1.2.2. Sosyal Değişme - Fıtrat İlişkisi
Değişme, cemiyet hayatının vasıflarından birisidir. Tarih boyunca değişmeye tabi olmamış bir topluluk görmek mümkün değildir. ”Sosyal Değişme” kavramı, cemiyetin, içindeki fertleriyle yaşadığı bu hadisenin incelenmesini konu edinir. “Sosyalleşme, sosyal gelişme ve sosyal tekamül” kavramları “sosyal değişme” nin unsurlarıdır. Bunların tek tek tarifleri ve tedricilikle ilişkileri üzerinde duracak, dolayısıyla sosyal değişmenin tedric’le ilişkisini de böylece izah etmiş olacağız.
1.2.2.1. Sosyalleşme ve Tedric’le ilişkisi:
İnsan, tabiatını geliştirebilmek için cemiyet hayatına muhtaçtır; beşeri karakterini cemiyete borçludur.38 İnsan karakteri, içinde yaşadığı cemiyetten aldığı tesirlerle gelişerek şekillenir.
Yeni doğan insan yavrusu, sosyal tarafı hiç olmayan, henüz hiç bir suret ve kademede sosyal uyumu (Sosyalleşmesi) gerçekleşmemiş; benlik merkezli (ego-centric) bir varlıktır. Varlıkları birbirinden ayıramaz, etrafındakilere kendisine verdiği zevk ve ızdıraba göre değer verir. Bu devrede ona gıdasını veren anne göğsü ile süt şişesinin emziği arasında hiç bir fark yoktur. Dışındaki objeleri canlı cansız ayırıp canlılarla tanışarak sosyal münasebetlere girişmesi de söz konusu değildir. Bu itibarla çocuk bu devrede, kendi küçük kainatının tek canlısı ve tek merkezidir.39
Çocuğun tamamen benlik merkezli karakterinden kurtuluşu, varlıklar arasında canlı cansız ayırımını yapabilmesi ile başlar. Onun için ferdin (çocuğun) sosyalleşmesinde ikinci merhale haricinde kendi gibi; belirli haklara sahip insanların mevcut olduğunu kabul etmesi, benimsemesi ve bunun şuuruna erebilmesidir.40
Çocukta sosyalleşme vetiresinin üçüncü safhası, tek taraflı peşin hükümlerin karşılıklı anlayışa dayanan hükümlere yer vermeye başlamasıyla karakterleşen safhadır. Bu kademede fert, şahsına ve mensup olduğu küçük gruplara ait tek yanlı peşin hükümleri ve bunların kaynağını teşkil eden grup menfaatlerini, büyük gruba ait müşterek menfaatler uğruna terk edebilme seviyesine yükselmeyle başlar.
O halde sosyalleşme; insanın benlik merkezli olduğu ilk hayat yıllarından itibaren başkalarına birer eşya değil, birer şahıs olarak bakabildiği, şahsına veya mensup olduğu küçük gruba ait peşin hükümlerden kurtularak onlarla karşılıklı saygı, anlayış ve müsamahaya dayanan sosyal münasebetler kurup devam ettirebildiği bir duruma ulaşmasıdır.41
Meseleye, İslam Dini ve araştırmamıza esas teşkil eden, ona ikinci derecede kaynak olma vazifesi gören sünnet açısından da bir açıklama getireceğiz:
İslam’ın prensip ve esaslarıyla ferdin sosyalleşmesine ilk müdahalesi insana bakış tarzında kendini gösterir. İslam, insanın başlangıçta hem egoist ve hem de insanlarla iyi münasebetler kurmaya müsait bir karakterde yaratıldığını, sonradan, Hak’tan ayrılmış anne-babası ve çevresinin tesiriyle kendi heva ve heveslerine, egoist duygu ve düşüncelerine boyun eğer bir takım davranışlar içerisine girebilecek yapıya sahip olduğunu beyan etmektedir.42 Bu dönemde çocuk kendi haline terk edilmemiştir. Kişi, kendisini cemiyetiyle bir tuttuğu, insanları bir tek vücudun azaları olarak kabul ettiği43 İslam cemiyetine hazırlayıcı bir terbiyeye tabi tutulmuştur.44
