Di'l-mürselîn'İ (Kahire 1322) bunlara misal olarak zikredilebilir



Yüklə 1,15 Mb.
səhifə15/25
tarix08.01.2019
ölçüsü1,15 Mb.
#91960
növüYazı
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   25

Hafız, Rıdvan'ın firarından sonra hiçbir kimseye vezirlik payesi vermeyip devlet işlerini kâtiplerle yürütmeye çalıştı. Hali­feliğinin son yıllarında da siyasî, askerî ve iktisadî sıkıntılarla mücadele etmek zo­runda kaldı. 1141-1144 yıllarında büyük bir kıtlık oldu; fiyatlar yükseldi. Salgın has­talıklar yüzünden çok kişi hayatını kay­betti. Müstansır-Billâh'ın oğullarından biri, 539'da (1144-45) kumandanların yar­dımıyla halifeliği ele geçirmeye teşebbüs ettiyse de başarılı olamadı. Mısır'ın Saîd bölgesinde Bahtiyar adlı bir emîr de ve­zirliği eie geçirmek için harekete geçti; fakat Hâfız'ın kuvvetleri karşısında yenil­di ve katledildi (54 l/l 146-47). Hafız daha sonra da Mağrib'den gelip Nizâr b. Müs-tansir'ın oğlu olduğunu iddia ederek hi­lâfeti ele geçirmek isteyen bir kişinin kuv­vetleriyle savaşmak zorunda kaldı (543/ 1148-49). Başlangıçta Hâfız'ın kuvvetle­rine galip gelen bu kişi daha sonra yaka­lanıp öldürüldü. Hafız-Lidînillâh 5 Cemâ­ziyelâhir 544 (10 Ekim 1149) tarihinde öl­dü. Kaynaklarda sağlam görüşlü, yumu­şak huylu, mal biriktirmeye düşkün, ilm-i felek ve simyaya ilgi duyan bir halife ol­duğu belirtilmektedir.

109


HÂF1Z-ÜDÎNİLLÂH

BİBLİYOGRAFYA :

Ali b. Zâfir el-Ezdî. Ahbârü'd-düoeli't-mün-/caffa (nşr. Andr6 Ferre"), Kahire 1972, s. 94-101; İbn Hammâd es-Sanhâcî, Ahbâru mülûki Beni 'Ubeyd ue sîretühüm (nşr. Tihâmî Nakara - Ab-dülhalîm Üveysîi, Riyad 1401/1981, s. 106; İb-nü'1-Esîr. el-Kâmit, X, 664-665; XI, 22-24, 48-49, 141; İbn Müyesser, Ahbâru Mışr(nşr. Eymen FuâdSeyyid), Kahire 1981, s. 109-110, 113-141; İbn Hailikân, Vefeyat, III, 235-237; İbnü"d-Devâ-dârî, Kenzü'd-dürer ue câmfu'l-ğürer (nşr. Selâ-haddin el-Müneccld), Kahire 1380/1961, VI. 506-553; Kalhaşendî, Şubhu 'l-a'sâ, 111, 482; VI, 458-463; VIII, 342-346; IX, 291-297, 377-379; X, 458-459; Makrizî. el-Httat, I, 205, 357.440,490-491;

II, 16-19, 203, 448; a.mlf., Itti'âzü'l-hunefâ1 (nşr Muhammed Hilmî). Kahire 1393/1973, 111, 128, 137-197; İbn Tağrîberdî. en-Nücûmü'z-zâhire (nşr. M. Hüseyin Şemseddin), Beyrut 1413/1992, V, 231-277; SÜyûtî, Hüsnü'l-muhâdara. Kahire 1387/1967, II, 608; S. Lane-Poole. A History of Egypt in the Middle Age, London 1924, s. 166-170; W. Ivanovv, Ismaİli Tradition Concerning the Rise of the Fatimids, Calcutta 1942, s. 20; Abdülmün'im Mâcid, Nû?umü'l-Fâtımiyyîn ue rüsümühüm fi Mtşr, Kahire 1955, II, 129-130; a.mlf., Zuhûrü'l-hilâfetİ't'FâUmiyye ue sukütü-hâfiMışr, Kahire 1414/1994, s. 349-355; Cemâ-leddin eş-Şeyyâl, Mecmü'atü't-veşâ'İkİ'l-FâUmiy-ye, Kahire 1958,1, 71-107; S. M. Stem. Fatimids Decrees, Origİnal Documents From the Fâtimid Chancery, London 1964, s. 35-64; a.mlf., "The Succession to the Fatimid imam al-Amir, The Claims of the Later Fatimids to the Imamate and the Rise of Tayyibi Ismailism", Oriens, IV (1951), s. 193-225; Hasan İbrahim Hasan, Tâ-rîhu'd-deutetİ'l-Fâtımiyye, Kahire 1981, s. 176-178; De Lacy O'Leary. A Short History of the Fati­mid Khaiifate, Delhi 1987, s. 223-226; Eymen Fuâd Seyyid, ed-Deuletü'l-Fâtimiyye fi Mışr, Ka­hire 1992, s. 71-107; E. Graefe. "Hafız", İA, V/l, s. 64-65; A. M. Magued, "al-Hâfız", EP (İng.).

