi, Konya İvriz Köy Enstitüsüleri, Mersin Tevfik Sırrı Gür Lisesi, Adana Erkek Lisesi Resimİş yanısıra bazende Fransızca) öğretmenliği yaptıktan sonra, 1980 yılında emekli olmuştur.
Memurluktan emekli olmuş ama sanattan asla!.. Yaşamının sonuna kadar elinde fırçayı düşürmemiş; Adana’da kurduğu AYDIN SANAT EVİ'ni yaşamının sonuna kadar sürdürmüştür.
Çukurova’da sanatın her dalında Ethem Aydın 'ın göz nuru, alın teri vardır. Sanat yaşamında 12 kişisel resim sergisi açmış, 7'den 70'e herkese sanat ve insanlık sevgisi aşılamıştır.
Tüm bu etkinliklerinin sonucu olarak:
Adana Altınkoza'da yılın sanatçısı seçilmiştir.
Adana sağır ve dilsiz öğrencilere kurslar açmış, sergiler düzenlemiştir. Bu nedenle Sağır ve Dilsizler Derneği Genel Merkezi'nde şükran plaketi almıştır.
İçel Sanat Kulübü'nün onur üyesi seçilmiştir.
Mersin, Adana ve Mut'ta gösterdiği sanatsal etkinlikler nedeniyle pek çok şükran plaketi ve ödüller almaya hak kazanmıştır. En büyük ödülü de tüm öğrencilerinin ve Çukurovalıların gönlünde sevgiden bir taht kurmuş olmasıdır.
Ethem Aydın sürekli okuyan, düşünen ve uygulayan, Cumhuriyeti, Atatürk İlke ve Türk Devrimini yüreğinde özümleyen devrimci bir öğretmendi. Şiirsel bir Türkçe’si vardı. Dostlarına ve öğrencilerine yazdığı yüreklendirici, yaşama bağlayan mektupları bu türdendir. Örneğin, bir öğrencisine yazdığı mektup şöyle başlıyor:
"İncelikli ve yüreklendirici yazınızı aldım, yine yine doluktum. Duyguların anlatımı zor, dolaşık yumak, ebem kuşağıdır. Bir uç yakaladım sanırsınız, fakat elinizde kalıverir. Başka bir ucu yakalarsınız; ebruli anlatıma yatkın değildir."
Bana da 7 Mayıs 1991 günü yazdığı mektup da aynı yüreklendirici duyguları içeriyor:
"Sevgili Angı,
Göndermiş olduğun kitapları aldım ve çok beğendim. Öğretmenlikle başladığınız bir yaşam biçiminde ben benim diyen bir kişilerin ulaşamadığı bir yerlere gelmişsiniz. İşin daha ilginç yönü, konunuz ilkokul çocuğu!..Daha ne olmasını isterdin ki!..Çalmadan, bir vole peşinde koşmadan, partilere sığınmadan kendi rotanda benim anladığım kadarıyla iyi bir yol almışsın. Kutlar gözlerinden öperim."
Ethem Aydın'ın İvriz Köy Enstitüsü'nden öğrencisi Devlet Güzel Sanatlar Genel Müdürü ve sınıf arkadaşım Mehmet Özel'in 17 Mayıs 2001 günü emekli olurken Kültür Bakanlığı tarafından onuruna görkemli bir tören düzenlendi. Ethem Aydın hocam, bana bu törende tarafımdan okunmak üzere aşağıdaki iletiyi göndermişti:
"Sayın Mehmet Özel
Devlet Güzel Sanatlar Genel Müdürü
ANKARA
Anadolu'nun ulusal kimliği, kıraç topraklarında, doğanın her türlü olumsuzluklarıyla beslenip bilenerek, zamanlar içinde evrensel “Sanat kimliği” onuruna ulaşır.
M.Özel onlardan biridir.
Sizinle anababalar öğünsün,
Öğrenimine katkıda bulunanlar öğünsün,
Yüce Türk Ululsu öğünsün,
İnsanlık öğünsün."
Mehmet Özel'in Resimİş öğretmeni Ethem Aydın'ın bu samimi, onurlandırıcı iletisini tören başlamadan önce kendisine ilettim. Fakat bu iletiyi bana okutmadığı gibi, ne kendisi okudu, ne de başka birine okuttu.
M. Özel, İvriz Köy Enstitüsü'nde okuduğunu göğsünü gere gere söyledi. Fakat bana resim ve sanat sevgisini ilk aşılayan Ethem Aydın'dır diyemedi. Ben onun adına çok üzüldüm. Ben Ethem Aydın öğretmenimi bu durumdan haberdar etmedim. Çünkü çok üzüleceğini biliyordum.
Ethem Aydın gibi bir Çukurova tutkunu olan Yaşar Kemal'in dediği gibi:
"O güzel insanlar güzel atlara binip teker teker uzaklaştılar, gözlerimizden kayboldular."
İşte katıksız Atatürkçü, şövalye ruhlu, yiğit ve mert öğretmenim Ethem Aydın da güzel bir ata binip gözlerimizden kayboldu. Aslında kaybolmadı, elinde fırçası Seyhan nehri kıyılarında, Toros dağının doruklarında, Karacaoğlan’ın göremediği, söyleyemediği güzellikleri tuvaline aktarmaya devam ediyor.
Sevgili Öğretmenim,
Kalemi her elime alışımda, o yapıcı, yaratıcı güzel ellerinizle öğrettiğiniz yazıyı yazarken hep sizi anımsayacağım. Ruhunuz şad, sizi anımsayanlar, anınızı yaşatanlar dilşat olsunlar. Bizler yaşadığımız sürece sizler ölmezsiniz.
Hacı ANGIEğitimci.
Anadolu Manşet Gazetesi, 4Mart2003
Abece eğitim dergisi, Sayı 200Nisan2003
Abdülkadir Kaçar yazıyor:
ÖLÜMÜNÜZLE BİR PARÇAM EKSİLDİ HOCAM,
Adana’mızın, Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği çok önemli bir insan, bir sanatçı olan resim öğretmeni Ethem Aydın’ı yitirdik... Başımız sağ olsun..
Köy enstitülerinden mezun olan Ethem Aydın hoca, öğretmenliğinin son yıllarında (20 yıla yakın) Erkek Lisesinde görev yapmıştı.
Bir gün yaptığımız bir hesaplamada:
Hocam kaç yıl öğretmenlik yaptınız?
Şu kadar yıl
Her yıl kaç öğrenciye resim dersi verdiniz?
Bu kadar yıl
Toplayıp bölüp çarptım, en zayıf olasılıkla 20 bin öğrenciye resim dersi vermiş, pek çok insanların da ünlü ressam olmasını sağlamıştı.
Büyükle büyük, küçükle küçük olan bu saygı değer insan Atatürk ilke ve devrimlerinin korkusuz bir bekçisiydi. Yılmaz savunucusuydu.
1920 doğumlu olan kıymetli Ethem hocam, son 56 yıldır bilgisayar öğrenmişti, duygularını düşüncelerini bilgisayara aktarıyordu.
Öğrenme, yaşama, deneyim, bilim, bilgi, okuma zevkini hep canlı tuttu, dolu dolu yaşadı.
Kurtuluş mahallesinde Ful taksi sokağı (Gülbahçesi’nin arkası) O’nun dünyasını oluşturan güzel bir atelyeydi. Oraya O’nu sevenler, felsefeyi, resimi, konuşmayı, sohbeti sevenler gelip oturur, aylarca günlerce, hatta yıllarca konuşurlardı.
Ethem Hoca Erkek Lisesi’nde resim dersime girmemişti. Ama daha sonraki yıllarda hem oğlu Dt. Murat Aydın’ın arkadaşım olması hem de Adana ’da Aydın Sanat evini açması nedeniyle yıllarca süren sohbetlerimiz olmuştu.
Benim felsefeyle tanışmamı, okuma, araştırma, inceleme yapma, bilime, insana sevgimi, değer vermemi hep O sağlamıştı. Bu değerlerin benden oluşup ortaya çıktığını gördüğünde kocaman kocaman kahkahalar atar sevinirdi.
Çok değerli Ethem hocam, bütün canlılar gibi bir yaşam serüveni izledin. Kendini yeniliklere, çağa, çağdaş uygarlığın gereklerine açık tutup, inanılmazı başardın. Yaşamınla bize aydınlık verdin, düşüncelerimizi bir usta olarak şekillendirdin. Senin ölümünle yaşamımdan bir parça koptu ve yerine asla konulmayacak. Bir annemin, bir de babamın ölümünde bu duyguyu yaşamıştım.
Biliyorum üzülmemizi istemezdin, üzülmemeye çalışıyorum ama elimde değil. Yanında yer ayır, nasılsa bir gün buluşacağız.
Abdülkadir Kaçar.
29.Kasım.2002, Vatandaş gazetesi, sa:3
Didem Nazlı yazıyor:
Yargıdan uzak, sevgiye tuzak bir yaşam; var mı senin gibi yaşayan Ethem Hocam!
1998 senesinin sonbaharında, Kitapkurdu’nda toplanmış, oluşturduğumuz tartışma grubunun amacını belirlemeye çalışıyorduk. Karşımda, yaşça bizden büyük ama ruhen bizden ileri bir bey oturuyordu. “ Grup olarak, tiyatro oyunlarına, senfoni konserlerine gidelim “, diyordu. O an ettiğim bir söze de kızmıştı. Grup dağıldığında üzüntülüydüm. O kimdi, neye sinirlendirmiştim. Farklılığı her haliyle belli olan Ethem Hocayla aynı mekanda tekrar bir araya gelemedim ama ben onun mekanını merak eder oldum. Tanıdıklarımdan ona gideceğimize dair söz aldım ama onunla karşılaşma zamanını kendim yakaladım. Yolda birkaç karşılaşmamızda, heyecanımın mahcubiyetimi bastırmasıyla selam verdim. Nazik, güler yüzlü tavrıyla görünmeyen bir noktaya işaret eder, “ Atölyemi biliyorsunuz, beklerim “ , derdi. Halimi, resim çalışmalarımı sorardı. Beni hatırlıyor mu, karıştırıyor mu diye düşünürdüm ama ileride görecektim ki, o her zaman böyleydi.