Ancak, bu terbiye potasından çeşitli vesilelerle yeteri kadar veya hiç geçmemiş kimseler için İslam, sosyalleşmelerini sağlayıcı daha başka esasları da ihtiva eder. Fertler arasında fikir ve inanç birliğini sağlamak üzere bütün insanları tevhit inancına ve bunların günlük hayatta fiilen yaşanmasına davet eder.45 Aynı gayenin gerçekleşmesi için Kur’an, insanı benlik merkezli duygu ve düşüncelerinden kaynaklanan çekişmeleri bırakıp Allah’a ve Resulüne uymaya çağırır.46 Bu davet kişiyi içgüdülerinin ve ham tabiatının tazyikinden doğan ihtiras ve maddi istekleri putlaştırarak sırf bu maksatla başkalarıyla ayrılığa düşmekten alıkoymak ve kişiyi kendi nefsiyle mücadeleye teşvik gayesine yöneliktir.47
Sosyalleşmenin ilk safhası için yukarıdaki esasları getiren İslam, insanın diğer kimselere karşı kendini en üstün, en kuvvetli, en doğru hissetmesine zemin hazırlayan faktörlere de dikkat çeker. Hiç kimsenin diğerine karşı ırk, rütbe, makam, mevki, zenginlik vs. gibi sebeplerle üstünlüğü olmayacağını,48 insanlar arasındaki yegane üstünlüğün şahsın egoizmini yenerek kendisini, cemiyetiyle aynileştirecek hale getiren ilahi emirlere uyma ve yasaklardan kaçınma (takva) hususundaki ferdi gayretine göre olacağını belirtir.49
İslam’ın emrettiği ibadetlerin de ferdin sosyalleşmesinde önemli tesirleri vardır. İslam'daki ibadetlerin nefisleri (egoist duygu ve düşünceleri, onlardan doğacak davranışları) ıslah etmek, eşitlik duygusu ve içinde zulmetin barınamayacağı birlik ve beraberlik şuurunu terbiye etmek için emredildiği söylenebilir.50 Nitekim, ibadetler, insanda bu ıslah hedeflerini gerçekleştiremedikleri zaman halis ibadet olmaktan çıkacakları gibi, Allah bu tarz ihlassız ibadetleri kabul etmez.51 Mesela; Namazın gayelerinden birisi, insanları aklın ve dinin iyi görmediği, nefsin arzu ettiği ve kendi menfaatine gördüğü her türlü davranış ve edensizliklerden alıkoymaktır.52 Ferdin her nevi egoist duygu ve düşüncelerini aksettiren davranışlarda bulunarak tuttuğu oruca Allah'ın ihtiyacı olmadığı gibi, bu şekilde oruçlu olmak sadece aç kalmaktan öteye gidemez.53
Ferdi, dolayısıyla cemiyeti sosyalleştirmeye yönelik bu esasların insanlara tebliği İslam'da belli bir sıra takip eder. Hz. Peygamber (sav) öncelikle insanları sağlam bir itikada davet etmiştir. Bunun yanında yanlışların yerini alacak doğru değer ölçüleri, ibadetler, yapılması emredilen veya yasaklanan şeyler zamanla, yavaş yavaş, uygun zemin ve şartlar kollanarak ve olgunlaşması beklenerek cemiyete teklif edilmiştir. Yani burada tedrici bir metot uygulandığını görüyoruz.