III, 54-55. ı—ı

İRİ Ahmet Güner

HAFÎ

Nakşibendİyye tarikatında



emir âlemine ait kalp, ruh, sır, hafi,

ahfâ şeklinde sıralanan

"letâif-i hamse"nin dördüncüsüne verilen ad

(bk. LETÂİF-İ HAMSE). L J

HAFÎ

Mânaya delâleti açık olmakla birlikte



haricî bir sebepten dolayı kapsamındaki fertlerin bir kısmına

delâletinde kapalılık bulunan

lafız anlamında usûl-i fıkıh terimi.

L J


Usûl-i fıkıh âlimleri, İslâm hukukunun iki temel kaynağı olan Kur'an ve Sünnetin lafızlarını dil kuralları açısından ayrıntılı bir incelemeye tâbi tutmuş ve buna bağ-

110


lı olarak lafızla mâna arasındaki bağ ve lafzın hükme delâleti konusunda değişik açılardan metodolojik tasnifler yapmış­lardır. Bunlardan biri de lafzın mânaya delâletinin kapalılık (hafâ) derecesine gö­re yapılan tasniftir. Fukaha (Hanefî) me­toduna mensup usulcülere göre bir lafız kapalılık bakımından az kapalıdan daha çok kapalıya doğru sırasıyla hafi, müşkil, mücmel ve müteşâbih şeklinde dört kıs­ma ayrılır. Bunlar arasında hafi, kelime olarak mânası açık olmakla birlikte kap­samında bulunması muhtemel fertler­den birine veya bir kısmına delâletinde kapalılık bulunan lafızdır.

Hafideki kapalılık çok defa, normal olarak lafzın kapsamında bulunması ge­reken fertlerden birinin özel ve ayrı bir adlandırmaya veya hükme konu ol­masından kaynaklanır. Bu durumda ek­sik veya fazla bazı özellikleri sebebiyle başka adlar alan bu fertlerin lafzın kap­samına, dolayısıyla diğer fertlerle aynı hükme tâbi olup olmadığı açık değildir ve lafızdaki kapalılığın giderilmesi bu yönde yapılacak bir inceleme ve araştır­ma ile mümkün olmaktadır.

Klasik dönem fıkıh usulü literatüründe hafi lafız için belirli örnekler verilir. Bun­lardan biri, "Hırsız kadının ve erkeğin... ellerini kesin" (el-Mâide 5/38) âyetindeki "hırsız" {sârik} lafzıdır. Bu kelimenin çal­ma eyleminde bulunan ve hırsız diye ad­landırılan herkese delâlet ettiği açıktır. Fakat çalma eyleminde bulunmakla bir­likte "yankesici" (tartar) veya "kefen soyu-cu" (nebbâş) gibi özel bir isimle anılan ki­şilere delâletinde ise kapalılık vardır. Bu açıdan hırsız kelimesi hafi bir lafızdır. Çünkü bu kişilerin, hırsızlık lafzının delâ­let ettiği mânadan daha eksik bir fiili işle­melerinden dolayı mı, yoksa o mânayı da aşan bir fiilden dolayı mı başka adlarla anıldıkları konusunda tereddüt bulun­maktadır. Birinci ihtimal doğru kabul edildiğinde hırsız hakkında verilen hük­mün bu kimselere uygulanmaması, ikin­ci ihtimalde ise uygulanması gerekmek­tedir. Usulcüler, bu lafzı ve metodolojik noktadan hareketle yankesicinin gerçek­leştirdiği eylemin hırsızlık lafzının delâ­let ettiği mânayı aştığı, özel gayret ve beceri isteyen bu fiilin hırsızlıktan daha ileri bir suç olduğu, bu yüzden yankesici­nin hırsızla bir tutularak aynı cezaya çarp­tırılması gerektiği konusunda görüş bir­liğine varmışlardır.