2001 yazında, çok defa geçtiğim o sokağın, bambaşka bir dünyaya açıldığını yeni fark ediyordum. Küçük bir dükkanda ona benzeyen bir bey, arka odaya geçmek üzereyken, içeri daldım. “ Merhaba, Ethem Bey mi? “ soruma cevap alamadan, şeftali suyu içmek üzere oturmaya davet edildim. Adımın önemi yoktu ama konuşacak çok şey vardı. Neler yapardım, nerede otururdum, laf lafı açıyordu. Aslında benim anlatacaklarımdan çok, onda dinlenecek şeyler vardı. Telefon numaramı aldı ve “ Memnun oldum Didem “ dediğinde adımı ilk defa görüyordu. O an beni, bu memnun oluştan daha çok mutlu edecek bir şey olamazdı.
Ethem Hocayı ziyaret etmek bırakılamaz, güzel bir alışkanlıktı. Çay saatleri, hemen yakınımızdaki pastahaneden alınan peynirli puaçalar, böylesi bir sohbette tadına vardığım Türk kahvesi, kurallarını öğrenmem gereken tavla çekişmelerimiz, onunla çorba yapmak, pazardan onun için Mut inciri aramak, domatesin yerlisini, ekmeğin taşfırın olmayanını seçmek, biblolarını düzenlemek, kitaplarını karıştırmak, boya kokularını solumak... Ondan öğrenecek çok şeyim vardı ama ondan duyduğum her söz, hayat boyu öğrenilecek, üzerinde düşünülecek boyuttaydı. “ Daha çok küçüksün “, derdi. Ben hiç büyüyemeyeceğim ki...
Mut’u görmeyi çok isterdim ama onun Kayısı Festivali davetini kaçırdım. Bir kere gitmek için epey yeltendim, yardımcı olmak için kolları sıvadı. Mut, doğasının güzelliği bir yana, onun çocukluğuyla doluydu. Eğitimiyle gurur duyduğu ve defalarca anlattığı babası, kardeşleri, köy halkı... Tiyatro oyunlarıyla, meyvesiyle, tarihiyle bambaşkaydı Mut. resmettiği doğduğu evde yaşananlar, onun bakışıyla bir öğretiydi. Köydeki yardımlaşma, kapı önünde duran tezgahtan borca alınan sigaralar, düğünler, savaş yılları, kıtlık, eğitim imkanının kısıtlılığı, sevgiyle, sabırla, hoşgörüyle aşılan zorluklar. Onu dinlemek, bugünü anlamamı, tanımamı sağlıyordu. “ Bunu biliyorum; anlatmıştınız “, dediğimde hep, “ Nereden biliyorsun? “ cevabını alır, susar, anlatılan hikayenin ana fikrine dikkatimi verir, anlatanın heyecanına kapılırdım. Çok sevdiği arkadaşı Hüseyin’le ilgili forma anısı beni hep duygulandırmış, öğretmen arkadaşlarımla da bu anıyı paylaşmama neden olmuştu.
Bir sabah, evden arkadaşıma giderken, yolda Hocam için de yasemin topladım. Paylaşmak üzere sıkma ve ayran aldım. Yiyecekler için, “Orada, bunlara benden daha çok ihtiyacı olan vardır “, dedi.
Cebinde beslediği sincabın yaramazlıkları, köpeği Zeytin’le olan dostluğu, onu verdiği bayanla son karşılaşmasında, Zeytin’in öldüğünü anlaması.
Tesadüfen girdiği işlerle elde ettiği kazançtan duyduğu sıkıntı için mi anlatmıştı bu hikayeyi? Bir kuşun tek amacı karnını doyurmaktır. O, yemek bulup, kediden, sokaktaki tehlikelerden sıyrılıp, ağacına konduğunda, ondan mutlusu yoktur.
O, bir öğretmen, bir arkadaş, hayatı enine boyuna konuşabileceğin bir felsefeci, birinin sırrını diğerine vermeyen bir dost, bir can. Her sıkıntımda, her sevincimde hayat boyu anacağım bir bilge. Hepimiz bir araya gelsek, sizinle olan anılarımızı döksek ortaya, yine de sizi tanımak için yetmez Ethem Hoca.
Hani portremi yapacaktınız, resme başlayacaktım, kütüphanenizi düzenleyip, atölyemizi genişletecektik?
Beraber bisiklete binecektik? Bana kızıyorsunuz, değil mi? Haklısınız... Bana bir bisiklet hediye etmek istediniz ama kabul edemedim. “ Adana bir Didem görmeli “, diyip davet ettiğiniz sabah yürüyüşlerine bir kere eşlik edebildim. Hemen başlamalıydım bisiklete ve yürüyüşe. Çiçeklerin dili, göğün rengi, eşyaların ruhu, her şeyde bir can vardı.
Bir yere gidip geldiğimde, gözlerinizdeki ışıltı ve yaşadıklarımı dinleme isteğiniz; gittiğim yerden aradığımda telefondaki mutluluğunuz. Filmlerle, oyunlarla ilgili yorumlarınız. Bir etkinliğe de beraber gitmemiz olmadı. Dediğiniz gibi, o grupla gidebilseydik.
Dostlarınızı tanımak, ailenizle gittiğiniz tatil anıları, çocuklarınızın okul dönemi, başucunuzdan eksik etmediğiniz kuğulu müzik kutunuzu dinlemek, radyonuzun büyülü sesi, her saat başı duymaya alıştığımız ve duymak için beklediğimiz saatin melodisi... Atölyeye her adım atışımda, bir hikaye yazmalıyım, belki bir romana başlamalı, sizinle bir röportaj yapmalıyım... “ Resim hızlı yapılmaz. Hızlı yapmak isteseydim, fotoğraf çekerdim. Leonardo, Mona Lisa’yı yaparken, her oturuşunda bir çizgi atar, kalkarmış. Sonunda, Mona Lisa’nın kocası sinirlenmeye başlamış”.
Atölyeye adımını atan her kişi, bir tatlı yüzle, bir sıcak sözle, hazırda bir ikramla karşılaşırdı. Çocuklar gelirdi yanına, ellerinde kitaplar, biblolar...
Bir gazete ilanı çıkardınız başımıza. Neymiş, kütüphaneyi toplayacak, resmi sevecek birine ihtiyaç varmış. Üzülmüştüm, benden niye rica etmiyorsunuz diye. Siz de bana kızmışsınız; ilanı durdurmalıymışım. Ben sizin özgürlüğünüzü sevdim. Telefonlar susmamıştı da, en sonunda bana çıkışmıştınız. Kimseyi yormak istemezdiniz. “ Aradığımı bulmak istiyorum“, derdiniz; eşyaların yerlerinin fazla kurcalanmasından hoşlanmazdınız ama dolabın gerilerinde unutulmuş, işe yarar bir eşyayı gördüğünüzde de gözleriniz ışıldardı. Kahvelerimiz için bulduğum o mavi tepsinin sizi sevindirişini fark etmiştim.
Öğretmenler gününden bir gün önce, Pozantı ’ya gitmek için tren istasyonuna varmadan, kapınıza bir torba içinde pembe bir gül ve not bıraktım. Gülü koparırken, gül çalmakla ilgili anlattıklarınızı anımsamıştım. 24 Kasım’da, elimde beyaz çiçeklerle geldiğimde, “ Dün, sana övgü olsun diye bir damla gözyaşı döktüm”, dediniz. “Öğretmenler Günümü ilk kutlayan sensin“ – bir önceki güne gönderme yaparak. “ Öğretmen olmak ne güzelmiş. “
Evet, öğretmen olmak, sizin gibi bir öğretmen, sizin gibi bir sanatçı, bir insan olmak çok güzel!
Son gelişimde, bir tiyatro oyunu öncesiydi. Pek severdiniz böyle etkinliklere gidilmesini. Misafirlerinize ikram ettiğiniz salepten, sokağınıza gelen salepçiden bana da söylemiştiniz. Ayrılırken, o an yapabileceğim bir şey var mı diye sordum. “ Ne kadar iyisin “derken, ayakta, büyük bir gülümseyişle veda ettiniz. Beni ne kadar mutlu ettiniz!
Güleç yüzlü, güneş gözlü Ethem Hocam!
Didem Nazlı, Ağustos2003
Mehmet Serbes yazıyor:
YOLLARA YAYA ŞERİDİ ÇİZİN
Adana’da binlerce öğrenciyi yetiştiren emekli öğretmen ressam Ethem Aydın’ı elim bir trafik kazasında yitirmenin acısını yaşıyorum. Ethem Aydın’ı öğrencilik yıllarımdan tanırım. Bu nedenle eğitim camiasına verdiği katkıları çok iyi bilirim. Yakından tanıdığım ve saygı duyduğum bir öğretmeni Adana ’da tanımayan yok gibidir. Ethem öğretmeni kaybetmenin acısını benim gibi birçok Adanalının yaşadığına da eminim.
Ancak ateş düştüğü yeri yakar derler ya işte öyle oldu. Ailesi bu acıyı daha çok derinden yaşıyor. Ethem öğretmenin yoluğunda ne yapacaklarını düşünüyor aile fertleri. Aile fertlerine ve tüm Adanalılara başsağlığı dileklerimi iletirken, öğretmenin Ethem Aydın’a Allah’tan rahmet diliyorum.
Bilindiği üzere kaza, geçtiğimiz hafta içerisinde Galeria yakınlarında meydana geldi. O bölgede bir alt geçit var, üstten de yay geçidi açılmış. O bölgeye gittim ve gördüm. Yaya geçidinde şerit yoktu. Yaptığım araştırma sonucu da yaya geçidine şerit çizilmediği için bu bölgede sürekli kazalar olduğunu öğrendim. Ethem hocaya özel otomobiliyle çarpıp ölümüne neden olan (*), henüz 22 yaşında. (*) çıkarıldığı mahkemede tutuklanıp cezaevine konuldu. Yani Ethem hoca mezara, ölümüne yol açan sürücü (*) demir parmaklıklar arasına girdi.... Şimdi burada suçlu kim?