1.2.2.2. Sosyal Gelişme ve Tedric’le ilişkisi:
Sosyal gelişme, bir cemiyette iktisadi gelir artışının sosyal şartlarını dikkate alan iktisadi büyümeyle birlikte milli gelirin sosyal adalet esaslarına göre taksimini ve en dengeli beşeri münasebetleri sağlayan bir mana etrafında bütünleşmeyi içine alan sosyal bir vakıadır.54
Sosyal Gelişme’nin unsurlarından birisi iktisadi gelişmedir. İktisadi gelişmenin esaslarından olan iktisadi büyümeyi gerçekleştirmek için İslam bir takım prensipler getirir ve bu prensipleri belli bir sıra takip ederek uygular.
İnsanı ve insan davranışını ıslah etmeyi hedef alan İslam ilk önce zihinlerde istikrar sağlamaya çalışmıştır. İslam, iktisadi hayata yön veren getirdiği esaslarıyla madde ve mana arasında bir ahenk vücuda getirmektedir. Bu ahenk Müslümanları maddi refah için çalışmaya teşvik etmekle beraber, onlara çalışmalarını ahlaki bir temele de oturtmalarını hatırlatmaktadır.55
İslam’ın iktisadi büyüme için getirdiği esaslardan birisi de, ferdi gayretle statü elde etmektir. “İşler ehline verilmediğinde kıyameti bekle”56 hadisiyle Peygamber efendimizin adeta ferdi gayretle statü elde etmeyi prensipleştirdiğini görüyoruz. Peygamberimiz, bir cemiyette Allah’ın razı olacağı, ferdi gayreti, liyakati ve kabiliyeti daha müsait birisi varken onu bırakıp valiliğe başka birini tayin eden kimsenin Allah’a ve Resulüne ve müminlere ihanet ettiğini bildirirken57 ferdi gayretle statü elde etmenin Allah’ın razı olacağı bir hak olduğunu ifade etmiş, bu hakka uymamayı da Allah’a, Resulüne ve müminlere bir ihanet olarak vasıflandırmıştır.58
Sosyal hayatta ferdi gayretle statü elde etme, entelektüel gelişmeyi hızlandırır ve teşvik eder, bu sebeple herkesin kendi iş ve mesleğinde dikkat ve itina ile çalışmasını teminat altına alır, entelektüel ilerlemeyi sağlar, başka bir ifade ile beşeri kapitalle en yüksek başarı, teknik ilerleme ve üretimini temin eder.59
İktisadi büyüme konusunda İslam’ın getirdiği esaslardan bir diğercide, fertler arası eşitlik prensibidir. Bu prensipten şunu anlıyoruz: İnsanlar arasında farklılıklar, buna bağlı olarak değişik cins, mal, servet ve mevki sahibi olma durumu bulunmasına rağmen, bunların insanların bir takım zümrelere ayrılmasına bazılarının özel imtiyazlar elde etmesine sebep olmamasıdır.60 İnsanlar arasıda farklılıkları kaldırmak mümkün değildir. Burada kastedilen eşitlikten maksat; “Bu farklılıklarla beraber temel hak ve hürriyetlerde eşitliktir.”61
Bu prensibi yerleştirmek için İslam, insanlar arasında gruplaşma ve üstünlük duygusu uyandıran faktörleri teker teker ele alarak konuya girer. Evvela nesep, soy ve ırk meselesine temas eder, bütün ırkları eşit sayar.62
İkinci olarak, İslam, insanların çeşitli ırk ve milletlere ait oluşlarının sırrını açıklar; “Ey insanlar! Gerçek şu ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi sırf birbirinizle tanışasınız diye (siyah, beyaz ve sarı ırklardan meydana gelen) büyük büyük milletlere ve küçük küçük kabilelere ayırdık.”63
Bu konuda İslam’ın getirdiği prensiplerden üçüncüsü de, dünyevi adaletin gerekliliğidir. İnsanlar içerisinde iyi mizaçlı kimseler olduğu gibi kötü karakter sahibi kimselerde vardır. Bunları haksız fiillerini önlemek için müeyyide koyma zarureti vardır.64 Bunu da uygulayacak bir otorite lazımdır. Bu otorite ve müeyyidelere ferdi gayretle statü elde etme insanlar arası fıtrat eşitliğine fiiliyatta geçerlilik kazandırmak için ihtiyaç vardır.65 Bahsi edilen otorite ise devlettir.
İslam’ın dünyevi adaleti sağlama konusuna yaklaşma tarzı, Hz. Muhammed (sav)’in uygulamasıyla ilk planda kendini gösterir. O, Mekke’de küçük fakat gitgide büyüyen camianın münakaşasız başkanı idi. Ne zamanki miladi 622 senesinde Medine’de emirlerine her ne pahasına olursa olsun uyacaklarına söz veren bir topluluğun olmasıyla ilk İslam devleti zuhur etti, Hz. Peygamber’in Medine’de ki ilk işi meşhur anayasayı ilan etmek oldu. Bu anayasa, fertlerin ve hatta kabilelerin kendi haklarını kendilerinin koruması usulünü kaldırdı ve bunu merkezi bir otoriteye, yani “Devlet Başkanına” verdi.66
Dünyevi adaletin gerekliliği prensibi iktisadi büyüme açısından önemlidir. Çünkü, ticaret ve sanayi faaliyetlerinin ihtiyaç gösterdiği hukuk ve nizam ancak kuvvetli bir merkezi otorite ile temin edilir. Merkezi otoritenin kuvvetli olmadığı ülkelerde ticari kazançlar bir kumar mahiyeti taşır; korsanlık, çapulculuk ve soygunculuğun menfi tesirlerine maruz kalır. Alış-veriş hayatındaki istikrar, dahili istikrarlardan ayrı düşünülemez. Ülkenin her tarafında, din farkı gözetmeksizin herkesin huzur ve emniyet içinde alış verişte bulunması ticaret malları mübadelesini artırıcı rol oynar.67
İşte İslam devleti, o zaman getirdiği müeyyidelerle, İslam’dan önce dahili muharebelerle çalkalanan, dağları ve çölleri başıboş, kanlı ve cani kabilelerle meskun, ahalisinin çoğunun hac aylarında bile hayatlarını yağma ve soygunla geçirip geçimini temin ettiği bütün Arabistan sakinlerinin meydana getirdiği topluluğu merkezi bir otorite altına almış sosyal illetler sebebiyle muhafızsız geçilemeyen bu uçsuz bucaksız çöllerde tam bir emniyet ve asayiş tesis etmiştir.68
Sosyal gelişme’nin unsurlarından birisi de orta tabakalaşmadır. İslam’ın bilhassa sosyal adalet konusunda getirdiği prensipler orta tabakalaşmayı hedef alır.69 Orta tabakalaşma deyince, cemiyet mensuplarının çeşitli tedbirlerle orta seviyede bir hayat yaşamasını sağlamak kastedilir. Herkesin orta seviyede bir hayat sürmesini sağlamak da cemiyette fertler arasındaki gelir farklarını azaltmakla mümkün olacaktır.70
Orta sınıflaşmayı sağlamak için uygulanması gereken ilk çözüm yolu, işsizlere ve iş arayanlara iş bulmak, tatmin edici ve adil ücret ödemektir. Hz. Peygamber (sav) zamanında bu uygulamanın misallerine rastlıyoruz. Kendisinden para istemeye gelen gençle arasında geçen hadise konumuza iyi bir misal teşkil ediyor. Rasulullah (sav) önce ona çalışması için malzeme (ip) temin etti ve ona dağdan odun getirip satmasını emretti.71 O, bu davranışı ile evvela, fertlerin dilenerek ve başkasından yardım bekleyerek devamlı sefaletten pay almayıp, refahtan pay almasını temin için iktisadi refahı artırıcı bir yol olan ticarete teşvik etmiştir. Bu teşvik, söz konusu ferdin orta sınıfa dahil olması için yapılmış bir teşviktir.72
İkinci olarak Peygamberimiz, işsiz olan maiyetine iş ve çalışma imkanı sağlamış, bir miktar yardım yaparak kendi haline terk etmemiştir.73
Orta sınıflaşmanın sağlanmasında zekat da önemli bir faktördür. Ancak, İslam Ekonomisi’nin temel unsurlarından olan zekatın, kendisinden beklenen fonksiyonları icra edebilmesi için cemiyette onun bu fonksiyonlarını uygulamaya mani olan ve insanların fakirleşmesine, alt sınıflara düşmesine sebep teşkil eden faktörlerin ortadan kaldırılması icap eder. Çünkü bazen zulüm ve haksızlıklar sebebiyle cemiyet alt sınıflara düşebilir.
