Sosyalizmin Tarihsel Sorunlarına Giriş başlıklı yazının (H. Fırat, Ekimler, sayı:l) temel amaçlarından biri, yukarıda formüle edilen soruya, geleneksel basitleştirmelerden kurtulmuş bir yanıt bulabilmekti. Yazının kendi sınırları içinde bulduğu yanıt özetle şöyledir:
“1929 atılımını izleyen on yıllık zaman diliminde, Sovyetler Birliği'nin iktisadi, sosyal ve kültürel cephelerde katettiği mesafe muazzam ölçülere ulaşmıştı...
“Bununla birlikte, ulaştıkları bu başarılar, Sovyet komünistlerine, en fazla, sosyalist bir toplumun kuruluşuna nihayet geçebileceklerini düşündürebilirdi. Rusya’nın yüzyıllık geriliğinin, yoksulluğunun, cehaletinin beli nihayet kırılmıştı. Geniş ölçekli bir sanayi, makinalaşmış bir tarım, safları oldukça kalabalıklaşmış ve kültürel düzeyi nispeten yükselmiş bir işçi sınıfı, sosyalizmin bu ‘önkoşulları’ artık nihayet vardı. Bunların çoğu kapitalizmden devralınabilirdi, kendileri yaratmak zorunda kalmışlardı; fakat artık yaratmışlardı. Bunları Sovyet iktidarı koşullarında ve sosyalist yöntemlerle yaratmış olmak, aynı zamanda bu sürece paralel bir biçimde sosyalist ilişkileri geliştirmek anlamına geliyordu. Fakat yine de gerçekte sosyalizmin kuruluşu, elde edilen bu ‘önkoşullar’ temeli üzerinde asıl şimdi başlayacaktı. Ve buna herşeyden önce, ‘yüzyılı onyıla sıkıştırmak’ zorunluluğunun yarattığı sosyalizmi zedeleyen bedelleri temizleyerek başlayabilirlerdi." (s.49-50)
Oysa Stalin liderliğindeki Sovyet komünistleri, aynı başarılarda, 1930’ların ortasında ulaşılan gelişme düzeyinde, “sosyalizmin eksiksiz zaferi”ni ya da "kesin zaferi"ni gördüler. O günden bu yana da, "tek ülkede sosyalizm" teorisinin tüm geleneksel savunucuları bu yargıları tekrarlaya geldiler. Bunlardan bir bölümü ‘30’larda kurulan ve böylece kesin bir zafer kazanan sosyalizmin, ‘50’lerde içinden ihanete uğradığını ve Kruşçevci hainler tarafından kapitalist bir restorasyonun başlatıldığını savundular. Bir öteki bölümü ise, ‘89 çöküşüne kadar, sosyalizmin hep yaşadığını (“yaşayan sosyalizm”) ve olgunlaştığını (“olgun reel sosyalizm”) savundular. Bunda, sosyalist kuruluşun 1930’larda ulaştığı düzeyin “geri dönülmez” olduğunun kanıtını gördüler.
Bu ikinci görüşü, olayların seyri kendiliğinden fakat hiçbir tartışma gerektirmeyecek biçimde bugün boşa çıkarmış bulunuyor. ‘30’larda kurulmuştu fakat ‘50’lerde yıkıldı diyenler ise, kuruluşu da yıkılışı da aşırı basitleştirmektedirler. Soruna yaklaşımları sığ, tek yanlı ve metafiziktir. Bu görüşün sahipleri, kuruluşun özellikleri ve dinamikleri ile bozuluşun önkoşulları ve dinamikleri arasındaki kopmaz bağı kopartmaktadırlar. Bu bağı görmemezlikten geliyorlar anlamında değil, görme yeteneğinden yoksundurlar anlamında...