Ethem hocanın ölümüne neden olan sürücü (*) mı? Yoksa yaya geçidine belirleyici işaretleri çizmeyen zihniyet mi? Bu konuda elbette ki kamuoyu kararını verecektir. Yeni değerleri yitirmemek için ihmalkarlıklara son vermemiz gerekiyor. Trafik şube müdürlüğü son günlerde AB’ye uyum yasaları çerçevesinde güzel çalışmalara imza atıyor. Kurallara uymayan yayaları da önce eğitmeye çaba gösteriyor ve uyarıyor. Uyarılara dikkat etmeyenlere de gerekli cezayı veriyor. Bu güzel çalışmalarını taktirle karşılıyoruz. Fakat bu tür ihmalkarlıkların ortadan kaldırılması konusunda çalışma yapılmamasını da yadırgıyorum.. Bu konuya da dikkat edilmesi en az yayaların eğitimi kadar önemli. Yetkilileri bu konuda uyarmayı kendime görev biliyorum.
Mehmet Serbes
Akşam Gazetesi, 4.Aralık2002, sa:18
Süreyya Adıgüzel yazıyor:
SAYIN ETHEM AYDIN HOCAM'IN ARDINDAN...
Yaşam, insanlara kendi tarzınızda sevgi vermeniz için bir fırsattır, ve Ethem Aydın hocamız da bunu en iyi uygulayanlardan biridir.
Ethem hocamla bundan üç yıl önce tanışmıştım. Kendisi çok çok iyi, yardım sever, düşünceli, insanları küçümsemeyen ve buna benzer bir çok iyi düşüncelere sahip, dört dörtlük bir insandı.
Ben ne zaman yanına uğrasam, mutlaka bir şeyler ikram etmek ister, ben ne kadar itiraz etsem de biriki şey söyleyip beni kandırırdı ve ikramını yapardı.
Yine arasıra özellikle uğrayıp, yapılacak bir işi veya ödenecek faturalarının olup olmadığını sorardım. Bana, 'zaten senin işin başından aşmış, birde benimle mi uğraşacaksın, yine de düşündüğün için çok teşekkür ederim' deyip beni göndermeye çalışırdı. Ama ben ısrar edip, en azından ödenecek faturaları bir şekilde ikna ederek alırdım. Hayatımda hiç böyle bir insanla karşılaşmamıştım.
Hala, Aydın Sanat evinin önünden her geçişimde, Ethem Hocam sanki içerde oturuyor da, bana selam verecekmiş gibi geliyor. Ama maalesef her geçişimde hayal kırıklığına uğruyorum.
Ayrıca, Ethem Aydın Hocam için hazırlanan bu değerli kitapta, azda olsa bir katkım olduğu için o kadar çok mutluyum ki, kelimelerle anlatamam.
Seni çok özledik Ethem hocam. Nur içinde yat, mekanın cennet olsun...
Seni asla unutmayacağız, daima kalbimizde yaşayacaksın...
Süreyya Adıgüzel
A. Haber ajansı yazıyor:
Emekli Öğretmen Kazada öldü
Adana Erkek Lisesi emekli öğretmeni ressam Ethem Aydın (82), trafik kazasında yaşamını yitirdi. Aydın her gün yaptığı bisiklet sporundan sonra evine döndüğü Fuzuli caddesinde, bir otomobilin çarpmasıyla yaşamını yitirdi. Aydın’ın cenazesi bugün saat 11.00’de Numune hastahanesinden alınıp Kabasakal mezarlığında toprağa verilecek.
Haber Ajansı
Hürriyet gazetesi, 28Kasım2002 Sa3
Nuray Kol yazıyor:
DAYIM ETHEM AYDIN'IN ARDINDAN
Mut'ta büyük bir ailenin fertleriydik. Mut'ta ortaokul yoktu. Silifke'de ortaokulu okumuş dayım. Silifke Mut'a 85 km uzaklıktadır.
Dayım anlatırdı, Silifke’de bir oda kiralamış bir arkadaşıyla beraber, Silifke'nin Pazarkaşı mahallesinde. Mum ışığında çalışırlarmış derslerine. O yıllarda, Silifke'de elektrik yok, kaynak suyu da yokmuş. Göksu ırmağından su içerlermiş.
Dedemi, anneannemi bende hatırlarım. Kalabalık ailenin tek okuyan çocuğu idi dayım. Adana Öğretmen Okulunu bitirmiş, Mut'tan Adana'ya gelmek kolay mı?
Ankara'da Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirmiş öğretmen olmuş. Ben altı yaşındaymışım. İvriz Köy Enstitüsüne tayini çıkmış. Bütün aile çok gururlu.
Teyzemle beni yanına alarak Haruniye'ye götürdüğünü hatırlarım, beni okutmak için; aylık aldığında, bana çikolata aldığını hiç unutmam. Bütün ailenin çocuklarını okutmak isterdi.
Bir yıl sonra aynı okulda öğretmen olan yengemle tanıştılar. Yengem dayımı tavlamak için bana önlükler, elbiseler dikerdi hatırlarım. Mersin'e tayinleri çıktı. Bizde teyzemle beraber Mut'aErmeneğe döndük. Ailesine çok düşkündü dayım.
Biz ailecek 1950 yılında Mersin'e taşındık. Mersin'de yine dayımla beraberdik.
Dayım, yaşadığı yer sevdalısıydı. MutErmenek dedinmi saatlerce konuşur, nasıl hayvan sırtında seyahat ettiğini anlatırdı Mut'tan Ermeneğe ailesiyle giderken.
Babasıyla çok öğünürdü. Büyük babamı anlatırdı bizlere, herkese. Mut'un Din Alimi o derdi. Büyükbabam Mısır’da okumuş. Mut'un hocasıymış. Akıl vereni, çare bulanı, ileri geleniymiş. Sofrasında fakirleri doyuran bir kişiymiş, bende hatırlarım.
Mut'ta ilk Türkçe ezanı okuyan Müderris hocaydı derdi. Ezanı ilk Türkçe okuduğunda, Mut'luların nasıl akın akın gelip babasının elini öptüklerini anlatırdı.
Dayım çok dindardı. Son yıllardaki, bağnaz akıllara, dinin saptırılmasına ve ve saptıranlara çok kızardı. Tarikat yok derdi dinde. Kuranı ayet ayet çok iyi bilirdi. Büyük sanatkardı dayım, kibarca hep öğretmek isterdi. Hiç durmadan okurdu. "İstemeden vermeyin" kıymeti olmaz derdi.
Memleketini, milletini, Atatürk'ü ve ailesini çok severdi. Atatürk'ü saatlerce anlatırdı, bir alimdi o, düşünürdü, her cümlesi mana yüklüydü. Anlamayanlar, kızarlardı alınırlardı konuşmalarından.
Sekseniki yaşında bir çınardı o. Koskoca bir imparatorluğun yavaş yavaş çöküşünü adım adım izliyordum. Her ziyaretine gidişimde bir dahaki sefere bulamama korkusu sarmıştı bu yıl beni. Vefatından bir hafta önce idi. "Nerelerdesin, kardelen gibi özlettin kendini" dedi. Sıhatiyle ilgili soruları olduğunda sorardı bana! Sana soracaklarım var dedi, her zaman tansiyonu düşük olan dayımın, nabzı çok hızlı atıyordu. Şikayetleri tansiyonunun yükseldiğini gösteriyordu. Biliyor musun dedi, babamın öldüğü yaştayım dedi. Yok ben ihtiyarlamadım daha, yok öyle şey, hayat herşeye rağmen çok güzel, yaşamak çok güzel dedi.
Her sabah yirmi kilometre bisikletiyle spor yaptığını söylerdi.
Bu yaz biz bir deniz evi almıştık. Kendisine söylediğimde herkes sofrasında yiyecek ekmek bulamazken yazlık mı alınır demişti, hele bu krizde.
Bir hafta sonu zorla onu yazlığa götürdüm. Ah kızım, neden cennetten bir parça aldığını söylemedin. Ne kadar güzel yerler burası. Tabiata aşıktı, seyretmeye doyamadı. Sabahleyin güneş saçlarını denizde yıkayarak doğdu, siz hala uyuyorsunuz diye bizi uykudan kaldırdı, kahvaltı yaptık.
Son ziyaretine gittiğimde, önümüzdeki hafta yazlığa gidelim, resimlerini yapacağım oraların dedi.
Hep annemi anlatırdı. Kız kardeşlerine çok düşkündü. Ben de annemin kokusu var sende derdim.
Hayatta hiç kimseye yük olmak istemezdi, her kesin yanındaydı. Oğulları ile onların mutlulukları, başarılarıyla hep övünürdü. Kendileri muvaffak oldular hayatlarında derdi.
Hiç kimseden en ufak bir yardım istemeden yaşadı. Kendi kendime yeterim ben derdi.
Kimseye yük olmadan istediği gibi öldü. O şimdi cennette. Nur içinde yat dayıcığım.
Yeğenin, Nuray Kol
Nilgün Aydın yazıyor:
Sevgili babacım,
Babacım diyorum çünkü siz benim için bir kayın peder değil babaydınız. Her zaman Atike ve beni gerçek kızlarınız gibi gördünüz. Sizi düşününce aklıma gelen ilk şey gülen yüzünüz. Zaman zaman bana telefon eder, ne pişirdiğimi sorardınız. Bende “Baba gel Allah ne verdiyse yeriz” derdim. Siz ısrarla mönüyü öğrenir, beğenirseniz “ Ne getireyim diye sorardınız.” Bende “ Sizin gelmeniz yeter.” derdim. Cevabınız ise “klasik lafları bırak” olurdu. O zaman bende “Ağanın eli tutulmaz mesela şamfıstık, baklava olabilir” derdim. Bu cevap hoşunuza gider, o kendinize has kahkahanızı atar ( ho, ho, ho ....) yarım saat sonra da eliniz kolunuz dolu gelirdiniz. Ne kadar kibar, nahif bir insandınız. Oğlunuzun evi olmasına rağmen, gelmeden önce mutlaka bir telefon eder, müsait olup olmadığımı yoklardınız. Murat eve çiçekle geldiği zaman, bilirdim ki bu çiçekler sizin tarafınızdan yollanılmıştır. Sizin yokluğunuza alışmak gerçekten çok zor.