Kefen soyucunun durumunda ise ihti­lâfa düşülmüştür. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre kefen soyucunun ay-

rı bir isimle anılması bu eylemde hırsızlı­ğın tam olarak gerçekleşmemesinden dolayıdır. Onun bu fiili gerçekte sahibi bulunmayan ve tam koruma altına alın­mayan, telef olmaya terkedilmiş bir malı çalma gibi sebeplerle hırsızlık sayılma­makta, dolayısıyla onun hakkında hırsız­lık cezası değil ta'zîr cezası uygulanması icap etmektedir. Ebû Yûsuf, İmam Şâfıî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise ke­fen soyucunun özel bir adla anılması, ger­çekleştirdiği eylemin hırsızlığın gerisinde kalan basit bir fiil olarak değerlendiril­mesinden değil, hırsızlık cinsine dahil bir nev'in muayyen bir isimle belirtilmesin­den kaynaklanmakta, dolayısıyla hırsızlık cezasına çarptırılması gerekmektedir.

"Katil mirasçı olamaz" {Müsned, 1, 49; Dârimî, "Ferâ'iz", 41; Ebû Dâvûd, "Diyât", 18) mealindeki hadiste "katil" lafzı hafî-dir. Çünkü burada katil kelimesinin kas­ten adam öldüren kişiyi kapsadığı açık olmakla birlikte sözün söyleniş amacı da göz önünde bulundurulunca hataen, te-sebbüben veya nefsi müdafaa gibi bir sebeple adam öldüren kimseye delâlet edip etmediğinde kapalılık vardır. Dolayı­sıyla katil kişinin hangi şartlarda miras­tan mahrum bırakılacağı konusunda fark­lı görüşler ileri sürülmüştür (bk. MİRAS}.

Hafî lafızların kapalılıklarının gideril­mesi ve taşıdıkları hukukî hükümlerin kapsamlarının belirlenmesi yönünde İs­lâm hukukçularının gösterdikleri ilmî ça­balar, başlangıçta dil ve edebiyat alanın­da kalan teorik bir tartışma görünümün­de ise de sonuç itibariyle lafızlardan hü­küm çıkarmada kullanılan dil kuralları mahiyetinde olup teknik anlamıyla bir tür ictihad faaliyetidir. Ancak bu fikrî ça­balar sonucunda Kur'an ve Sünnet'in nas-larının hukukî kapsamını, mâna ve hük­me delâletlerini belirlemek mümkün ol­maktadır {ayrıca bk. BEYÂN).

BİBLİYOGRAFYA :

Ta'rlfât, "t)fy" md.; Müsned, I, 49; Dârimî. "Ferâ'iz", 41; Ebû Dâvûd, "Diyât", 18; Pezdevî. Kenzû't'UÜşût, I, 51-52; Serahsî, Uşül, I, 167-168; Habbâzî. el-Muğnl s. 128; Sadrüşşerîa, e(-Tavzih, İstanbul 1310, I, 240-241; Molla Hüsrev, Mir'ât (İzmirî. Hâşiyetü'l-Mir'ât içinde), İstanbul 1309, I, 406-408; Emîr Pâdişâh. Teysfr, I, 156-158; İbn Abdûşşekûr, Müseltemü'ş-şubût, II, 20-21; M. Edîb Salih. Tefsirü.'n-nusûş fı'l-fıkhi'l-ls-lâml, Beyrut 1404/1984, I, 230-252; Mahmûd Tevflk M. Sa'd. Delâletü'l-elfâz Hnde'l-usûliyytn, Kahire 1407/1987, s. 379-384; Zekiyüddîn Şa--bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (trc. İbrahim Kâfi Dönmez). Ankara 1989, s. 325-327; İdrîsHa-mâdî, el-Hitâbü'ş-şer'î oe tunıku istlşmârih, Beyrut 1994, s. 128-131. rrı

İmi Salim Öğüt

HÂFÎHAN

Hâfî Hân Muhammed



Hâşim Nizâmülmülkî

(ö. 1135/1722'den sonra)

Müntehabü'l-lübâb adlı eseriyle meşhur olan

tarihçi ve devlet adamı.