Öteki inanış ya da kabul de en az görmüş bulunduğumuz kadar dayanıksızdır. Zira İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin yalnızlıktan kurtulması, hiç de "tek ülkede sosyalizm"in sonu olmadı. Tersine, bu gelişme ölçüsünde, onu daha net bir biçimde görülebilen katı bir gerçeklik haline getirdi. İlke,(24)anlayış, zihniyet olduğu gibi kaldı. “Sosyalist kamp”a mensup ülkeler arası ilişkiler de buna uygun şekillendi. Her yeni ülke kendi "tek ülke" sosyalizmini kurma perspektifi ve kaygısı ile hareket etti. Tek ülkede sosyalizm zihniyeti, yalnızca her bir ülkenin öteki kardeş cumhuriyetlerle ilişkilerinde değil, fakat aynı zamanda dünya komünist ve devrimci hareketiyle ilişkilerde, genel olarak dünya devrim süreciyle ilişkilerde de egemenliğini sürdürdü. “Sosyalist kamp” bir tek ülkede sosyalizmler zinciriydi ve bir süre sonra bölünmeye uğrayınca, büyük ölçüde şekli olan “kamp” birliği de son buldu. (20. yüzyılın bu tipik olayını biraz sonra biraz daha genişçe ele alacağız.)
Sosyalizmin tek ülke sınırları içinde inşası dünya devriminin gelişme seyrinden doğdu. Ekim Devrimi dünya devriminin ilk büyük atılımıydı. Rusya sınırları içinde yalnız kaldığı andan itibaren ve ne zaman geleceği belli olmayan bir dalgaya kadar yaşamak ve dayanmak zorundaydı. Bunu ise ancak kendi “tek ülke” (düne kadar “tek ülke” olan Sovyetler Birliği sınırları içinde bugün artık bir düzineyi aşan ülke var!) güç ve olanaklarıyla sosyalizmin inşasına girişerek başarabilirdi. Bu girişimin kendisi muazzam ve kahramanca bir tarih olayıdır. Peki o halde, tarihin gelişme seyrinden doğan, bu açıdan tarih içinde tümüyle olağan olan bir sürecin, insanlık tarihine ve halkların kurtuluş mücadelesine katkısı da tartışmasız olduğuna göre, dün ve bugün bir “sorun” olarak tartışılması niye? Bu çelişkinin anlamı nedir? Bu çelişki, genel tarih açısından olağan olan bir sürecin, kapitalizmden daha ileri ve üstün bir evrensel sistem olması gereken sosyalizm için aynı ölçüde olağan olmamasından kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde, tarihsel konumuyla kapitalizmden daha ileri ve üstün bir sistem olmakla kalmayan, doğal olarak bu üstünlüğü evrensellik planında göstermesi gereken sosyalist toplumun inşasına, “tek” ve son derece geri bir ülkenin sınırları içinde başlama zorunluluğunun kaçınılmaz olarak yaratacağı, nitekim yarattığı sorunlardan ve sonuçlardan kaynaklanmaktadır.
Eğer bu sorunlara doğru perspektif ve politikalarla yaklaşılabilseydi, olay nesnellik sınırları içinde ve tarihin arzu edilmeyen bir “tersliği” olarak kalırdı. Fakat ne yazık ki nesnelliğin baskısı, perspektif ve politikalarda kaymalara, ilkesel ve politik ciddi hatalara yolaçabilmiştir. Daha da kötüsü, başlangıçta tarihin göğüslenmesi ve omuzlanması gereken bir “tersliği” sayılan şey, kısmi başarılara paralel olarak, kendi içinde idealize edilebilmiş, “tek ülke”nin gerçek imkanlarıyla asla bağdaşmayacak hedeflere bağlanmış ve bu çerçevede yüceltilen bir “teori” haline getirilmiştir. Tarihin gelişme diyalektiğinden doğan bir sürecin bir “sorun”a dönüşmesi bundandır. (Sözkonusu “teori”nin anlamına ve sonuçlarına burada giremeyiz, bu zaten konumuzun kendisidir.)
Tek ülkede sosyalizm “teorisi”, başlangıçta, hiç de “ulusal dargörüşlülüğün teorik olarak haklı çıkarılması” gibi öznel bir kaygıdan değil, objektif bir tarihsel olgudan, sosyalizmi yalnız ve geri bir ülkede inşa etmek zorunluluğundan ve kuşkusuz bu zorunluluğu omuzlama devrimci azminden doğdu. Fakat zamanla ulusal dargörüşlülüğün haklı çıkarılmasına gidip vardı. “Tek başına” yaşama olanağı bulabildiği ölçüde, kendisine bu olanağı veren ilk başarıları(25)elde ettiği ölçüde...