Bu sebepten dolayı İslam’da zekat ve yardımlar ancak, devletin, halkın mallarına musallat olan soygunculara mani olmak, faiz ve spekülasyonu yasaklamak, işçilerin hak ettikleri adil ücretlerin düşürülmesi gibi diğer mali haksızlıklara mani olmak ve zararlı maddelerin üretimini yasaklamak suretiyle zulüm ve istismara karşı vazifesini yaptıktan ve imtiyazlı bir sınıfın ortaya çıkmasına imkan vermeyecek şekilde adaleti sağladıktan sonra yapılır.74
Zekat, halkın satın alma gücünü artırır, mal arz ve talepleri arasında denge kurar, ülke üretimini destekler, gelişme ve refahı sağlar. Bunlara ilave olarak, Hz. Peygamber (sav) devri ve sonraki devirlerde orta tabakalaşmaya yönelik bazı değişik uygulamaların olduğunu görüyoruz. Mesela; kardeşlik antlaşmasının sağladığı imkanlara rağmen Muhacirlerle Ensar arasında mali bakımdan geniş farlılıklar vardı. Hz. Peygamber (sav) Ensar’ın cömertliğini görüp onlardan daha fazla bir yardım istemeyi ve mallarının bir kısmının yeniden muhacirlere verilmesini uygun görmüyordu. Çünkü, Ensar Beni Nadr vakıasına kadar bütün mallarını muhacirlerle kardeş gibi bölüşmüşlerdi. Tekrar tekrar malların taksimi bütün Müslümanların muhtaç duruma düşmelerine sebep olabilirdi. Buna dayanarak olmalıdır ki, Peygamberimiz Beni Nadr’de, harp yapılarak alınan mallar için uygulanması gereken prensipler yerine,75 ümmet arasında mali bir muvazene kurmak için elde edilen malları muhacirlere tahsis etti. Ensar’a iki fakir hariç hiç bir şey vermedi.76
Hz. Ömer de harp yoluyla aldığı Irak topraklarını uygulamadaki hükümlere aykırı olarak eski sahiplerine bırakarak haraca bağlamıştır.
Bu iki uygulama Kur’an’da ifadesini bulan şu esası77 açıklar mahiyettedir: Servetin cemiyette belli azınlığın elinde dolaşıp durmaması ve böyle bir ihtimal belirdiğinde sosyal ve iktisadi dengeyi kurmak için yeni düzenlemelere gidilmesinin zarureti.78 Sosyal Gelişme’nin kemale ermesi, bahsi geçen esaslarla birlikte sosyal bütünleşmenin gerçekleşmesi ile mümkündür. Cemiyetin tali gruplarını birbirine bağlayan ideal entegrasyon, mantıklı ve manalı bütünleşmedir.