L J

Horasan'ın Türbetihayderî kazasına bağlı Haftan Hindistan'a göç eden bir aileye mensuptur. Bundan dolayı Bâbür-lü Hükümdarı Nâsırüddin Muhammed Şah tarafından kendisine Hâfî Han unva­nı verilmiştir. Kitabındaki bilgilerden yak-Iaşık1074'te (1663-64) doğduğu anlaşıl­maktadır. Babası Hâce Mîr, I. Şah Cihan'm küçük oğlu Murad Bahş'ın yakın adamı idi. Hâce Mîr Murad Bahş'ın taht müca­delesine katılmış ve Sâmûgarh Savaşı'n-da (Haziran 1658) yaralanmıştır. Hâfî Han çeşitli devlet görevlerinde çalıştı. Evreng-zîb (1658-1707) ve I. Bahadır Şah (1707-1712) devirlerinde Dekken ve Gucerât'ta memuriyette bulundu. Yarımadanın en önemli limanı ve ticaret merkezi Sûret'-te Bâbürlüler adına kararlar verdi. I. Ba­hadır Şah'ın saltanatının ilk zamanların­da Çampânîr valiliğine tayin edildi (Sto-rey, 1/1, s. 464). Bir ara Mustafaâbâd şeh­rinin eminliğine ve fevcdârlığına getirildi. Nâsırüddin Muhammed Şah İle (1719-1748) iyi münasebetler kurdu. Aynı za­manda Me'âşirü'l-ümerâ' müellifi Sam­sam üddevle Şah Nevâz Han'la da dostlu­ğunu İlerletti. Haydarâbâd'da Nizâmül-mülk Âsafcâh'ın hizmetine girip son gün­lerini burada geçirdiğinden Nizâmülmül­kî nisbesiyle de anılır. Hâfî Han'ın nerede ve ne zaman öldüğü belli değildir. Ancak Müntehabü'l-lübâb'da anlatılan en son olay dikkate alınırsa1136'da(l723-24) ha­yatta olduğu anlaşılır.



Hâfî Han'ın Hint-İslâm tarihine dair Müntehabü'l-lübâb adlı eseri üç cilt­ten ibarettir. I. ciltte Muhammed b. Kâ-sim es-Sekaffnin Hindistan'a ilk seferin­den, Gazneliler, Gurlular, Delhi Türk sul­tanlıkları, Halacîler. Tuğluklular, Seyyid-ler ve Lûdîler'den söz edilmektedir. Bu kısım umumi İslâm tarihlerinden der­lenmiştir. II. cilt Bâbür. Hümâyun, Ekber Şah. Cihangir, Şah Cihan. Evrengzîb, Ba­hadır Şah ve halefleri gibi hükümdarla­rın tarihini ihtiva etmekte ve Nâsırüddin Muhammed'in beşinci saltanat yılında (1136/1723-24) sona ermektedir. Hâfî Han bu kısımda daha önce yazılan tarihler-

den faydalanmış, kendi dönemindeki ha­diselerle ilgili olarak şahsî gözlemlerine de yer vermiştir. İli. cilt Hindistan'daki mahallî hanedanlarla ilgilidir. Müellif ese­rini yazarken daha çok Firişte'nin Târih-i Firişte ve Nûrülhak ed-Dihlevî'nin ZiA-rü'1-mülûk (Târih-i Hakki) adlı eserle­rinden istifade etmiş ve bu arada Dek-ken'e dair önemli bilgiler vermiştir. Mün­tehabü'l-lübâb kaynakları açısından gü­venilir bir eserdir. Hâfî Han, kendi müşa­hedeleri dışında babası ve yakınlarının bilgilerine de başvurmuştur. Eserin en önemli kısmı Şah Cihan ve Evrengzîb'in dönemlerine ait olan bölümüdür. Üslû­bu, muhtasar oluşu ve tarafsızlığı sebe­biyle Şark-İslâm dünyasında beğenilen bir eser olan Müntehabü'l-lübâb, Ab-dülkâdir el-Bedâûnfnin eseri hariç Hin­distan'ın mahallî tarihleri arasında en dikkate değer kitaptır.