Sovyetler Birliği’nde (ve kuşkusuz ikinci savaş sonrasında bir dizi öteki ülkede) sosyalist inşa deneyimi, geri bir ülkede bile, iktidarın ele geçirilmesi yoluyla, sosyalizmin varolmayan iktisadi ve kültürel koşullarının yaratılabileceğini ve sosyalizme doğru önemli adımlar atılabileceğini, tarihsel olarak kanıtlamış bulunmaktadır. Bu, Lenin’in II. Enternasyonal’in bilgiç liderlerini yanıtladığı ünlü notlarında (Devrimimiz), sadece Sovyet Rusya için değil, fakat tarih sahnesine henüz yeni çıkmış “Doğu” toplumları için öngördüğü bir sonuçtu. Tarih Lenin’i haklı çıkardı.
Fakat yine tam da bu aynı tarihsel deneyim, bu durumdaki ülkelerde sağlanan başarının bir bedeli ve yan sonuçları olduğunu, eğer bu bedeller gözetilmez ve bu sonuçlar bilinçli olarak hesaba katılmaz ve mücadele konusu edilmezse, bunların, elde edilmiş sosyalist başarının kaybedilmesine zemin olabileceğini de göstermiştir.
1930’ların ortasında Sovyet komünistleri yalnız başarıları gördüler, bunu bir “eksiksiz zafer” ilan ettiler. Böylece, hala önlerinde uzanan gerçek görevleri ve sorunları büyük ölçüde gözden kaçırdılar. Sovyetler Birliği, 1930’ların ortasından 1950’lerin ortasına yaklaşık 20 yıllık bir dönem boyunca, genel iktisadi ve kültürel gelişme anlamında değil, fakat toplumun sosyalist dönüşümünün dinamik bir süreç olarak sürdürülmesi anlamında, aslında yerinde saydı. Demek oluyor ki, 30’larda oluşan ilişki ve kurumları aşağı yukarı olduğu gibi muhafaza etti. Bu tür bir “durgunluk” sosyalizm için bozucu ve çökerticidir. Sosyalizm bir geçiş sürecidir ve gelişme dinamizmini hep sürdürmek zorundadır. Ulaşıp da çakılacağı ya da ayak süreyeceği bir aşaması olamaz. Gelişme hızını, ileriye gitme dinamizmini kaybeden geçiş sürecindeki bir toplum, bir süre durgunluğu yaşasa bile, çok geçmeden kaçınılmaz olarak geriye dönük dinamikler üretmeye başlar. Hele de kapitalist dünya sistemi ayaktaysa, çok yönlü bir kuşatma uyguluyor ve sözkonusu toplumu (ya da toplumları) yıkmayı, ona bir “cenaze töreni” hazırlamayı değişmez bir politika olarak izliyorsa.
Gelişme dinamizmini kaybeden bir sosyalizm önce durgunluk içinde yozlaşır. Sonra da varolan ya da kaçınılmaz olarak doğan sorunlara ve çelişkilere “reformlar”la, yani geriye, kapitalizme dönük adımlarla çözüm bulmaya çalışır. Böylece de, öznel niyetlerin de ötesinde, gerçek bir restorasyon sürecine girmiş olur. “Hainler” bu toprakta kolayca ve sayısız ölçüde ürerler. “Revizyonist ihanet”in tarihsel-toplumsal diyalektiği esasen budur.
***
20. yüzyılın sosyalizm uygulamaları hep geri ülkelerde gündeme geldiler. Bu gerilik kuşkusuz bu ülke devrimlerinin özellikleri ve sosyal bileşimi üzerinden de etkisini ve sonuçlarını gösterdi. Bunlar milli kurtuluş devrimleri, ya da anti-faşist kurtuluş devrimleri olarak geliştiler. Çok büyük ölçüde köylü-küçük burjuva bir sosyal tabana sahip oldular. Kalkınma, sanayileşme, milli kimlik(26)edinme, ya da bu kimliği geliştirme, bu toplumların karşısına hep bir tarihsel ihtiyaç, yaşanması zorunlu bir gelişme süreci olarak çıktı.