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar
Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeye başlar
Söndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
BIRAKIP GİTTİN BİZİ
SENİ UNUTTUK SANMA
ZAMAN ALIŞMAYI ÖĞRETİR BELKİ AMA
UNUTMAYI ASLA
Nilgün Aydın Gelini
Aykut Hokkacı yazıyor:
BİR HATIRA
Lise son sınıfta, Pazartesi günleri ilk iki dersimiz resim dersi idi. Pazartesi günlerini iple çekerdik. Derse hafta sonu yaptığımız çalışmaları sergileyerek başlardık. Önce hocamız sonra biz sergilenen resimler hakkında teker teker konuşurduk. Hocamız hepimizi kendi kabiliyetimiz ve çabamız doğrultusunda eleştirir, bize şevk ve heyecan verirdi.
Gene böyle bir Pazartesi günü resimlerimizi atelyede dizdik. Hepimiz sulu boya ve yağlı boya, elimizden gelen gayretle yaptığımız resimler için, hocamızın eleştirilerini sabırsızlıkla bekliyorduk.
Ekrem adında bir arkadaşımızda bir karton üzerine, çuvallara marka yazılan koyu mavi stampa boyası ile denize benzeyen bir satıh? boyadığı, gri kartonu mütereddid resimlerimiz arasına koydu.
Hoca sıra ile her resmi, hem kendi eleştirerek, hem de bizlerin eleştirilerini dinleyerek geçti. Sıra Ekrem'in resmine gelince gene aynı ciddiyet ve sevecenlikle Ekrem'i de konuşturarak kritik vermeye başladı.
Necmi arkadaşımız birden söze girdi; "Ama hocam ölçüyü kaçırmadık mı?" dedi. Ethem hoca hiçbir şey söylemeden yürüdü, arşiv görevini de yapan stüdyodaki ufak bölmeye girdi. Biraz sonra elinde Raul Duffy'nin bir reprodüksiyonu ile çıktı, Ekrem'in resminin yanına koydu. Manzaralar farklı fakat, iki resimde üslup aynı idi.
Hoca bize dönerek;
"Bu resmi Duffy yaptı, şimdi Luwr? müzesinde duruyor. Bunu da Ekrem yaptı, Mersin Lisesi Resim atelyesinde karşımızda" dedi.
Hepimiz şaşkınlıkla, sessiz iki resme bakarken; Ekrem'in gözünde beliren o ışıltıyı hiç bir zaman unutamadım.
(1937 İstanbul doğumlu olan Aykut Hokkacı, 1955 yılında Mersin Lisesi’nden mezun oldu.160’da Siyasal’dan mezun olup İller bankası Fen heyeti Müdürü olarak emekli oldu. Halen şehir ve ulaşım plancısıdır. Ethem Aydın onuruna Mersin Sanat klübünde açılan resim sergisinin dört iştirakçısından biridir. Ethem Aydın’ın sadece öğrencisi değil dostudur.)
Aykut Hokkacı, 27022003,ANKARA
Emine Türkcan yazıyor:
MUT'LU RESSAM: ETHEM AYDIN
Telefonlar her zaman güzellikleri iletmiyor. Hiç ummadığınız zamanda ölümü, hiç yakıştırmadığınız bir dostun kara haberini de veriyor. Ethem Aydın Hocanın ölüm haberi de Sevgili Hüseyin Sevim Hocamın, insan sevgisiyle dolu Gazanfer Uğural'ın ölüm haberi gibi telefonla geldi.
Ensesine kadar uzamış saçları, hafif bükük beli, dudaklarının arasında hiç eksilmeyen sigarası, kendine özgü davranışları ile başlı başına bir fenomendi. Konuşmalarıyla sanki yaşıtınız, felsefesi, anlatımlarıyla bir feylozof gibiydi.
Onunla birlikteliğimiz, 5 Haziran 1998'de Mut Kayısı Festivali dolayısıyla açtığım sergim sırasında olmuştu. Üç güzel gün geçirmiştik. Beni gönüllendirmiş, Mut evlerini yaptığım için de son derece duygusal sözler ve iltifatlarda bulunmuştu. Son kez 2002 Şubat ayında Adana Evleri ile ilgili sergimde görüşmüştük. Her zaman olduğu gibi kibar ve gönüllendiriciydi. Öğrenci değilim, ancak büyük bir öğretmen ve sanatçı olduğunu daima hissettirmişti.
Nur içinde yatsın.
Emine Türkcan
Adnan Ateşok yazıyor:
Ethem abi
Sanırım yirmi yaşlarındaydım. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam ediyordum. Beyazıt Meydanı’nın doğu tarafında, Sahaflar çarşısına giden dar sokağa kadar dalları uzamış ulu bir çınar ağacı vardır. Asırlık gövdesi Küllük adı verilen mütevazi bir kahvenin bahçesini süsler. Büyük filozof Neyzen Tevfik, oranın müdavimidir. Kahvenin önünden her geçişimde beni oraya çeken garip bir duyguyla dolardı içim.
O yıllar gençlik rüzgarları ile uçuyordum.hep tozpembeydi renklerim. Resimler çiziyor, şiirler yazıyordum. Koşular koşuyor, boks yapıyordum. Her şeyin en güzel olduğu o çağlarımda doymuyor daha mükemmelini arıyordum.
Bir bahar günü güneşle beraber küllüğe girdim. Neyzen Tevfik çay içiyordu. O’na yakın bir masaya oturdum. Bir zaman geçti aradan, ulu çınarın geniş gövdesine bakarak dalmışım. Buranın mistik havasının gizemini çözmeye çalışıyordum. Bir sesle irkildim. “Selam yok mu delikanlı”. Büyük üstad bana sesleniyordu. “Yanaş bakalım şöyle”. Yanına gittim bir sandelye çektim. Konuştuk saatlerce. Oranın ve O’nun müdavimi olmuştum artık.
Yıllar geçti aradan, yağmurlar yağdı, güneşler açtı. Sisler arasından savrulan anıların ardında parıldayan o birkaç yaprak daima benimle beraber oldular. Bütün tazeliği ile...
İşte böyle Ethem abi, yanaştık bakalım şöyle: selamı da unutmadık bak haberin olsun...
Tavla oynardık seninle. Garip bir tarzın, değişik bir oyunun vardı. Kıstırırdım pullarını bir köşeye, başlardım kendi pullarımı benim tarafıma taşımaya. Kızardın hep. “Yine ökçeni çektin kaçıyorsun Adnan” derdin gülerek.
Peki abi var mıydı böyle ökçeni çekip gitmek ansızın?
Aslında tavla aksesuarıydı işin. Neler konuşurduk neler seninle. Resimden girer, edebiyattan çıkardık. Mut’tan gider Toros’ların karlı tepelerine çıkardık. Barajlar yapar, ağaçlar dikerdik. Çok gerekmiş gibi arıların kanatları bile bize konu olurdu. Durmadan çizerdin, “gel” derdin, “bir bak hele”. Aman abi burası güzel olmuş sakın buraya dokunma derdim. Ne mümkün. Ertesi gün geldiğimde hocanın orayı da değiştirmiş olduğunu görürdüm.. O’nu tanıyordum, O mükemmeli arıyordu biliyorum. Gözgöze gelir gülüşürdük.
Ah hoca ah, mükemmeli yakaladığının farkında olmadan gittin.
Ethem abi seni çok arıyorum. Atölyenin sokağına bile giremiyorum Ne yaptın sen böyle.
Son zamanlarda ağaçlara ormanın derinliğine takılmıştın.
İsterdinki bütün tuvali onlar kaplasın. Koyu renklerde arıyordun dünyanı. Ben figürleri değiştiriyor, mitolojik kurgular yaparak, renklerle yumuşuyordum; görsel çizgileri ve renkleri geri plana alarak düşündüklerimi aktarma çabasında idim. Resimlerime bakar, “sen ekspresyonizmin kucağına düşmüşsün Adnan” derdin...
Minicik bir gök görürdüm ağaçlarının arasından, hep şafak olurdu semaların. Nereden bulurdun o renkleri Ethem abi. O turuncuları. o mavileri.
Ayakkabı boyayan çocuklar, yoksul çocuklar gelirdi yanına. Tavlanın en heyecanlı anında, oyunu bırakır kalkar, çaktırmadan birşeyler sıkıştırırdın ceplerine. Onlar, O’nun dostları idi. Misafirlerine eliyle kahve yapıp ikram etmek en büyük zevklerindendi.
Arkadaşım, şemsiyen çok büyüktü senin. Kimler girmezdi altına. Hocalar, doktorlar, genç kızlar, bunalmışlar, talebeler, dostlar. Bunun farkında bile değildin.
Almadan veren nadir insanlardandın sen.
Büyük insan, bıraktığın yerden bayrağı alarak çizmeğe devam ediyorum. Bilesin. Renkler dünyasında yine beraberiz.
Evet, o mükemmel bir insandı. Kimse hakkında kötü bir söz söylemezdi. Filozoftu, bilgeydi, arkadaştı, dosttu, insanların rehabilitesi idi.
Adam gibi bir adamdı.
Sana geleceğim Ethem abi söz..... Tavlamıza orada devam ederiz. Hem biliyorsun, en son, şu Hintli yazar ve şair Tagor’dan konuşuyorduk ya, sen O’nu orada bul, üçlü konuşuruz......
Adnan Ateşok
Ressam
Suavi Numanoğlu yazıyor:
Ethem hocamı nasıl anlatmak gerektiğine benim ne aklım, ne bilgim, ne görgüm, ne de düşüncelerim yeter.
O’nu “Evladım, başkasının yolunda giden hiç bir şey bulamaz”, “ Biz, resim ve sanatla uğraşanlar altın aramaya çıkmış adamlar gibiyizdir, bazen bir zerre altın, bazen bakır, bazen demir buluruz, bazen de hiçbir şey” dediği gün daha iyi tanıdım.
Yıl 197475 öğretim yılı.Adana Erkek Lisesi.
Okuldaki resim sergisine tarama usulü ile yapmış olduğum bir çalışmamı koymuştu. Öğüt ve nasihatlerini iyi dinlerdim. “Sen iyi bir çocuksun, iyi dinliyorsun” derdi. Resime olan sevgim saygım O’nunla bir kat daha arttı. Başarılı olduysam O’nun yüzde yüz emeği sayesindedir.