Müntehabü'l-lübâb'ın yazmaları hak­kında Storey ayrıntılı bilgi vermiştir. Ese­rin II. cildi. The Muntâkhöb al-Lübâb of Khüfi Khân adıyla Mevlevî Kebîrüd-din Ahmed ve Gulâm Kadir tarafından (Calcutta 1860-1874), III. cildin Dekken'de hüküm süren hanedanlara ait kısmı Mun-tâktöb al-Lübâb byKhâfiKhan adıyla VVolseley Haig tarafından Bibliothece In-dica serisinde (Calcutta 1909-1925) ya­yımlanmış, bazı bölümleri de İngilizce'ye çevrilmiştir (Elliot-Dowson, TheHistory o/7ndia, VII, 211-533; Moinul Haq, "Khafî Khan's History of cAlamglr", JPHS, XII 11964], s. 255-290; XIII [ 1965], s. 44-86, 168-199; XVII 11969|. s. 41-64, 109-140, 251-290; XVIII |1970|, s. 39-70. 140-155, 191-218. 258-300; XIX 11971|, s. 113-144. 175-222).

W. Nassau Lees ("Materials for the His­tory of India for the Six Hundred Years of Mohammadan Rule, Previous to the Foundation of the British Empİre", JRAS, III 11868], s. 414-477) ve H. M. Elliot - J. Dovvson (The History of India, VII, 207-210) Müntehabü'l-lübâb'm 600 yıllık Hint-İslâm tarihi açısından önemi üze­rinde durmuşlardır.

Hâfî Han, Hindistan'daki küçük müs-lüman sultanlıklar ve hanedanlarla İlgili bir eser daha yazmış, ancak bu eser tam olarak günümüze ulaşmamıştır. Kitabın çok küçük bir parçası Londra India Office Library'de bulunmaktadır (Ethe, s. 158). Beveridge, bunun fazla bir değer ifade etmediğini ve muhtemelen Târîh-i Fi­rişte'nin özeti olduğunu söylemektedir

(£/2|İng.|,IV,914).

HAFÎD EFENDİ

BİBLİYOGRAFYA :

Rieu. Catalogue of the Persian Manuscripts, 1, 232-236; Ethe. Catalogue of the Persian Man-uscripts, s. 158; Storey, Persian Literatüre, l/l, s. 460-470; H. M. Elliot - J. Dowson, The Histo­ry of India, Delhi 1990, VII, 207-210; W. Nas-sau Lees, "Materials for the History of India for the Six Hundred Years of Mohammadan Rule Previous to the Foundation of the British Empİre", JRAS, III (1868), s. 414-477; S. Moinul Haq. "Khafî Khan's History of eÂlamgir", JPHS, XVII (1969). s. 4-64; H. Beveridge, "Hâfî Han", İA, V/l, s. 80-81; a.mlf.. "KHwafi Khân", EP (tng.), IV, 914-915. m

m Enver Konukçu

HAFİ SÜLÜS

(bk. SÜLÜS).

r .

HAFID


Mâliki âlimleri

İbn Merzûk ile Ibn Rüşd'ün lakabı (bk. İBN MERZÛK el-HAFÎD;

Ibn rüşd).

HAFÎD EFENDİ ^

(ö. 1811)

Osmanlı kazaskeri ve âlimi.

Asıl adı Mehmed olup dedesi Reîsül-küttâb Mustafa Efendi'ye nisbetle "Ha-fîd" ismiyle meşhur olmuştur. Şeyhülis­lâm Mustafa Âşir Efendi'nin oğludur. Düzenli bir medrese eğitimi gördü. Çe­şitli yerlerde müderrislik ve kadılık yap­tıktan sonra 1799'da İstanbul kadısı ol­du. 1807de İstanbul'da Kabakçı Musta­fa önderliğinde çıkan isyanı destekledi ve

III. Selim'in tahttan indirilmesinde rol oy­nadı. Bu faaliyetinden dolayı yeni padişah

IV. Mustafa tarafından Anadolu kazas­kerliğine yükseltildi. Ancak kısa süre son­ra Alemdar Mustafa Paşa IV. Mustafa'yı tahttan indirince görevinden alındı. İdam­dan Kaptanıderyâ Râmiz Paşa'nın aracılı­ğı İle kurtuldu ve memleketi Kastamo­nu'ya sürgün edildi. II. Mahmud zama­nında affedilerek İstanbul'a döndü. 1810 yılında Rumeli kazaskerliğine getirildi. 21 Aralık 1811'de vefat etti. Babasının, Bahçekapı'daki evinin hazîresinde inşa ettirdiği kütüphanenin bahçesinde bulu­nan mezarı yanına defnedildi. Kabri, bu kütüphanenin kaldırılmasından sonra Fındıkzâde'deki Pîrî Mehmed Paşa Tek­kesi hazîresine nakledilmiştir.