20. yüzyılın bir “tek ülkede sosyalizm” yüzyılı olarak yaşanması, bu nesnel gerçeklerden koparılarak, bunlar hesaba katılmadan nasıl anlaşılabilir ki? Bir tarihsel olguyu, kendi nesnelliği içinde anlamadan eleştirmek, dolayısıyla aşmak olanaklı mıdır? Sosyalizmin tarihsel deneyimlerine ilişkin birçok “iyiniyetli” çabanın, amacından sapması, yozlaşması, inkarcılığa ve giderek en doğal sonucuna, bu geçmişi sözde aşmaya çalışanları tüketmeye varması, öteki nedenler yanında, aynı zamanda bu basit yöntemsel gerçeklerin gözetilmemesinden dolayıdır.
Tarihsel zemine, dünya devrimi sürecinin hep geri, köylü ve ulusal öğenin güçlü olduğu toplumları kapsayan kendine has “ters” seyrine bu vurgu, hiç kuşkusuz, sosyalizmin ve proleter enternasyonalizminin öze ilişkin anlayış ve ilkelerinden ayrılmayı ifade eden ve elbette tarihin somut seyrini de etkilemiş olan yanlış düşünce, tutum ve politikaların mazur görülmesine varamaz. Tersine bu yanlışları ve sapmaları tahlil etmek, açığa çıkartmak ve mahkum etmek, sosyalizmin ve dünya komünist hareketinin tarihsel deneyimlerinden öğrenmeye yönelik her ciddi çabanın asli öğelerinden biridir. Yeni bir toplumsal kuruluş pratiği olarak 20. yüzyıl sosyalizminin kazandığı mevzilerin hemen tümüyle yitirildiği ve komünistlerin yeni bir tarihsel yürüyüşün başında bulundukları günümüzde, bu özellikle gereklidir, acildir ve yaşamsaldır. Ne var ki bunun başarılı ve sağlıklı olabilmesi için, öncelikle, tarihsel olayların neden şu ya da bu biçimde seyrettiğini kendi gerçekliği ve objektif mantığı içinde kavramak gerekir. Zaafların ve olumsuzlukların bu objektif tarihsel çerçevesi anlaşılmadan yapılan bir eleştiri bilimsel bir değer taşımaz. Ne geride bırakılan tarihsel dönemin deneyimlerinin özümsenmesine olanak verir ve ne de aynı dönemin hatalarıyla gerçek bir hesaplaşma anlamına gelir. Tarihsel olayların sözümona açıklanması, tarih kişilerinin ve onların taşıyıcısı, savunucusu ve uygulayıcısı oldukları fikirlerin açıklanmasına indirgenir.
Konuya ilişkin o güne kadarki tartışmaların deneyimlerini de gözönünde bulunduran EKİM I. Genel Konferansı, tümüyle haklı olarak, yöntem sorununu sosyalizmin tarihsel sorunlarına ilişkin inceleme ve tartışmaların en canalıcı öğesi olarak tanımlar ve başka şeyler yanında şunları vurgular:
“Öte yandan, sözkonusu olan bir tarihsel deneyimi değerlendirmek olduğuna göre, nesnel, dolayısıyla isabetli sonuçlara varabilmek için, bu deneyimi kendi nesnel tarihsel ortamı ve süreçleri, olanakları ve olanaksızlıkları içinde ele almak gerekir. Çözümlenmesi gereken kişiler ve onların fikirleri değil, nesnel süreçler ve onların unsurlarıdır. Tarihsel kişiler ve onların taşıyıcısı oldukları görüş ve politikalar, ancak bu temel üzerinde ve bu temelle karşılıklı ilişkiler içinde anlamlandırılabilinir. Daha genel bir ifadeyle, öznel etkenler, ancak nesnel etkenler temelinde, onlarla diyalektik bağıntısı içinde doğru değerlendirilebilinir, yerli yerine oturtulabilinir. Burjuva tarih anlayışı ve yönteminin bir yansıması olarak, Sovyet tarihini ve bir bütün olarak bir kaç onyılın dünya komünist ve devrimci hareketini Stalin'in tarihsel kişiliği ile açıklama çabası(27)marksist yönteme yabancıdır. Bu tür bir çabada herşey başaşağı konur. Sonuç bir kez daha inkarcılık içinde tükeniştir."(EKİM I. Genel Konferansı/Değerlendirme ve Kararlar, Eksen Yayıncılık, s.53-54)
Bu yöntemsel uyarı tek ülkede sosyalizm sorunu sözkonusu olduğunda özellikle önem taşımaktadır. 1920’lerin bu fırtınalı tartışma ve çatışma konusu, o dönem için henüz yalnızca o günden geleceğe bir perspektif ve politika sorunuydu. O güne kadarki teorik birikimin şu veya bu doğrultudaki yorumu ışığında, Sovyet iktidarının önündeki olanaklar ve güçlükler ile dünya devriminin gelişme çizgisine ilişkin olasılıklar tartışılıyordu. Tarihin gerçek seyri ve devrimci uygulama, henüz o günden geleceğe uzanan bir sürecin konusuydu. Oysa bugün bu süreç bizim için bir tarihsel veridir artık. Teori ve politikalar tarihin bu gerçek seyri içinde uygulanma ve sınanma olanağı buldular. Bu tarihin eleştirici bir değerlendirmesi temeli üzerinde, ondan doğan ve ona yön vermeye çalışan teori ve politikaları değerlendireceğimize, bu işi tersinden yapar, 1920’lerin bilinciyle, onu izleyen ve sınayan bir tarihsel dönemi ve bunun içinde tek ülkede sosyalizmin sorunlarını değerlendirmeye kalkarsak, sorunun anlaşılmasında ve çözümünde 1920’leri bir santim aşamayız. Bu, sorunu, taraflarını Stalin ile Trotski’nin temsil ettikleri tarihsel tartışma ve çatışmanın bugün için artık fazlasıyla dar ve kısır kalan çerçevesi içine sıkıştırıp kalmak demektir.
Yöntemsel sorunlar üzerine bir kaç şey daha eklemek istiyoruz.
Sözkonusu olan sosyalizmin yaşanmış deneyimlerini değerlendirmek olunca, sosyalizme ilişkin genel ve ideal ölçütleri alıp da bu deneyimlere uygulamak ve buna göre sonuçlara varmak kendi başına çok fazla bir anlam taşımaz. Bu, daha çok trotskist mezheplerin kendilerine kurdukları bir tuzaktır. Trotskizmin kısırlığının, çok tartıştığı geçmişi bir nebze olsun aşamamasının asli nedenlerinden biridir.
Sosyalist teori, uluslararası işçi hareketinin genelleştirilmiş deneyimidir. Uluslararası işçi hareketinin her yeni deneyimi ise onu yalnızca geliştirip güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda zayıf ve yetersiz yönlerini açığa çıkarır. Teori bu sonuçları da içermek zorundadır. Bunu hesaba katmayan, kendini bu yönüyle de yenileyip geliştirmeyen bir teori, bu sınırlar içinde gerçeklerden kopar, bilimselliği ve geçerliliği kalmaz, hiç değilse tartışmalı hale gelir.
Sosyalizmin genel ve ideal ölçütlerini, büyük devrimciler olan tarihsel uygulayıcıların kendileri de, üstelik çok kimseden daha iyi ve derinlemesine biliyorlardı. Dahası, bilimsel sosyalist teori bugün haklı olarak Lenin’in de adını taşıyor ve Lenin, yeni bir toplumu inşa tarihsel sürecinin baş yöneticisiydi. Bilimsel sosyalizmin temel yapıtlarından olan Devlet ve İhtilal'in yazarıydı; fakat aynı zamanda, bürokrasiyle muzdarip bir devletin o gün için bu hastalık karşısında önemli ölçüde çaresiz yöneticisiydi.