Sanatsal çalışmalardaki hareket noktasını buluşum, insanlarla olan ilişkilerim Ethem hoca ve o dönemin öğretmenleri sayesinde sağlıklı bir temele oturmuştur. Şu anda ben de öğretmenim. Örnek olarak onları almışımdır.
Tartışmasız kültürü, bilge kişiliği herkese örnek olmuş hocam; devir ne devir olursa olsun etik değerlere sonsuz bir saygı ve sevgi beslerdi. O’nun dilinden ve hoş sohbetinden çok ama çok dinledim. Her ne kadar modern yaşam olumsuz etkilese de bu değerlere sahip çıkmak, korumak, geliştirmek gerektiğini hep savunmuş ve öğütlemiştir.
Atölyede otururken, sokakta kağıt toplayan bir genci çağırıp adını sorması, nerelisin dedikten sonra “çalışmak ister misin”. Evet yanıtını alıncada bir kart “bunu yazdığım adrese götür, gittiğin kişi benim öğrencimdir. Sana iş verir” demesi, O’nun toplumsal konulara ne kadar duyarlı olduğunu göstermiyor mu. Bu konunun sonucunu daha sonra kendisine sordum. Bu genç ilgili yere gitmiş, işe alınmış. Tesadüf Karslı olan bu çocuk, daha sonra hocama kaşar peynir hediye getirmiş, teşekkür etmiş.
Kars’ın hocamın gönlünde başka bir yeri vardı. İlk görev yaptığı yerdi. Oraya nasıl gittiğini anlatırdı. Fransızcayı fazla bilmez iken, okul müdürünün kendisine resim dersi yerine Fransızca okutmasını verişini anlatır, yanlışlıklar üzerine duyarlılığını dile getirirdi.! Bu yıllarda Kars’ta cumhuriyet balosunda bir malakan kızına aşık oluşundan, Kars kalesinde resim yapmalarına kadar birçok anısını da benimle paylaşmıştır hocam.
Sözü açılmışken... 2003 yazında Kars’a gitmeyi planlıyorduk. Hocam siz yaşlısınız, oralarda başınıza bir iş gelirse ne yaparım dediğimde, “sizin dağlarınız çok, değilse bir ağaç dibi de mi yok” dedi. Ama ben O’nun yerine de gezeceğim.
Tavla oynardık sık sık. Yenilmeyi sevmezdi. Ama yenilmek için elinden ne gelirse yapardı. Ben de hocam, kumarda kaybeden aşkta kazanır sözünü tekrarlardım. Hocam, daha yenmeye çalışır mı... Ben de çoğu kez yenilirdim. Tavlada hapis oyununu bana kendisi öğretti. Hapisi ondan iyi oynadığımı söylerdi.
Sık sık ziyaretine gelirdim. Aradabir viski ısmarlar, sigarasını aldırırdı. Mide şikayetlerimin olduğunu öğrenince, “oğlum bu mide bizi öldürmeyecek ama ağzımıza da tat vermeyecek” derdi. Yine de içerdik.
Çoğu kere ziyaretimde camı kapıyı tıklatmadan girer otururdum. Sessiz sedasız girdimden haberi olmaz, içerden çıkıp görünce O bana merhaba der, öperdi. O an çok mutlu olduğunu hissederdim. Bir gün yine böyle girip oturdum. Öğlen saati idi. İçerden çıktı, merhabalaştık. Bana “oğlum sen adam olmazsın (sitemli bir şekilde) yat artık gurka. Sen para kazanmasını da bilmiyorsun, çeyizinde de ne varsa koy ortaya sergileyelim” dedi. Oturduk. Konuştuk. Sohbet ettik. Tavla , çay derken sergi için zaman belirledik. 2003’ün ilkbaharında Gizem’li koru’da sergi açacaktık. (Editörün Notu: Ethem Aydın, eski baraj köprüsünün bulunduğu yerdeki çay bahçesine Gizemli Koru ismini verirdi) Ama O sözünde durmadı. Kendi baharını yaşamaya gitti. Nur içinde yatsın. Ben ve dostları bu tasarıyı gerçekleştirmek için çalışacağız.
Bana olduğumdan çok değer veren “Herkes gönül adamı olamaz, ama sen onlardansın” diyen, ama asıl kendisi gönül adamı olan öğretmenim dostum Ethem AydıIn’ı gönlümden hiç çıkarmayacağım.
Suavi Numanoğlu
Editörün Notu: Ethem Aydın’ın vefatından hemen sonra Aydın sanat evinin Suavi Numanoğlu’nun sorumluluğuna verilmesi “editörce” bölümünde anlatılmıştır.
Mehmet Bayraktar yazıyor:
ETHEM AYDIN’ın ANISINA
Güneşli bir gündü. Yaklaşık iki yıl önceydi. Haydar Kılınç’la birlikte yeni baraj bentinin eteklerinden aşağıya nehirin kenarına doğru iniyorduk, yürüyüş parkuruna. O patika yoldan inerken, bisikletini iterek ilerleyen bir amcaya rast gelmiştik.
Merhabalaştık ve ayaküstü kısa bir sohbetimiz oldu. Oldukça şaşırtmıştı beni bu yaşlı amca. Haydar’a “ne kadar güzel değil mi? Bu yaşta doğadan spordan kopmuyor” demiştim. Haydar yürüyüşte benden çok daha kıdemliydi. O’nu ben hep burada bisipletiyle gezerken görürüm demişti.
Aradan geçen iki yıl içinde yürüyüşe gittiğimiz hergün yaşlı tonton amcayla hep aynı yerde karşılaştık ve merhabalaştık. Yazları Adana’nın dışına gittiğimiz için O’nun Adana’da kalıp kalmadığını bilmiyorduk.
Yaşlı tonton amca,hep güleryüzlü ve çok sevecen bir tavırla “merhabalar günaydın canım” derdi.
Kırk yıllık mahalle komşusuyduk sanki. Ama biz O’nun adını nerede oturduğunu, gençliğinde ne iş yaptığını, şimdi nelerle meşgul olduğunu bilmiyorduk. Sanki O’nu o kadar iyi tanıyordukki bütün bunları merak etmiyorduk. Ama O’nu bir gün yürüyüşte görmesek bir eksiklik hissederdik.
O’nun “merhaba, günaydın” deyişlerinde derin bir insan sevgisi ve olgunluk vardı. O tavırda hayata bağlılığın, insan sevgisinin bütün inceliklerini görürdünüz.
Yalnızca bu kadar da değil. Bir frekans uyuşması da vardı herhalde aramızda. O yürüyüş parkurunda yürüyüş yapan onlarca insanla böyle bir iletişimimiz yoktu. Onların bir kısmı tamamen iç dünyalarına kapanmışlar, etraftakilere ilgili değillerdi. Bir kısmı da yaptıkları hareketleri, sesli şarkı söylemek, acayip sesler çıkarmak gibi, etraftaki insanların dikkatini çekmek için yapıyorlardı. Tabiki bu hiç hoşa gider bir görüntü değildi.
İşte bu paracıl düzenin birbirine yabancılaşmış insanları arasında biri bize oldukça insancıl geliyordu.
Yaklaşık 40 gün önce böyle bir yürüyüş esnasında Haydar’a “Bu yaşlı amcanın bisikletiyle bir fotoğrafını çekmek istiyorum” dedim. Haydar da hem oturup biraz sohbet ederiz, kim olduğunu öğreniriz dedi. Sabah evden çıkarken fotoğraf makinemi alacağım ve O’nun fotoğrafını çekeceğim, çok seviyorum yaşlı insanların fotoğrafını çekmeyi Bu yaşlı çınarların tarihe verecekleri son pozlardan biri olacak belkide.
İşte biz böyle düşünüp dururken o unutkanlığımız bizi bir hafta oyaladı. Bir hafta sonra iki gün tonton amcayı göremedik. Bu normal birşey değildi. Eski baraj köprüsünün orada çaycılık yapanlara, çay içenlere soralım dedik. Bir önceki gün, bir gazetede bir trafik kazası haberi okuduğunu anlattı Haydar bey. Tarifi tonton amcaya uyuyordu. O gün yürüyüşü eski baraj köprüsünde bitirmeye ve oradakilere bisikletli amcayı sormaya karar verdik. Çay ocağına vardık. Çay içen yaşlı birisini tanıyıp tanımadığını sorduk. Tanıdığını, iki gün önce trafik kazasında öldüğünü söyledi.
O an yıkıldık. Sanki bizim içimizden bir şeyler kopup gitmişti. Bisikletli tonton amca, sessiz ve gösterişsiz bir şekilde göçüp gitmişti.
O’nun bir fotoğrafını çekememek, bir çay sohbeti bile yapamamak ne kadar üzüntü verdi bize. Hayat küçük bir ihmalimizi bu kadar acı bir şekilde yüzümüze çarpmamalıydı.
Bisikletli tonton amcayı bir trafik canavarı almıştı aramızdan. Bizim memleketimizde ne yayaların, ne bisikletlilerin yollarda bir hakkı var. Bir otomobil eline geçiren, insanları sinek kadar görmüyor Belediye, yayaları hiç düşünmüyor. Böyle bir toplumda insancıl bir yoldaşımızı trafik canavarına kaptırmıştık. Yürüyüş parkuru sakinlerinden bir tepki beklenir, değil mi? Ne gezer....!
Yaşlı tonton amcanın evini öğrenmeli, kimi kimsesi varmı gidip bulmalıydım. O gün ölüm haberini bize veren yaşlı adamdan evini tarif etmesini istedik. Tarifle evini bulduk. Oğlu, dişhekimi Murat Aydın’la tanıştık. Kısa sohbetimizde yanılmadığımızı bir kez daha anladık, günlüğünü okuyunca.
Yitirdiğimiz insan,doğa ve insan sevgisiyle yoğrulmuş,aydın,köy enstitüsü mezunu bir öğretmendi.
Ethem Aydın’dı O.
O’na bu son yolculuğunda bir uğurlar olsun bile diyemedik.