Eserleri. 1. Sefînetü '1-vüzerâ. Osman­lı Devleti'nde kaptan-ı deryalık görevinde

111

HAFID EFENDİ



bulunan kişilerin biyografilerinin kro­nolojik sıra ile verildiği bir eserdir. Türü­nün ilk örneği olan Sefînetü'l-vüzerâ'-da, İstanbul muhasarasına katılan Bal-taoğlu Süleyman Bey'den 1792*de kap-tan-ı deryalığa getirilen Küçük Hüseyin Paşa "ya kadar kaptan paşalardan söz edil­mektedir. Hafîd Efendi eserini Kaptanı-deryâ Küçük Hüseyin Paşa'ya sunmuş­tur. İsmet Parmaksızoğlu, Selînetü'l-vüzerû'yı İstanbul Üniversitesi (TY, nr. 40) ve Süleymaniye (Âşir Efendi, nr. 245] kütüphanelerindeki yazmalarını karşı­laştırarak yayıma hazırlamış, ayrıca Ha­fîd Efendi'nin bıraktığı yerden 1865"te kaptan-ı derya olan Halil İbrahim Paşa'ya kadar bu göreve getirilen kaptan paşala­rın biyografilerini de esere eklemiştir (İstanbul 1952). Z. Kitâbü Cami' fî hak-kı'l-hilâte ve's-saltana. Hafîd Efendi'­nin III. Mustafa'ya ithaf ettiği bu eserinin bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp-hanesi'ndedir (Revan Köşkü, nr. 382). 3. Mehâhü'l-miyâh. İstanbul sularına dair bir eserdir (istanbul 1212, 1271). 4. ed-Dürerü'l-müntehabâtü'l-mensûre fî ıs-Iâhi'1-galatâtİ'l-meşhûre. 1804 yılında telif edilen eser Galatât-ı Hafîd Efendi diye meşhur olmuştur. Müellif kitabın Arapça mukaddimesinde bazı âlimlerin galat kelimelere dair müstakil eserler yazdıklarını, bunların en tanınmışının Harîrînin Dürretü'l-ğavvâş fî evhâmi'l-ftavdşş'ı olduğunu, Arap dilinde bu ese­re birçok haşiye ve şerh yazıldığını. Os­manlı âlimlerinden Kemalpaşazâde ile Ebüssuûd Efendi'nin de bu konuda birer eser kaleme aldıklarını söyler. Ancak bu müelliflerin eserlerinde sadece Arapça'-daki galat kelimeler üzerinde durdukla­rını, halbuki Türkçe'de ve özellikle İstan­bul halkının konuşma dilinde Arapça ke­limelerin yanında Farsça ve Yunanca ke-iimelerin de bulunduğunu, bir kısım ke­limelerin ise Çağatay Türkçesi'nden gel­diğini ve konu hakkındaki çalışmaların azlığı yüzünden galat kelimelerin gide­rek yaygınlaştığını ifade eder. Kendisinin fazla ayrıntıya girmeden bu eserinde önemli galatları bir araya getirdiğini be­lirten Hafid Efendi halkın yaygın şekilde kullandığı galatları, bir kısım dil bilgin­lerinin mutlak surette veya bazı durum­larda caiz gördüğü galatlar, dil bilginleri­nin uygun görmediği, ancak ilim adam­ları arasında yaygınlık kazanıp çeşitli eser­lerde kullanılan galatlar ve hiçbir âlimin uygun görmeyip kullanmadığı galatlar şeklinde üç gruba ayırır. Müellif, alfabe-