Bu anlaşılması güç bir durum değil. Teori insanlık tarihi için genel ve “olağan” olan süreçler içindi. Oysa Sovyet Rusya’da gerçekleşen süreç olağanüstüydü. Tarihsel gelişme diyalektiği içinde olağan, ama sosyalizme(28)geçiş için olağanüstü. Bu basit tarihsel gerçek gözetilmeden sosyalizmin yaşanmış problemlerine bilimsel değer taşıyan hiçbir ciddi açıklama getirilemez.
Bu, kuşkusuz, ne teorinin tarihsel evrimin genel süreci içinde geçerli ve isabetli olan öngörü ve değerlendirmelerinin önemini azaltır, ve ne de, yaşanan uygulamaların eleştirici bir değerlendirmesini gereksiz kılar. Yalnızca, tarih aktörleri olarak devrimcilerin, hangi güçlükler karşısında ne gibi çıkış yolları bulduklarını ve bu arada ne gibi hata ve zaaflara düştüklerini, ve elbette, bu hata ve zaafların sonraki etkisini ve sonraya mirasını, sağlıklı bir biçimde anlamayı olanaklı kılar. Benzer nesnel güçlükler karşısında zaafı en aza indirmek olanağı sağlar biz bugünün devrimcilerine. Zira biz tarihsel bir avantaja, demek oluyor ki yaşanmış bütün bir tarihsel süreci bütünlüğü içinde görme olanağına sahibiz. Şu veya bu düşünce ve uygulamanın evrimini ve yarattığı tarihsel sonuçları biliyoruz. Geçici ve olağanüstü olanın, öyle ele alınması gerekenin, giderek sürekli ve olağan hale getirilmesinin tarihsel sonuçlarını biliyoruz vb.
Sovyet iktidarı başından itibaren ve tümüyle sosyalizme geçiş için elverişli olmayan olağanüstü koşullarla yüzyüzeydi. Herşey bir yana, toplumsal gerilik ve uluslararası ilişkiler içinde yalnızlık, sosyalizm için olağanüstü bir durumun ifadesiydi. Sovyet sosyalizminin sorunları bunlarsız anlaşılamaz.
Öte yandan ve tersinden, Sovyetler Birliği’nde sosyalist kuruluşun olağanüstü koşullarından hep sözetmek, fakat sonra da tutup bu olağanüstü koşulların ürünü anlayış ve uygulamaları teorik ve evrensel düzeyde olağanlaştırmak, her şey bir yana, kendi içinde bile bir çelişkidir ve tersinden bir zaafın göstergesidir. Tek ülkede sosyalizm sözkonusu olunca, bu zaaftan kaçınmak özellikle önemlidir.
Olağan ve olağandışı kavramlarının göreceliği de bir başka önemli noktadır. İçsavaş devrimi izleyen bir olay olarak tümüyle olağandı. Fakat Savaş Komünizmi gibi o günün Sovyet Rusyası için olağanüstü bir uygulamayı beraberinde getirdi. Ardından NEP bu olağandışılığı gidermek ve “Sosyalist Rusya”ya geçişi hazırlamak için olağan bir politikaydı. Fakat buna rağmen kendisi proletarya diktatörlüğü koşullarında bir başka olağandışılıktı.
Devrimin tek ülkede patlak vermesi, eşitsiz gelişme diyalektiğine ve zayıf halka espirisine uygundu. Bu açıdan tarihsel gelişme süreci bakımından olağan bir durumdu. Fakat son derece geri bir ülkenin yalnızlık koşullarında sosyalizmi inşaya girişmesi, sosyalizmin tarihsel gelişme süreci içindeki yeri ve kuşkusuz bunda anlamını bulan kendi özdoğası gözönüne alındığında olağanüstü bir durumdu.
Tarihten geleceğe yönelik olarak birşeyler öğrenmek ve elbette bu arada geçmişin hatalarıyla sağlıklı ve ilerletici bir hesaplaşma gerçekleştirmek isteyen her çaba, tüm bunları hesaba katmak zorundadır.(29)
Dostları ilə paylaş: |