21Ocak2003
Mehmet Bayraktar
Editörün Notu: Sn Mehmet Bayraktar, Ethem Aydın ile sabah yürüyüşü sırasında sadece günaydınlaşan duyarlı bir gazetecidir. Ethem Aydın’ın vefatından sonra isminin bisiklet yoluna verilmesi konusunda göstereceği gayretleri hayret, taktir ve şükranla izliyorum.
Mümin Derici yazıyor:
Merhum Ethem Aydın.
15 senelik komşum ve dostum. Uğramadığım günler “gene çapkınlıkta mıydın” diye şaka yapardı.
Tavla oyununu pek severdi. Sık sık tavla oynardık. Ekseriya yenerdim. Beni yendiği zaman pek mutlu olurdu. Bazan bilhassa yenilirdim. Onu mutlu görmek beni sevindirirdi. Zaman zaman hiç kimseye açılmadığı sırlarını bana açardı. Evliliğindeki ayrılma durumunu üzüntüyle ifade ederdi. Sohbetleri ciddi mevzular ve ilim idi.
Fransızcası iyi idi. Bana olan hitabı ekseriya Fransızca idi. Bazan Fransızca konuşurduk.
Güzel sözleri ezberine alır, yeri geldiğinde söylerdi. Bana okuduğu son şiir şu idi:
Mide tehi ten dürüst,
Kese tehi din dürüst. (Tehi boş anlamındadır)
Yakın bir dost ve iyi bir komşu kaybettim. Rahmet olsun. Unutamıyorum.
Mümin Derici, 20.1.2003Adana
Emekli Banka Müdürü
Tasavvuf musikisi hocası
Sezaver Seçki yazıyor:
Öğretmen Ethem AYDIN
Bazı insanlar vardır.... yaşamın anlamını bulmuş, kendi varoluş nedenini çözmüştür.. Ve bu amaca uygun yaşayarak, görevini yerine getiren insanların gönül rahatlığıyla dünya sahnesinden çekilmeye hazırdır. Çünkü bilirki... artık sevenlerinin kalbindedir, sonsuzluğu yakalamıştır. İşte böyle insanlardan biriydi sevgili Ethem hoca.
Beni etkileyen yönlerinden birkaçını anlatmaya çalışacağım O’nun.... zor olacak ama.... övmemeye özen göstererek... Bunu özellikle vurguluyorum; çünkü övülmeyiş sevmezdi. Hemen bir hikaye anlatarak nedenini açıklardı. O’nda o kadar çok bilgelik dolu hikaye vardıki, hepsini tam da yakışacağı yerde anlatırdı. O’nu dinlerken ince esprilerin tadına varır, hem öğrenirdiniz hem düşünürdünüz. Ve, fikir üretmek durumunda kalırdınız. Ortaya attığı konunun tamda ortasında bulurdunuz kendinizi. O nedenle, O’nunla sohbet etmek çok keyifliydi. Yanından ayrılırken ufkunuzun genişlediğini, zenginleştiğinizi fark ederdiniz. Yanına gelen herkesin kişiliğine uygun yapabilecekleri şeyleri fark ettirme yönü çok güçlüydü. ve inanılmaz ölçüde “yüreklendirme, etkileme” yeteneği vardı. Örneğin, bisiklet almama, sabah sporlarına başlamama neden oldu. Ayrıca, birlikte spor yaptığımız yürüyüş alanını konu alan resimler yapmamızı önererek, kopmuş olduğum resime yeniden başlamama neden oldu. Daha da ötesi, kendisi de aynı bölgeyi konu alan resimler yapmaya başladı ve ortak bir sergi açma fikrini ortaya attı. Böyle bir olayın beni heyecanlandıracağını, gururlandıracağını ve resim çalışmalarıma hız katacağını biliyordu.
Sevgili Ethem hocanın beni en çok etkileyen yönü, son gününe kadar verici olmasıydı. İnsana O’nun kadar değer veren insan az bulunurdu. Çöp karıştıran sokak çocuklarıyla bile dostluk kurmuştu. Onları kahvaltı masasına davet eder, zamanını ve yemeğini paylaşırdı. Hatta onlara bir de “amaç” vermişti. Sokağa atılan değerli olabilecek nesneleri, kitapları getirdiklerinde para karşılığında onlardan satın alırdı.
Sürekli olarak ülke gündemini takip eder, çözümler üretirdi. Bu çözümleri hükümet yetkililerine yazarak katkıda bulunmaya çalışırdı. Onlardan yanıt aldığında çok sevinirdi. Bu yönünden haklı olarak gururla söz ederdi. Ah bir de sosyal demokratların birleştiğini bir görseydim derdi. Bir gururu daha vardı ki en büyük gururu buydu: öğretmenliği ve toplum kazandırdığı öğrencileri. Olumlu etkilediği, yönlerini bulmalarına birebir kendisinin katkısı olan öğrencilerinden bahsederken gözleri parlardı. Ressamlığından çok öğretmenliğiyle anılmak hoşuna giderdi. Şu saptamam çok mu garip olur bilemiyorum ama, aramızdan ayrılmasının tam da öğretmenler günü kutlamalarının yapıldığı haftaya rastlaması çok anlamlı. Gönlüne uygun bir şeydi gibi geliyor bana.
Ayrıca “trafik canavarını durdurmanın bir yolunu bulun, sabah sporu yaparak doğa ile kucaklaşmanın hazzını siz de yaşayın” gibi mesajları da içeriyordu aramızdan ayrılma şekli. Bunları bana söyleten yalnızca sezgilerim değil, O’nun yaşama bakış tarzı da.... Çünkü yaptığı, söylediği her şeyin bir nedeni vardı ve hiçbir şeyin rastlantı olmadığına inananlardandı. Bazı şeyleri kendimizin çağırdığını söylerdi.
Sevgili Ethem hoca’nın beni etkileyen son bir yönünü aktarmadan geçemeyeceğim. 2000 yılında doğum yeri olan Mut’ta çorak bir tepenin ağaçlandırılmasını sağladı (Adana Orman İşletme Müdürlüğü’ne fidan alımı ve dikimi için bağışta bulunarak). Hem doğduğu yere, hem de doğaya olan saygısı ve sevgisi böylesine yoğundu. Örnek alınacak bir duyarlılığa sahipti.
Sevgili Ethem hocanın daha okuyacak çok kitabı, yazacak çok yazısı, boyayacak çok tablosu vardı..... olmadı. Buraya kadarmış.... Umudu ve hayata olumlu bakmayı tercih ederdi. Bu yönüne saygımdan dolayı üzüntümü ifade edemiyorum. Ancak birlikte açmaya hazırlandığımız sergiyi düşününce ister istemez hüzünleniyorum. Öte yandan “sana güveniyorum, sen kendi başına bu işi başarırsın” diyen sesini duyabiliyorum.... yeniden yürekleniyorum.!!
Kendisi şu anda farklı bir boyutta olabilir, ama yaşam tarzıyla ve yaşama bakışıyla o kadar canlı ki... bu sözlerime sevindiğini ve gülümsediğini görebiliyorum. O’nu tanıma şansına eriştiğim için kendimi mutlu sayıyorum.
O ışığın yansımasını bilenlerdendi. Soyadı gibi AYDIN’dı., aydınlıktı. Çevresindeyseniz, isteseniz de istemeseniz de aydınlanıyordunuz. “GÜNAYDIN” sözcüğünü O’nu tanıdıktan sonra manasını idrak ederek kullanıyordunuz. Bu sözcükle her sabah evrendeki tüm varlıklara, taşa, toprağa, kuşlara, çiçeklere, insanlara selam vermek için çıkıyordu sabah gezisine sevgili bisikletiyle. Onlardan da karşılık alıyordu. Bu sevgi alışverişi O’na enerji veriyordu, ve enerjisini ışık olarak saçıyordu, çevresine bulaştırıyordu. Bence O’nun varoluş nedeni buydu ve bunun farkındaydı. O nedenle şu anda O’na şöyle seslenmek geliyor içimden: “ gözün AYDIN Ethem AYDIN, başardın”. Biliyorum ve hissediyorumki ışığın sonsuza kadar parlayacak, aydınlatmaya devam edecek. Seni seviyorum.
Sabah sporunu yapanlara özel değer verirdi. Çünkü bu olayın, kişinin kendine duyduğu saygıyı, sevgiyi gösterdiğini düşünürdü. Uyku yerine böyle bir aktiviteyi seçmek çok önemli bir göstergeydi. Hem sağlam kafa sağlam vücutta bulunurdu... Böylece çevresine daha faydalı olabilirdi.
Sevgili Ethem hoca’dan hafızama kazınan bazı sözlerimizi veya mesajlı hikayelerimizi aktarmak istiyorum:
Tibet’teki dervişlerin yiyeceklerini çevre halkı temin edermiş. Bulundukları yere kadar getirirlermiş. Dervişler sessizce karanlıkta otururlarken, tefekkür ederken, yemeği getirenler onları görmeden geçip gidebilirlermiş. Onun için “öksüreceksinki orada olduğunu anlasınlar” derdi.
Resim yaparken çok fazla yapıp bozmak gerektiğinde bu olayın resim yapmanın doğasından geldiğini ifade etmek için şöyle bir tekerleme kullanırdı: “Atike don dike, söke dike, gene dike”. Her söylediğinde gülüşürdük. Herşeye rağmen pes etmeden, neşeyle resme devam etmeyi kolaylaştıran bir bakış açısıydı. Şimdi ben kullanıyorum bu tekerlemeyi.
Bir keresinde mezarlığa gidip ölülerimize ziyaret görevinden konu açılmıştı. Özel zaman ayırmak gereken bir iş olduğundan şöyle demişti: “Ölülerin değil, sağların sana ihtiyacı var. Zamanını onlar için kullan”.
Masasında çiçeği eksik olmazdı. Ben kendisine çiçek götürdüğümde şöyle derdi: “çiçekler ne zamandan beri çiçek getiriyorlar”. Böylesine kibar ve tatlıydı. Kadınlara çok değer verirdi. Çünkü dünyanın kurtuluşunun kadınların bilinçlenmesiyle gerçekleşeceğine inanıyordu. Çok da haklıydı. Atatürk’ün de dediği gibi anneyi eğitip bilinçlendirdiğinizde aileyi aydınlatmış oluyorsunuz. O nedenle kadınların kendilerine kadınların kendilerine güvenerek mücadele etmeleri gerektiğini vurgulardı.
Unutmadığım sözlerinden bir tanesi de şuydu: “iyi ayakkabı yol yürütür”. Kaliteli yerlerde çalışmak, kaliteli işlerle uğraşmak ve sorumluluk almak insanı büyütür, geliştirir derdi.
Yeniden doğuşu anlatan çok tatlı bir hikayesi vardı:
İkiz bebekler annelerinin karnında konuşuyorlarmış: Oh! ne güzel sıcacık rahat bir dünyadayız. Yorulmadan besleniyoruz. Dışarı çıkma günü yaklaşıyor Tanrım! Dışarda öleceğiz... kimbilir neler bekliyor bizi diye korkarken çıktıklarında bakmışlarki çok daha gemiş ferah bir ortama gelmişler.
Sevgili Ethem hocayı yazmak sonsuza kadar uzayabilecek bir iş gibi görünüyor bana. Ne yazsam O’nu anlatmaya yetmiyor gibi... O nedenle bilinçli olarak nokta koymam gerekiyor. O’nu her an anımsıyorum. Öz Türkçe kullanmaya özen gösterirdi. Sözcüklerin anlamına varmaya çalışırdı. Beyin jimnastiği yapmak için her gün kendine bir sözcük seçerdi. Kök anlamından bazlıyarak yeni sözcükler türetirdi. Ve bunları bir kağıda yazarak düşünmeye başlardı. Boşa geçen bir anı yoktu. Ya bilgisayarın başında teknolojiyi yakalıyordu, ya kitap okuyordu, ya dostlarıyla sohbet ediyordu, ya yazıyordu, ye resim yapıyordu. Hiçbir şey yapmasa düşünüyor fikir üretiyordu. 30 yaşın dinamikliğini, çağdaşlığını 80 yaşına yansıtıyordu keyifle.. ağzında sigarasıyla. Sigaranın kendisine dokunmadığını çünkü dudak tiryakisi olduğunu söylerdi.
Kolay kolay hasta olmazdı. Olduğunda da doğal yöntemlerle kendi kendini tedavi ederdi. Böylece kimseye yük olmazdı. Başkasına yük olmamak çok önemliydi O’nun için. Bence yeni bir dünyaya göçerken de buna dikkat etti.
Bir gün ,,, sonsuzlukta bir yerde.... görüşmek üzere hoşcakal sevgili Ethem hoca.!
İmzamı en sevdiğin sıfatımla atıyorum.
Sezaver Seçki
İngilizce Öğretmeni
Doç. Dr. Mehmet Yılmaz yazıyor:
SEVGİLİ ÖĞRETMENİM, DOSTUM
ETHEM AYDIN
Ellerim boya içinde resim çalışıyordum, telefon çaldı. 'Hay Allah, tam dalmışken yine kim bu arayan' diye söylenerek açtım. Arayan Mersin'den Özlem 'di. Çok kısa bir selamlaşmadan sonra 'sana kötü bir haberim var' diyerek konuya girdi: Sizin öldüğünüzü söyledi. Bisiklete binerken bir araba çarpıp kaçmış. Donup kaldım. Şimdi çekip gitmenin sırası mıydı be hocam?! Daha bir hafta önce telefonda konuşup, yakında görüşürüz diye sözleşmemiş miydik?! Kendime gelmek için koltuğa oturdum.
İki gün önce de Neşet Günal ölmüştü; o akşam hiç bir TV kanalında adı bile geçmemişti. Oysa kimin kiminle, nasıl ve nerede düşüp kalktığının haberleri veriliyordu bütün kanallarda. 'Sanat dünyasının manzarası buydu işte! Tam da bu olayların üzüntüsü ve kızgınlığı içindeyken, üstüne bir de sizin öldü haberiniz iyice moralimi bozdu; insanın bir yakınınıöğretmenini, dostunu kaybetmesi daha acı oluyor. Çalışmayı yarıda kesemezdim; çünkü boya kurumadan halletmem gereken bir bölge vardı. Devam etmek içinse (üstelik tam da Ethem Aydın'ın kanını kaynatacak ateşli bir çıplak üzerinde çalışırken!) şevk kalmamıştı. Ama bitirmek zorundaydım. Bu duygular içinde bir süre daha zoraki çalışmaya devam ettim.
Az sonra Tansel ve Tahir hocalar geldiler; her zamanki gibi yemeğe gittik. Üzüntümü gören Tahir Hoca, o felsefeci edasıyla, 'üzülme Mehmet, adamın ölümü hiç de fena bir ölüm değil; yatağında yaşlılıktan ve hastalıktan ölse daha mı iyiydi yani' diye espiri yaparak aklınca teselli etmeye çalıştı. Akşam, neredeyse aynı sözleri ağlayarak eşim de sarfetti (ne olacak, Tahir hocanın öğrencisi!): 'Tam da Ethem Aydın'a yakışan bir ölüm.' Evet, sorsalardı böylesi (eylem halindeyken) bir ölümü tercih ederdiniz kuşkusuz; ama son konuşmamızda sesiniz o kadar emin ve canlıydı ki!..
Sizinle dostluğumuz 1980'lerde başlamıştı. Adana‘dan sık sık gelip giderken, Mut otobüs terminalindeki bürolardan birinde asılı amatör resimlerimi gördükten sonra tanışmak istemiş ve haber salmıştınız. Yine geldiğiniz günlerin birinde tanışmış ve aynı gün Adana'ya gitmiştik. İlk tanıdığım, işliğini gördüğüm, emekli olmasına rağmen hala sanat heyecanını taşıyan ve bunu etrafına da bulaştıran bir ressamdınız siz Ethem Hoca. Diğer sanatçıların hepsini sizden sonra, sizin yol göstericiliğiniz sayesinde tanıdım. 'Sanatçıdan ziyade, 'öğretmen' denmesini isterdiniz.
Eskiden sık sık mektuplaşırdık; daha doğrusu uzun solukla tek mektup arkadaşım oldunuz. Son zamanlarda telefonlarımız daha sıklaştığı için mektuplarımız iyice seyrekleşmişti. Ama siz 'söz uçar, yazı kalır' deyimine inananlardandınız. Beni yazmaya yöneltmek için günlük tutmamı öğütlemiştiniz. (yıllar sonra nihayet günlük tutmaya karar verdim; ancak ilk birkaç günden sonra düzen bozuldu ve bazen 'aylık', bazen 'yirmi günlük', bazen de 'elli günlük' oldu!). Ama ne olursa olsun, şimdiki makale, çeviri ve kitap yazma maceramda, yazışmalarımızın büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Ne zaman doğrudan, ne zaman 'çaktırmadan' öğreteceğini bilen, gerçek bir öğretmendiniz.
Mektuplarımızda neler yaşamadık ki... İlk yıllarda zarfın içine birkaç kez para da sıkıştırmıştınız. İki insanın arasında yaşanabilecek her şey vardı mektuplarda: sevgi, umut, dayanışma, içten itiraflar, kavga, küsme ve daha neler neler... Hatta aynı gün iki mektup birden aldığım olurdu. Bir ara, gerçekten kızmıştınız. Öyle ki, bana aynı tümce içinde hem 'sen' hem de 'siz' diye hitap ediyor, heyecanınıza yenik düşüyordunuz. Sıcağı sıcağına yaşadığınız ve aceleyle postaya vermek endişesi taşıdığınız için, düzeltmeye de zaman ayırmıyordunuz...
Bu gece onları çıkardım, tekrar okudum. Daktiloda yazılmış olan bazı satırları (izninizle) paylaşmak istiyorum:
'Kıymetli Mehmet. (28.?.1995)'
'Bu mektubunuzu ibretle ve dikkatle okudum, uzun uzun düşündüm ve düşünmekteyim. Demek ki insanı anlamak için henüz çok gerilerde kalmışım...' (...)
'İnanır mısın, şu kadar öğretmenlik ve idarecilik yıllarımda böylesine bir iç yargı bunalımına düşmedim. Anladım ki sen sosyal özürlü olarak yaşamını sürdüreceksin. (...) Ama o odunlaşmış kafan, fikri sabitlerin...' (...) Şimdi seni böyle kabul ediyorum. Böyle seveceğim. Çünkü senin üzerinde geleceğe dönük umutlarım hep var oldu ve olacaktır. Aynı yolun yolcularıyız.' (...)
'... Bana gelince, artık figüratif resim yapamıyorum. Seçtiğim veya boyadığım yarı soyut elemanlar bana görece objeler, çok zamanımı alıyor, çabuk üretemiyorum...' (...)
Geçenlerde Devrim (Erbil) Bey, (İsmail) Tunalı ve (Kaya) Özsezgin bir kahvemi içmişlerdi, iyi şeyler söylediler ama belki de kahvenin bedeli idi... (...)
Kimbilir neler yazmıştım da sinirlendirmiştim değerli hocam, Ethem Aydın. Buraya alınabilecek olan, görece yumuşak tümceleri alıyorum. Başlangıçta oldukça sitemli başlayan satırlar, mektubun sonlarına doğru normalleşip tatlıya bağlanıyor. Ah şu dilimiz yok mu! bu konuyla ilgili olarak, 26 Eylül 1999 tarihli mektubunda da şunları söylüyor. (Bazı satırları aynen aktarıyorum):
"Bütün canlılar vücut diliyle anlaşırlar. (koklaşırlar, dokunurlar, dalaşırlar, sevişirler).
İnsanlarsa konuşarak iletişim yolunu seçmişlerdir.
Dilin ise, anlaşmada çok yetersiz olduğunu biliyoruz.
Bundan neden, sevgimiz de, saygımız da yara alıyor.
Birbirimizi anlamadan yaşıyoruz. Bu bir gerçek!
Yine de aferin bize! (...)
Yine de; her olumsuzluğa karşın, sevgi, konfetimiz olsun."
Sevgili hocam çok haklısınız; şu 'dil' denen şey hepimizin başımızın belası. Evet, farkına olmadan, insanoğlu dili anlaşabilmek için yaratmış yaratmasına da; fakat yine farkında olmadan, dünyayı bu kadar karmaşık hale dil sayesinde getirmemiş mi? İnsan öğrendikçe ve yarattıkça her şeyi karmaşıklaştırıyor. Hayvanların dünyası daha sade, daha doğrudan, daha samimi. Neyseler o; oldukları gibi.
İşte böyle. Sizinle daha bir sürü mektupta bu ve benzeri şeyleri konuştuk, paylaştık. Bakın bir keresinde de ne diyordunuz. (Yine aynen aktarıyorum):
"Şimdi sen sanata soyunmuş bir (Don Kişot)sun, ben de Şanso. Sıra beklemeden yazışalım, fikir değişelim, ben de yeni akımlardan ilgisiz kalmamış olurum. (...)
Bana birikimlerinden gönderme yap (sanat, felsefe, bilim, psikoloji, estetik, anılar, aşkların da olabilir)..."
Hele şu işe bakın! öğretirken, aynı zamanda sonsuz bir 'öğrenme' aşkı içinde olan, bir insan... İşte gerçek bir öğretmen. Boşuna dememişler, 'en iyi öğrenme yöntemi, öğreterek öğrenmedir' diye!...
Son mektubunuz 29.04.2002 tarihli. Altı sayfalık bir deneme taslağı. İnceleyip görüşlerimi bildirmemi istiyorsunuz. Bildirmiştim. Yanıt gelmedi. Sonra bir daha yazışmadık; ama sık sık telefonlaşmayı sürdürdük. En son yüzyüze iki sene önce Altamira'daki sergimde görüşmüştük. Mersin'e gelmemi dört gözle bekliyordunuz. Fakat benim işlerim biraz uzadığı için, dayanamayıp çekip gittiniz işte. Oysa siz benden çok daha sabırlıydınız.
Mersin ve Adana'daki üniversitelerde sanat bölümleri kurulmadan çok önce Ethem hoca, oralarda çoktan bir sanat ateşi yakmıştınız. Ateş şimdi gençlerin de katılımıyla gittikçe büyüyor. Yeni Ethem Aydın'lar dolaşıyor ortalıkta. Evet, 'her ölüm erken ölümdür' ama ben gözünüzün arkada kalmadığına inanıyorum. Üstelik 'tam da Ethem Aydın'a yakışan bir şekilde' gittiniz; yani hareket halindeyken, bisiklet üstünde.
Satırları sizin sözlerinizle bitirmek istiyorum: 'Sevgi konfetimiz olsun.'
Sevgi ve saygılarımla,
Doç. Dr. Mehmet Yılmaz
Süheyla Tümöz yazıyor:
HOCAMA SEVGİLERLE,
İnsanların hayati inkişaflarını sürdürürken birçok iniş çıkışları yaşadığı, zorluklar karşısında ise çok kötü günler geçirdiklerine tanık olmuştum. Bilgisi ve uğraşları çok olan kişilerin bu zorlukların üstesinden kolay geldiklerini görmüştüm. Bu neden büyük rol oynasa gerek tek çocuğum olan Ülkü'ye diğer eğitimlerinin yanında özel müzik ve resim dersleri aldırmak istemiştim. Müzik dersleri alırken, bir arkadaşıma bu düşüncemden bahsedip, iyi bir resim hocası aradığımı söylemiştim. Bana sizin adınızı ve telefonunuzu vermişti ve sınavla öğrenci kabul ettiğinizi bildirmişti. Randevu alıp gelmiştik kızımla. Atölyenize ve kızım Ülkü'yü talebeliğe kabul etmiştiniz.
O yıllar baraj caddesinde oturuyordum. Her Cumartesi sabahı kızımı atölyenize, derse bırakıyordum. Bense vitrin bakıp zaman öldürüyor, ders sonu ise kızımı alarak eve dönüyordum. Böylece haftalar geçip, çetin kış günleri gelmişti. Havanın çok kötü olduğu ve de rahatsız olduğum bir gün kızımı yine atölyenize derse getirmiştim.
Hocam! bir kenarda bekleyebilir miyim? Diyerek izin istemiştim sizden. Siz ise;
Çocuğun dikkatini dağıtması bakımından anlaşmamızda yok, ama hava kötü, bir şeyler karalamak koşulu ile şuraya oturun diyerek, masanızın önündeki sandalyeyi gösterip elime küçük bir resim kağıdı ile kalem tutuşturmuş ve resim yapmamı istemiştiniz. Ben ise;
Hocam, belki on yıl oldu resim yapmadım! Demiştim. Siz ise; Burası resim yapılan bir atölyedir, boş oturamazsın, bir şeyler çizmek zorundasın diyerek, kızımın yanına gidip bir şeyler öğretmeye başlamıştınız. Bu arada ben bildiğim kadar, bir çok farklı konular çizerek, kağıdı doldurmuştum, ve sizi izlemeye koyulmuştum. Bir ara arkanızı dönüp benim boş oturduğumu görünce kızmıştınız. Ben ise, kağıda resim çizip bitirdiğimi söylemiştim. Gelip bakmış ve inanmayarak kızmıştınız. Ve,
Bu kadar kısa zamanda, bu kadar güzel resmi, on yıl eline kalem almayan biri kafasından yapamaz. Sen bunu evde yapıp getirmişsin, demiştiniz. Cevap vermeme izin vermeden, başka bir kağıt tutuşturup elime, meşhur baykuşunuzu ve objeler koymuştunuz önüme, çizmemi istemiştiniz çizmelerimi. Bir ara kalkıp yanıma gelmiş ve çizdiklerime bakıp tatlı sert çıkışarak,
Ben hocayım! sizde talebemsiniz. Ne bunlar? uzat ellerinizi, döveceğim demiştiniz. Bende ellerimi uzatmıştım mahçupça. İki elinizle ellerimi tutup, münis bir sesle.
Evladım! bu eller dövülecek eller değil, övülecek eller. Ben seni teşvik için kızdım. Seni artık bırakmam, sen benim talebemsin, sana ücretsiz ders verip yetiştireceğim demiştiniz. Eğilip raftan üç dosya çıkarıp,
Bak evladım. Bunlar senden büyük ve tahsilli bayanlar. Biri avukat, biri muhasebeci, biri de öğretmen. Altı yedi aydır ders alıyorlar. Takdir ediyorum zaman ayırdıkları için. Ama çizgiler ortada. Seni tanıdığım kadarı ile, tertipli, iyi bir anne ve ev hanımısın. Ama yeteneklisin. Pastayı, çöreği, dikişi, nakışı bir kenara bırak, resim yap. Zira çok kişi, çok çalışmakla çok güzel resimler yapabilir. Ama yaratma gücü olmaz ise bir yerde kalır. Taklitçi olur. İyi bir yere gelemez. Bu kabiliyet ise sende var diyerek, arkadaşınız, emekli hemşire Fatma hanımın hayat hikayesini anlatarak, kendinizin teşviki ile resme başlayıp, dünyaca tanınan bir ressam olduğunu anlatmıştınız. Bir beni iyi bir ressam olarak görmek istediğinizi söyleyip, beni heveslendirmiştiniz. Ben de;
Hocam, ben kimseye borçlu olmak istemem, ücret alırsanız ders alırım, diyerek bilgilerinizden istifade etmeye çalışmıştım. İlk resim derslerim böylece başlamıştı.
Sizden resim dersi alırken, çeşitli konularda da sohbetlerimiz olmuştu. Derin bilgi ve tecrübelerinizden istifade etmiştim. Sizin bir ara imamlık yaptığınızı ve fıkıh bilgileri öğrendiğinizi anlatmıştınız. Bazı konularda ise, boşa giden uzun zaman harcadığınızı, herşeyin boş olduğunu anladığınızı ve bir sır bulduğunuzu anlatmıştınız. Her iki yanında gizli tehlikelerle dolu olan yüksek iki dağ arasındaki bir geçitten bahsetmiştiniz. Bu sırra götüren geçidi ise, sırları açan sözler olduğundan bahsetmiştiniz. Bir gün bu geçitten geçip, dünyayı özgürce dolaşacağınızı ve sizinle ilgili yapılan çalışmaları, yapacağım güzel resimleri izleyeceğinizi anlatmıştınız. Bir rüya gibi.
Aradan yıllar geçti. Kader beni oradan oraya, bir yaprak gibi savurdu. Her savruluşta haz duydum, vuruluşta ise acı. Çektiğim her acı ise, beni pişirdi, olgunlaştırdı, gerçekleri görmemi sağladı. Kendi ayaklarımın üstünde durmayı başardıktan sonra resim öğrenmeye ağırlık vermek istedim. Bir kaç kez pembe karanfillerle ziyaretinize geldim, atölyeniz kapalıydı. Başka başka yerlerden geç kalmışlığın telaşı ile dersler aldım ve alıyorum. Kendimi iyi yetiştirmeye çalışıyorum. Ve diyordum ki; bir gün iyi bir ressam olacağım. Ressamlar derneğine kabul edilerek, pembe karanfillerle hocamı ziyaret edeceğim. Bak hocam! seni mahçup etmedim, diyeceğim.
Derken.... Diyeceklerim boğazımda kaldı. Acı haberinizi bir arkadaşımdan aldım. Oysa kısa süre önce Atatürk parkındaki şelaleden akan suların dökülüp dalga oluşunu saatlerce izleyip, beynime çizmiş eve dönüyordum. Siz hocamı, bisikletle görüp aktifliğinizden dolayı gurur duymuştum. Ve geçmişi, geleceği o an yaşayıp burkulmuştum.
Her konuda olduğu gibi resimle ilgili bilgilerimi de çoğaltmak için sonuna dek öğrenciniz olacağım hocam. İyi bir ressam olarak, pembe karanfillerle ziyaretinize gelemedim, ama gelecek nesillerin emanetçisi olan çocuklara, birbirleri ile savaşıp, üzülüp yok olmasınlar ve doğruyu bularak, rengarenk çiçekler, mutlu resimler yapsınlar diye, renkli boyalar, defterler dağıttım. Bir zamanlar sizde beni resme teşvik ederek ruhumu renklendirmiştiniz. Ruhunuz şad olsun Hocam!
Süheyla Tümöz, Mayıs2003
Dostları ilə paylaş: |