İslam Dini kendi sistemini oluştururken bütün fikir, kanaat ve inançları tevhit inancında birleştirmeyi düşünmüş, Rasulullah’ın risaletinin yarıdan fazlasını teşkil eden 13 yıllık Mekke hayatı boyunca tevhidi yerleştirmeye gayret etmiştir.79
Bu izahlardan sonra sosyal gelişmenin tedric’le ilişkisini şöyle ifade edebiliriz: Sosyal gelişme, tedric kanununa tabi bir hadisedir. Zaten “gelişme” kavramı dolaylı olarak bir tedricilik manasını kendinde taşımaktadır. Sosyal gelişme belli prensipler dahilinde olur ve öncelikli prensiplerle başlar. Bir prensibin uygulanabilmesi için üzerine bina edildiği prensip yada prensiplerin daha önceden uygulamaya konulması ve belli bir gelişme kaydedilmesi gerekir. Sosyal gelişme bu şekilde ölçülü uygulamalarla ve bir takım kademeler aşılarak kemal noktasına ulaşır.
İslam’ın da sosyal gelişmeyi sağlamak için tedricilik esasına göre hareket ettiğini görüyoruz. Geçen izahlardan da anlaşılacağı üzere İslam, meseleye temelden el atmış, içinde bulunulan şartlara göre bir takım; prensipler uygulamaya koymuştur. Önce fikir planında ortaya koyduğu esaslarını zihinlerde yer yaptıktan sonra hayata geçirmiş, bir alt yapıyı kurmadan bir üst uygulamaya geçmemiştir. Evvela, tevhit inancı etrafında birlik ve beraberliği temine çalışan İslam, çalışmanın fazileti, fedakarlık gibi değerleri işlemiş, sosyal gelişmeyi sağlama yolunda menfi tesirlerden koruyucu müeyyidelerini uygulayacak bir devlet gücüne sahip olduktan sonra da zekatın verilmesi, miras taksimi ve faizin yasaklığı gibi emirleri getirerek gelişmesini mükemmel bir noktaya ulaştırmıştır.
1.2.2.3. Sosyal Tekamül ve Tedric’le ilişkisi:
Sosyal tekamül, insanlara has bulanan cemiyet hayatına mensup fertlerin kainatta insanın üstünlüğünü tam olarak belli eden bir sosyal duruma gelmeleridir. İnsanın kainattaki bu üstünlüğünü tam manasıyla ortaya koyabilecek vasfı, en mükemmel organizasyona yönelmesinin yanında, aynı zamanda tam sosyalleşme seviyesine de varmasıdır. Mükemmel organizasyon şekillerinin sağlandığı refah ve rekabet şartlarına rağmen bütün fertlerin cemiyetteki diğer fertlere ait sosyal problemleri kendine ait hissedebilme şuuruna kavuşmaları ise, tekamülün en üstün seviyesidir.80
Sosyal Tekamül, sosyal değişmelerin en mükemmel şeklidir. O duruma gelinceye kadar gerçek kemalin vasıflarını taşımak veya taşımamak bakımından değişmede şu hiyerarşik sıraya göre kademeleşirler: Basit değişme, sosyal nizama yönelme, istikamet takip etme, ilerleme ve mükemmele erişebilirlik.81 Sonuncusu için nihai anlamda tam tekamül demek kabildir.82
Görüldüğü gibi sosyal tekamül,sosyalleşme ve sosyal gelişme hadiseleriyle irtibatlı bir kavramdır. Onlardan farklı tarafı meseleye tekamül açısından bakmasıdır.
Tekamüle tedrici olarak ulaşılır. Buna uyulmadığı, bir basamağın, bir prensibin üzerine adım atmadan geçildiği, uygulamadan bir üst faaliyete devam edildiği yerde hadise, ya durur, ilerlemez, ya da ulaşılan nokta tekrar başlangıç noktasına döner.
İslam’daki değişmelerin sosyal tekamül açısından değerlendirilmesinin ilk iki konuyu izah ederken yapıldığı kanaatindeyiz. Oradaki bir takım misaller bu konu için de geçerlidir.
Netice olarak; sosyal değişmeler, insan fıtratının ve sosyal tabiatın gereği olarak tedricen gerçekleşir. Uygulayıcı rolünde olanlarında bu esası göz önünde bulundurmaları gerekir.
Dostları ilə paylaş: |