112


tik olarak sıraladığı Arapça, Farsça ve Çağatay Türkçesi kökenli 1000'i aşkın galatın tanımını ve etimolojisini yaptık­tan sonra bu kelimelerin Arapça ve Fars-ça'daki karşılıklarını da verir. Kitabın en dikkat çekici tarafı, sadece tanımla yeti-nilmeyip bir kelimeyle ilgili başka keli­melerin de kaydedilerek tarihî, dinî, iç­timaî ve folklorik bilgilerin çok geniş şe­kilde verilmesidir. Meselâ bir ölçek olan "erdeb" kelimesi anlatılırken diğer ölçü birimlerine geçilmiş, bunlar hakkında geniş açıklamalar yapıldıktan sonra sik­ke darbından ve sikkenin ölçüsünün tag-şîşinden bahsedilmiş, bu arada İslâm dünyasında ilk darphânenin kuruluşuna dair bilgi verilmiş, daha sonra sadaka-i fıtr miktarının tesbiti konusu üzerinde durulmuştur. Aynı şekilde "kalem" keli­mesi ele alınıp kalemle ilgili bilgi verildik­ten sonra "kitap" ve "yazı" başlıkları al­tında yazı sanatı anlatılmış, yazının tari­hî gelişimi tablolar halinde çeşitli yazı Ör­nekleriyle gösterilmiştir. "Mûsiki" keli­mesinde mûsiki tarihine ait açıklamala­rın ardından mûsiki makamlarına geçil­mekte, burada da konuyla ilgili birçok tablo ve cetvel yer almaktadır. Eser bu özellikleriyle bir galatât kitabı olmanın yanında ansiklopedik bilgiler ihtiva eden bir eser olarak da değerlendirilebilir. Top­kapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde iki yazma nüshası bulunan (Emanet Hazine­si, nr. 2043, 2044) Galatât-ı Hafîd Efendi

İstanbul'da basılmıştır (1221). Hafîd Efen­di ayrıca. Teftâzânî'nin Şerhu'i-'Aka'i-di'n-Nesefiyye'sine Hayalî tarafından yazılan haşiyeye bir haşiye yazmıştır (Sü­leymaniye Ktp., Lâleli, nr. 2195).

Osmanlı Türkleri'nde kırk hadis topla­ma geleneğine Hafîd Efendi'nin de uy­duğu ve bu konuda Arapça bir eser kale­me aldığı belirtilmekte (TA, XVIII, 312), bunun yanında kendisine Tercüme-i Sî Easl adında bir eser daha izafe edilmek­tedir {TCYK, s. 851).

Hafîd Efendi kitaplarını, dedesi Reîsül-küttâb Mustafa Efendi tarafından kuru­lan ve babası Şeyhülislâm Âşir Efendi ta­rafından geliştirilen kütüphaneye vak­fetmiştir. Günümüzde Süleymaniye Kü-tüphanesi'nin bir bölümünü oluşturan ve 416 ciltten meydana gelen bu kitap koleksiyonu ile birlikte İstanbul'un çeşitli semtlerinde bulunan ev, arsa, bağ, bah­çe, çiftlik, tarla, hamam vb. gayri men­kullerini de vakfederek bunlarla ilgili va­kıfnameler tertip etmiştir (Süleymaniye Ktp., Hafîd Efendi, nr. 486).

BİBLİYOGRAFYA :

Seftnetü'l-uüzerâ, naşirin önsözü, s. 3-11; Sicill-i Osman'ı, II, 235; Osman/ı Müellifleri, 1, 283; TCYK, s. 681-682, 851-852; Karatay. Türk­çe Yazmalar, 1, 133; II, 42; Levend. Türk Edebi­yatı Tarihi, s. 375-376; özeğe. Katalog, I, 311; III. 1066; Erünsal. Türk Kütüphaneleri Tarihi II, s. 93, 120-121;a.mlf., "Âşir Efendi Kütüp­hanesi", DİA, IV, 8; Nihal Atsız. "Hafid Efen­di". TA, XVIII, 312.

H

Abdüı.kadir Ozcan



HAFÎF

Aruz sisteminde bir bahir.

L J

Hatîl b. Ahmed'in aruz sisteminde "müştebihe" denilen dördüncü dâirenin üçüncü bahri olup genel sıralamada on birinci bahir olarak geçer {DİA, III. 428; IV, 484-485). Dâiredeki tam ve sahih şek­li, bir beytin yarısı için-------{fâilâtün) /



—■- (müstefilün) /------{fâilâtün) tar­zında üç cüzden {tef ile) ibaret olup bu bir beyitte altı tef ileye ulaşır. Müseddes (bir beyitte altı tef ileli) şeklinde aruz ve darbın düşmesiyle meydana gelen fâilâ­tün / müstefilün // fâilâtün / müstefilün biçimi de "meczû" (bir cüzü eksik) veya "murabba" (dörtlü) diye anılır. Halîl b. Ahmed'in sistemini farklı tarzda yorum­layıp sadeleştirenlerden biri olan İsmail b. Hammâd el-CevherVnin "müfredat" ve "mürekkebât" olmak üzere yaptığı tertibe göre hafif bahri remel ile recez-den teşekkül eden mürekkep bir bahir­dir [Kitâbü 'ArûZİ'l-uaraka, s. 55 vd.; krş. DİA, III, 429). Bu bahrin "hafif" ("ağır"ın zıddı) diye adlandırılması, sekiz ana tef i-leden yedi harfli olanların arasında, "ha­fif sebebler"in {DİA, III, 427) oluşturduğu lafızlardan üçünün peşpeşe gelmesiyle zevki okşayan, kulağa hoş gelen bir ha­fiflik meydana getirmesindendir. Nite­kim birincisi harekeli, ikincisi sakin veya ikisi de harekeli peşpeşe iki harften olu­şan "sebebler", ikincisi veya üçüncüsü sakin peşpeşe üç harften oluşan "vetid"-lere nazaran daha hafif sayılır. Hafiflik ve yumuşaklık bakımından ancak vâfır bah­riyle kıyaslanabilen hafif bahrinin kullanı­mı ondan daha kolay ve dinleyen üzerin­deki tesiri daha yumuşak kabul edilmiş­tir (İbn Reşîk el-Kayrevânî, I, 115; Safa Hulûsî, s. 159). Birçok bahirde dâireler­den elde edilen şekiller nazarî olup tatbi­katta kullanılmazsa da hafif bahrinin yu­karıda verilen tam şekli aynen kullanılır. Hafif her dönemde şairlerin çokça baş­vurduğu bir bahirdir. Meselâ Haris b. Hillize M uhllaka 'sini, Ömer b. Rebîa da birçok şiirini bu bahirde yazmıştır.

Hafif bahrinin üç aruzu ve beş darbı mevcuttur. Buna göre illet ve zihaf kai­delerinden "habn" (tefilenin ilk hafîf se­bebinin ikinci sakin harfini, yani "fâ" | b ] ve "müs"teki [ ^ | sükûnları atma) bü­tün cüzlerde uygulanabilir. Böylece fâilâ-tünler feilâtün, fâilünler feilün ve müs-tefilünler önce mütefilün, buradan da aynı hareke ve sükûn sayısını ihtiva eden

kullanılıştaki okunuşu ile mefâilün olur. Bütün haşivlere "keff" (tefilenin yedinci sakin harfini, yani fâilâtün [ ^'Melâl ve müstef'ilündeki | ^büu* | sakin "nûn" harfini atma) kaidesi uygulanarak fâilâtü ve müstef ilü. buradan da habn ve keffin her ikisinin birden uygulanması demek olan birleşik (müzdevic) zihaf çeşitlerin­den "şekl" uygulanarak feilâtü ve mefâi-lü elde edilir. Birinci aruzun birinci darbı­na veya meczû şeklin beşinci darbına il­let kaidelerinden "teş'fe" (birinci veya ikinci mecmu vetidi atma) kaidesinin uy­gulanması ile. yani fâilâtündeki (^"Mcü) "ilâ" (Mc) mecmu vetidinin ayın veya lâm harfinin atılmasıyla "lâ" veya "â" uzun seslileri teşekkül eder. Böylece fâ lâ tün (^viâ) veya fâ â tün (^[clâ) şekille­ri ortaya çıkar. Bunların yerine de aynı hareke ve sükûn sayısını ihtiva eden mef'ûlün {^5*40) kullanılır. Ancak tesis illet kaidesi zihaf mahiyetinde olduğun­dan her zaman uygulanmayabilir. Bu ara­da fâilâtüne hazf {son hafif sebebi "türfün [&] atılması) ile {^ü) fâilün ve bu tefileye de "kat*" (son mecmu vetidin sakin harfini atarak bir önceki harfi sükûnlu okuma) kaidesi uygulanarak fail (jcts) ve bunun kullanılıştaki okunuşu ile fa'lün (^^â). murabba şekilde dör­düncü darb olarak gelen müstef ilü-ne (l^kü~j*) kat' uygulanarak müstef'il ( Jm^d ) veya uygulamadaki okunuşu ile mef'ûlün {^Jj*») elde edilir. Ayrıca müs­tef il şeklinin "müs" (,_>««) hafif sebebi­nin sükûnunu atarak, yani buna habn uygulanarak mütef *il ( j*iu. ) veya hare­ke ve sükûn adedi bakımından bunun aynısı olan uygulamadaki feûlün (^5*3) şekli ortaya çıkar. Bu illet ve zihaf kaide­lerinin aslî tefileye uygulanması ile or­taya çıkan tâli tef Neler şöyle özetlenebi­lir:


Yüklə 1,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin