C-TÜRK ENTELİJENSİYA’SININ DOĞUŞU:
Berkes, yukarıdaki tespitlerin ışığında Türk “aydını”na baktığında, şunları görür:
a) Tarihten kopmuştur, yapma ve uydurma bir tarih bilinci vardır, b) Mukadderatını devlete bağlamıştır. Bunların sonucunda da ülkedeki hiçbir reform onun fikirlerinin bir ürünü değil, o fikirlere çok aykırı olanlarca ve Avrupa elçiliklerinden kaynaklanmıştır.115
“Genç Osmanlılar, bir bakıma bürokrasinin üst katmanlarına karşı direnişe geçmiş memurlar topluluğudur”116. “ Büyük Reşit Paşa’nın kurduğu takım içinde en öne çıkan kişi, Şinasi’dir. Hükümet adına Paris’e gönderilen Şinasi, Büyük Reşit Paşa’nın yetiştirmesidir. Günümüzde Şinasi öncü bir düşünce, maarif ve sanat adamı, gazeteci olarak gösterilir. Şinasi’nin öncülüğü Reşit Paşa ilişkisi ile anlaşılır… Kasidelerinde Mustafa Reşit Paşa’yı, İslâmiyet’in halifesi padişahın karşısında, ‘medeniyet dininin resülü’ diye övecek kadar ölçüyü kaçırmıştır”117 Sadrazamın adamı, ona tapan bir “devrimci”! Bu kadarla kalsaydı bu kadronun yapısı, gene de tolere edilebilirdi! Ne var ki tümünün de yapısı budur. Buyrun:
“ Mustafa Fazıl Paşa’nın, Namık Kemal; Sait Paşa’nın da Ali Suavi ile ilişkisi bilinmektedir... Bu yeni aydınların yurt içi ve yurt dışındaki hizmetleri karşılığında masrafları bağlı oldukları kişilerce sağlanmıştır!”118 Sait Paşa’nın lâkabı; İngiliz Sait Paşa’dır ama daha da önemlisi kendisi hanedanın damadı olduğu için, Damat Sait Paşa diye anılmaktadır. Mustafa Fazıl Paşa ise Mısır Hidivi’nin kardeşi olup; hidiv bir kararname ile oğlunu veliaht tayin edip, padişah da bunu onayladığı için, padişahla takışmış, 1876’da Paris’e yerleşerek Genç Osmanlılar’ı desteklemeye başlamıştır! “ İhtilalcilerin merkezi Paris’tedir. Kendilerine Mustafa Fazıl Paşa tarafından yaptıkları işe pazarlıklara göre değişik aylık ödenekler bağlanmıştır. Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi... Mustafa Fazıl Paşa’nın davetine uyarak Paris’e gitmiş, ve maaşa bağlanmışlardır.”119 Mustafa Fazıl Paşa Abdülaziz’in Avrupa seyahati esnasında padişahla anlaşarak, bunları yüzüstü bırakıp, İstanbul’a dönünce; onlar da dağılıp, ayrı ayrı başkente dönmüşler ve başka başka kapılara kapılanmışlardır. “Kapı önündeki bu kavgada bütün sorun, bazı kişilerin devlet yönetiminde bazı yerlere yükselebilmesi, ve adamlarını devlet kapısına yerleştirebilmeleridir. Eski Osmanlı kapıkulları kavgası, temelde önemli bir değişiklik göstermeden sürmektedir.”120
Dolayısıyla, bu adamların, farklı bir ideoloji edinseler bile (ki edinmeleri de mümkün değildi) farklı bir zihniyete sahip olmaları, ancak kendilerini de aşabilmeleri ile mümkündür. Ama bu özel yapı, Osmanlı’da devrimin kopmayı değil; yapıyı tamir etmeyi hedeflemesini sağlamıştır zira öncüsü yapının bizzat sahibi olan saraydır.” Tanzimat Fransız İhtilali’nden etkilenmemiş, tam tersine ona karşı bir düşünce olarak geliştirilmeye çalışılmış bir düşüncedir!”121 “ Avrupa’ya ilk kez giden Osmanlı padişahı olan Abdülaziz Paris, Londra, Viyana gibi belli başlı Avrupa merkezlerini kapsayan gezide yanına veliahtları da almıştır... Bu veliahtların mevcut siyasetin dışında başka bir işe girişmelerini engellemek, Batı’da öğrenebilecekleri birşey bulunmadığını göstermek içindir”!122 O gezide lll. Napolyon ile sık görüşen Veliaht Murat, padişah olur olmaz “deli” diye nitelenip, indirildi ve yerine ll.Abdülhamit geçti! Osmanlı’da batılı anlamda bir burjuvazi gelişmemişti ve üretimin dinamizminden gelen bir sınıfın talepleri değil; devletin kapıkullarının, “devlet”i koruyup kollama içgüdüsü idi yenileşme taleplerinin altında yatan!
İşte bundan dolayı, sözde Osmanlı devrimcileri saraya bağlı ve saray da bu kafada olduğundan, kopuş olmadığı için, zihniyet de değişmemiş ve dünya ulus devletler çağına girerken, Osmanlı “anasırı” kendi ulus devletinin peşine düşerken, saray ve Osmanlı devriminin sözcüleri, tarihe ve zamana karşıt bir hedefin, “İmparatorluk’un kollanıp geliştirilmesinin” kavgasını verir olmuşlardır.
“ Tanzimat, Fransız İhtilâli’nden etkilenen değil; ona tepki olarak düşünülüp, geliştirilmeye çalışılan, bir düşünceydi... ”123
Ama öte yandan ünlü Alman Mareşali Moltke, Türkiye Mektupları’nda der ki:
“ Her iki memlekette (Türkiye ve Rusya NB) de devrim halktan gelmemiş, tersine kendilerine yukarıdan zorlanmıştır; her ikisinde de halklar muhafazakâr, hükümetler ilerici unsurlardı, çünkü sadece devlet dümeninde oturan insanlar... bir yenileşmenin zorunlu olduğunu anlamışlardı.”124
İyi... Peki neden Rusya’da bir kopuş gerçekleşip, bir entelijensiya ürerken, bizde üremiyor? Aslına bakarsanız, bizim Türk Yenileşmesi diyebileceğimiz yenileşme hareketimizin entelektüel üretimini de bize Rusya hediye etmemiş midir? Sultan Galief’ten İsmail Gaspıralı’ya; Fethali Ahundov’dan Yusuf Akçura’ya, Hüseyinzade Ali Turan’dan Ahmet Agayef’e İtitihat Terakki’nin, Türk ulusçuluğunun ve Türk modernleşmesinin fikri döşeme taşları da Rusya’dan gelmiştir. Kopuş orada yaşanmış, Osmanlı’da ise İttihatçı tutuculuğuna tahvil edilmiştir. Neden?
“Tatarlar bir anlamda, Çariçe ll. Katerina tarafından huzura kavuşturulduktan sonra, Ruslar’ın güney doğu yayılmalarına aktif olarak katkıda bulunmuşlardır. Ticari bakımdan büyük bir gelişme kaydeder-ken, dil ve kültür açısından da kendilerine yakın güney doğu pazarlarında bu avantajlarını kullanarak, ön plana geçmişlerdir...
Tüccar sınıf 18.yy sonunda, en nüfuzlu zümre haline gelmiştir. Buna karşılık tatar aristokrasisi, ll.Katerina’nın reformist yasalarına rağmen, Rus sömürgeciliğinmin hışmına uğradıkları dönemin izlerini silememişlerdir. Tatar asillerinden en dinamikleri de burjuva sınıfına katılarak, ticaret ile iştigal etmeye başlayınca, aristokrasi sosyal bir sınıf olarak, ortadan kalkmanın işaretlerini vermiştir.
1821’da çıkartılan bir kararname ile Tatar köylülerinin ticaret ile iştigal etmeleri de mümkün kılınınca, Tatar tacir sınıfı daha da genişlemiş ve palazlanmıştır.
Tatarlar bir yandan Orta Asya’daki Türk dilli yerleşimleri tamamen etkileri altına alırken, diğer yandan coğrafi yakınlıklarını kullanarak, Avrupa ile de sağlıklı bağlantılar kurmuşlar ve iki arada gerçek bir ticari köprü işlevi görmüşlerdir.
İdil’den (Volga) Orta Asya’ya- Astraghan, Hazar Denizi ve Hiva’dan geçerek, uzanan eski yola ilave olarak, biri Ohrenburg’dan Buhara’ya, diğeri Semipalatinsk’ten Taşkent’e olmak üzere iki yol daha ticarete açılmıştır. Orenburg ve civarındaki Seitovskiposad 18.yy sonlarına doğru, Orta Asya’dan gelen ticaret kervanlarının Tatar kapıları haline gelmiştir. 1792’de, Posad’da yaşayan 2674 Tatar’dan, 1820’sinin ticaret erbabı olması, bu gelişmenin en somut bir göstergesidir.
Tatar tacirler, kimliklerindeki “müslüman” hanesinden de azami ölçüde yararlanmışlardır. Hristiyan ve Yahudi tüccarlara kapalı tutulan Buhara, Hiva ve Kokant gibi Özbek pazarları, Tatarlara açılmıştır.
18.yy sonlarında, Sibirya pazarlarında 2.5 rubleye satın alınan bir ibrik, Kazak steplerinde 50 rublelik bir kürk ile mübadele edilmektedir. Özbek hanlıklarından pamuk, astraghan, halı ve kuru meyve satın alan Tatar tacirler, bu pazarlarda Rus dokumaları, demir eşya şeker ve gazyağı gibi mallar satmışlardır.
19.yy’ın ikinci yarısında, büyük Tatar ticaret firmalarından Hüseyinov Kardeşler Ortaklığı’nun muhasebe kayıtları, kârlılık üzerine de fikir sahibi olmamızı sağlamaktadır. Bu kayıtlasra göre, sözkonusu edilen yüzyılın sonlarında Orenburg kentinde satın alınan mallar, çoğu Tatar olan tacirler tarafından, taşınıldıkları Kazak steplerinde 6 ile 8 misli fiata alıcı bulmaktadır.
Böylesine yüksek kârlar, hali ile Tatarları servet sahibi bir toplum haline getirmiştir. Tatarlar’ın ticaret ve ekonomik faaliyetleri, doğuya doğru yayıldıkça, Kazan’ın siyaset ve kültür yönünden ilk sıraya yükselmesi hız kazanmış ve bu durum, Türk dilli gruplar için, 1917 devriminin başlangıç yıllarında net bir biçimde tescil olmuştur.
Kazan ve İdil’i Urallar’daki yeni endüstri bölgelerine bağlayan ytolun yapımından sonra, Kazan’da endüstrileşme de önem kazanmıştır. 1812de Tatarlar Kazan’daki 10 sanayii tesisinden 9’una; ayni yüzyılın sonlarına doğru ise tüm tesislerin (bütün Rusya’daki NB) 1/3’te birinden çoğuna sahip duruma gelmişlerdir. Akçurin, Agiçev, Apanev, Burnabaev, Yunusov, Rahmatulin gibi aileler tekstil, sabun ve deri sanayiinin doğu Rusya’daki ilk tröstlerini oluşturmuş, Urallar’da altın madenleri ve keresteciliğe el atmışlardır.
Almatı’da Valeyev adlı bir Tatar, kentin en zengin kişisidir. Moskova’da Tatar milyoner Karamişev, Ruslar’ın doğu pazarları ile tyicaretinde en yetkin aracı konumuna gelmiştir. Mançurya’ya, Uzak Doğuya ve Tuva’ya kadar uzanan Tatarlar, Doğu Türkistan (Sincan) vasıtasıyla Çin’e de girmiş, o günlerin en önemli merkezlerinden Çungçak pazarına hakim olmuşlardır.
Sovyet devrimine doğru, ticaret burjuvazisi içinde yoğun bir Rus / Tatar rekabeti yaşanmaktaydı. Özellikle 19.yy’ın son 25 yılı Rus tacirlerin Orta Asya’daki Tatar tekelini kırma çabaları ile geçecektir.
1870 yılında Türkistan’ı tamamen ele geçiren Ruslar, bölgedeki Tatar üstünlüğüne karşı savaş açmışlardır. Colubkov, Rostoulu, Pegulin gibi Rus öncü tüccarlar, Transkafkas demiryolu ile Orenburg- Taşkent demiryolu’nun inşaatı ile tatar aracı kurumlarına ihtiyaç duymaz bir hale gelmişlerdir... Rus firmaları Kazakistan üzerinden Orta Asya’ya girmiş, Rus sermayesi pamuk ticaretine de yatırımlar yapmaya başlamıştır.”125 Tam da bu esnada bu insanlar Turancı oluverdiler...
Burjuvazi!
Orada var; burada yok!!!!!
Orada kopuş gerçekleşiyor, burada kapıkulluğuna devam ediliyor. Entelektüel üretim orada, militanlık burada...
Genç Osmanlılar’ın entelektüel bir grup olmaya zaman bulmadan dağıldıklarını biliyoruz. Jöntürkler’in paşaların iktidar kavgalarından sebeplenen, devlette bir görev almakla susan adamlar olduklarının farkındayız. İttihatçılar zaten devletin ta kendisi değil miydi? Ortada gelişen bir burjuvazi de olmayınca, entelektüelizm nasıl gelişecekti? Burjuvazi ile beraber, ama ona rağmen!
Nitekim Niyazi Berkes, Türkiye’deki ilk entelijansiaya örneğinin Askeri Tıbbiye’de kurulmuş bulunan ihtilalci grup; yâni İttihat Terakki kurucuları olduğunu ileri sürer.126
Berkes’e göre, her okuyan entelektüel127 değildir. Kopuş olmadan, bu nitelik kazanılamaz... Bu bakımdan eğitim düzeyinin artması ve genişlemesi ile entelektüellerin de artacağı söylenemez! Bir kez “koptuktan” sonra da, yaşadığınız yerin hiç önemi yok; sürgündesinizdir! Berkes, entelektüel’in bir nevi “içsürgün” yaşadığını tespit eder!
Önemli olan, inançlarınızı çıkarlarınızın önüne koymanız değildir tek başına Berkes’in deyimi ile “declassé” de olabilmeniz gereklidir. Berkes’e göre, entelektüel’i devrimci yapan da budur. Kendi sınıfından kopup,128 aslında toplumsal tabakalanma açısından aşağı değil de yukarı doğru bakması, yani kendi sınıfına karşı gelmesi! İnançları yüzünden, kendi çıkarına karşı savaşması! O zaman da yalnız başınıza kalmanız kaçınılmazdır. Bu bakımdan her entelektüel, yaşadığı yerle bağımlı olmayarak, bir sürgündür aslında!129
Yine Berkes’e dönersek, genel kanının tersine, entelektüellerin önemli bir politik gücü de yoktur aslında. Söyledikleri ile halk arasında genellikle bir uçurum olduğundan, ortalamayla uyuşmaları, mümkün değildir. Belki saygınlıkları vardır, o kadar!130
D- GRAMSCİ VE HEGOMONYA VEYA LOUİS ALTHUSSER VE DEVLETİN İDEOLOJİK AYGITLARI:
Son yüzyıl içinde entelektüel ve intelijensiya hakkında çok şey yazılmış olmasına karşın, bu konuda belki de en ciddi fikir üretmiş olan yazar, Antonio Gramsci’dir. Gramsci’nin entelektüel kavramı, bir başka kavram üzerine oturur. Ona göre Batı Avrupa’da komünist partilerin, Rus tipi bir devrim yapması, mümkün değildir. Zira, Batı Avrupa’da toplumun, iktidarın, erkin v.s. geleneksel örgütlenmesi, geniş kitleleri de hareketlendirmeden değiştirilemeyecek kadar, yerleşiktir. Burada hakim sınıflar, iktidarı sadece erk, güç kullanımı ve ekonomik iktidarı elde tutmakla yetinmezler. Ayrıca kilise, okul, aile, hukuk, kültür v.s. gibi alanlarda, kendi iktidarlarını geniş halk kitleleri gözünde “meşrulaştıran” paralel bir mekanizma ile de egemenliklerini sürdürürler. Antonio Gramsci bu yapıya Sivil Toplum der ve bunun da bir Hegomonya biçimi olduğunu savunur. Ve ona göre, yaşamın her alanında ama özellikle de ihmal edilmiş olan kültürel alanda, ya da Sivil Toplum alanında da bir Kontra Hegomonya oluşturulmadan, ne İtalya’da ve ne de Avrupa’nın geriye kalmış olan ülkelerinde, devrim yapılamaz.
İtalyan Komünist Partisi’nin önemli liderlerinden bir olan Gramsci’nin bu yaklaşımı, Karl Marx’ın “alt yapı/üst yapı” belirlemesinden, çok öte bir şeydir. Öte yandan, üst yapı yâni kültürel hayatla ilgili açık öngörüleri olan Lenin’den de farklı bir yaklaşım göstermektedir. Her ne kadar da Hegomonya ve entelektüeller ile ilgili olarak Gramsci’nin görüşlerinin temelini, Lenin’in ünlü Ne Yapmalı’sının oluşturduğu biliniyorsa da Lenin’de kültürel faaliyetler, ekonomik ve siyasal mücadelenin yanında ikincildir. Oysa Gramsci, ekonomik ve siyasal mücadeleye koşut olarak; egemen kültür karşısında bir Kontra Hegomonya oluşturulması fikrini savunur. Okur, Marx’ın yazdıklarından alt yapının üst yapıyı belirlediği anlamını çıkarır. Gerçi Engels buna katılmaz ve 22 Eylül 1890 tarihinde Bloch’a yazdığı mektupta şöyle der:
“ Gençlerin zaman zaman ekonomik yana gereğinden daha çok ağırlık vermelerinden, Marx’la benim de kısmen sorumlu tutulmamız gerekir. Hasımlarımız karşısında, onların yadsıdığı ana ilkeyi vurgulamamız gerekiyordu ve etkileşime katılan obür etkenleri onlara uygun ölçüde vurgulayacak ne zaman, ne yer, ne de fırsat bulabildik…. Ama ne yazık ki yeni bir teorinin ana ilkelerini her zaman doğru bir biçimde olmasa bile benimser benimsemez, o teoriyi tümüyle anladıklarını sananlar pek sık görülüyor. Şimdilerde yeni “marxist “ olmuşların bir çoğunu bu kınamaların dışında tutamam; çünkü en şaşırtıcı saçmalıklar o çevrede üretiliyor…”131
Yukarıda adını andığımız Ne Yapmalı’da ise Lenin de aydınların önemine dikkat çeker:
“ … Sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup, gelişmiştir… Marx ve Engels’in kendileri de burjuva aydın tabakasına mensupturlar.”132 “ Modern sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerine kurulabilir… Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır… Bunu entelektüel olarak daha gelişmiş olan ve koşulların elverdiği yerlerde modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan…da bunlar olmuşlardır.”133
Ne var ki Gramsci’nin söylediği, farklı bir şeydir. Engels özeleştiri yapsa bile Marx’ın metinlerinden çıkan ya da genel olarak anlaşılan, alt yapının üst yapıyı belirleyeceği iddiasıdır. Lenin’de ise üst yapı ile ilgili kaygılar, ikincil önemdedir. Oysa Gramsci’de ekonomik ve politik hegomonya kadar, en az onlar kadar önemli bir diğer hegomonya da kültürel hegomonya’dır. Bir biriyle, koşut olarak…
Beri yandan, K.Marx; ünlü Alman İdeolojisi’nde, entelektüel gelişmenin, bireyin özgürleşmesinin temeli olduğu anlamına gelen, şeyler söyler:
“… Bireyin gerçek entelektüel zenginliğinin, tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu, açıktır. İşte yalnız bu yolladır ki ayrı ayrı her birey, kendi çeşitli ulusal ve yöresel sınırlarından kurtulacak, bütün dünyanın üretimiyle …pratik ilişkiler içine girecek ve… her alandaki bütün dünya üretiminden yararlanma yeteneğini edinecek duruma gelebilecektir.”134
Peki, Gramsci’nin Hegomonya “teorisi” onu marxizm’den uzaklaştırıyor mu? Hayır… “Marxist felsefenin, büyük bölümüyle, hâlâ oluşturulması gerekmektedir.”135 Gramsci 1920’lerde, kapitalist toplumun, İtalya gibi bir ülkedeki, özgün tahlilini yapmaktaydı ama nerede ise bütün Batı Avrupa’nın gerçekliğini yakaladı, diyebiliriz.
Nitekim, Gramsci’den otuz beş - kırk yıl sonra, komşu Fransa’dan çıkan bir başka düşünür, Althusser Devletin İdeolojik Aygıtları adını verdiği bir kavram geliştirir. Althusser’e göre, burjuva devleti, egemenliğini salt güç kullanımı ile sağlamaz. Bunun yanında, dini, öğretimsel, ailevi, hukuki, siyasal, sendikal, haberleşme ile ilgili, ve kültürel alanlarda hergün ürettiği ve egemen kıldığı ideolojik “aygıtlar”la da toplumu yönlendirir ve kendisini meşru kılar. Devlet’in baskı aygıtının yanında yürürlükte olan bu ideolojik aygıtla da koşut olarak mücadele edilmeli ve ideoloji hergün yeniden üretilmelidir. Çünkü, ideoloji üreten, toplumu etkiler.136 Althusser, kitabın sonundaki dipnotlar arasında, açıkça, kendisinin geçtiği yoldan daha önce geçmiş tek düşünürün, Gramsci olduğunu, ancak onun “Sivil Toplum” önermesinin, kuvvetli bir sezgi olmasının ötesinde, düşünsel olarak sistemleştirilememiş olduğunu ileri sürer.137
E- GRAMSCİ: GELENEKSEL ENTELEKTÜELLER – ORGANİK ENTELLEKTÜELLER:
Gramsci, “intelect” kullanmak anlamında, “herkes entelektüeldir ama toplum içinde herkes entelektüel fonksiyonu görmez” der!138 Ama önce, entelektüel tanımını ikiye ayırır:
-
Kendilerini ayrı ve bağımsız bir sınıf sanan, “fil dişi” kulelerinde oturup, hayatın dışında deyim yerinde ise ahkâm kesen Geleneksel Entelektüeller, ki son tahlilde bunlar egemen sınıfların hizmetindedirler.
-
Günlük hayatta, her gün yaşamın içinde halk kitleleri ile organik bağlar oluşturmuş bulunan Organik Entelektüeller ki onun adını andığı kontra hegomonyayı oluşturacak olan, bunlardır.
Konunun ayrıntılarına girmeden önce, Antonio Gramsci’nin ayrı, özgün, “kopmuş” bir entelektüel tanımından çok, her sınıfın kendi entelektüelleri olduğuna inandığını belirtelim. “Feodalitenin bile iktidarının meşruiyetini sağlayan fikirler üreten kendi entelektüelleri vardır.”139 Bu tanımlama kadar ünlü olmamakla birlikte, Gramsci’de bir ikinci entelektüel ayrımı daha vardır:
-
Kentli (Urban) Entelektüeller
-
Kırsal (Rural) Entelektüeller…
Kentli entelektüeller, sanayi ile birlikte ve paralel olarak gelişir ve talihi ona bağımlıdır. Bağımsız bir otoriteleri veya yapısallaşmaya ilişkin ayrıntılı bir planları yoktur. Bunlar, sanayi yöneticileri olup, sanayi yönetimi kadrosu arasındadırlar.(Teknisyenler, mühendisler, küçük yöneticiler v.s.)
Kırsal entelektüeller ise büyük oranda “geleneksel entelektüeller” olup, kırsal halk, kasaba nüfusu ve küçük burjuvaları ile bağlantılı olup, kapitalist sisteme karşı ayrıntılı bir harekete geçebilmekten çok; kırsal nüfusla birlikte, yerel yönetim organları ile de ilişki içindedirler. Kırsal alanda, kırsal nüfusa bu gibi entelektüeller bir tür sınıf değiştirme özlemi ve örneği olarak hitap ederler. Veya bunu temsil ederler… (Kasaba hekimleri, öğretmenler, yerel avukatlar, din adamları v.s.)
Kentli entelektüeller ise sanayi çalışanları üzerinde politik bir etki oluşturamazlar ve hatta bazen, sanayi çalışanları arasından çıkan “organik entelektüeller” tam tersine onları etkileyebilirler.140
Ne var ki Gramsci’yi entelektüeller konusunda asıl literatüre sokan katkısı, yukarıda andığımız, Organik Entelektüeller tanımlamasıdır.
“ Bu kavşak noktasında önemle not etmek gerekir ki, Gramsci entelektüeller hakkında yazmaktaydı, atıf yaptıkları bilim adamları ya da fildişi kulelerde oturup, akademik dergilere kendi gibilerin okuyacağı yazılar yazan akademikler değildi.”141
Peki, nedir entelektüel?
“Herkes entelektüeldir ama sosyal hayatın içinde bu fonksiyonu görmez” tespitini, kendisi şöyle izah etmekteydi: “ Herkes bazen bir çift yumurta kırıp yağda kızartabilir veya ceketindeki bir söküğü dikebilir. Ama herkes terzi ya da aşçı olduğunu iddia edemez.”142
Organik entelektüeller, toplumun tümü üzerinde dominant olmak ve yönetenlerin hegomonyasının toplumun geri kalanı üzerinde tatbik edilebilmesinin, bir anlamda yönetenlerin moral meşruiyetinin sağlanmasını üretmek üzere, yöneten sınıfın eğitim sisteminden, yetişirler. Ve fakat, bir elit oluşturmazlar, her günün günlük hayatı içinde yer alırlar. “ Yeni entelektüel modu, bundan sonra güzel konuşmakla (belâgatla) ilişkili değildir… Ama pratik hayata, sadece basit bir konuşmacı olarak da değil; kurucu olarak, organizatör olarak, sürekli bir ikna edici olarak aktif katılımla ilgilidir.”143 Çalışan sınıfın entelektüellerinin pratik hayata aktif katılımlarının amacı, Gramsci’nin gelişmesine katkıda bulunduğu felsefe uyarınca, bir kontra hegemonya yaratıp, var olan sosyal ilişkileri yıkmak üzere, teori ve pratiği, gündelik hayatla bağlantılı yeni bir felsefe yaratmaktır.144
Organik entelektüeller yalnızca yöneten sınıfın yetişirdikleri arasından (yazar burada örnek olarak, Marx, Lenin ve Gramsci’nin kendisini gösteriyor) çalışan sınıfların yanına gelmezler, Çalışan sınıf, bunları kendi de yetiştirebilir.
Bu entelektüeller, “bugün burada, yarın ötede” yaşamazlar. “İçimizden biri” dedirtecek şekilde ve sürekli olarak halkla birlikte yaşarlar, halk ile kendi aralarındaki ilişkileri güçlendirmek için sürekli çalışırlar, ortak, bölüşülebilir çıkarlar yaratırlar. Amaçları, kişisel ilerleme değil, insanlığın daha iyi yaşamasıdır.145 Gramsci’nin felsefesi, doğrudan doğruya elitist ve otoriter felsefelerin, reddidir.146
Geleneksel entelektüeller’e gelince… Gramsci’ye göre bunlar, kendilerini otonom, bağımsız ve dominant bir sosyal grup olarak görürler. Otonom ve bağımsız da “görünürler”! Ama bu bütünüyle kendilerine verdikleri, sanki de tarihsel bir devamlılığı olan bir sosyal grupmuşlar havasından ibarettir. Kendilerini yöneten gruba karşı sanki de bağımsızmışlar gibi düşünmek hoşlarına gider ama bu bir mit ve illüzyondan ibarettir. Esas olarak toplum içinde yöneten sınıfın tutucu bağlaşıkları ve yardımcılarıdırlar.147
Antonio Gramsci’nin bir komünist olduğunu, bilmeyen yok! Marxist literatürden bir nebze olsun nasiplenmiş olanlar, ne söylendiğini anlamakta, hiç zorlanmazlar. Althusser’in de Yapısalcı Marxist diye bilindiği, inkâr edilemez bir gerçek…
Ne var ki hiç de komünist olmayan, Açık Toplum fikrinin önde gelen savunucusu, liberal Karl R. Popper de şöyle diyor: “Bilim adamlarının ve entelektüellerin ne kadar az şey bildiğimizi anlamalarını sağlamayı, çok isterdim… Hiçbir şey bilmiyoruz-bu birincisi.
Bu yüzden alçakgönüllü olmalıyız-bu ikincisi.
Bilmediğimiz halde bildiğimizi iddia etmemeliyiz- bu da üçüncüsü.”148
Şimdi, entelektüel ve siyaset bahsine geçebiliriz…
F- ENTELEKTÜEL VE SİYASET:
“ Tarihsel materyalizm ve dialektik materyalizmi entelektüeller (Marx ve Engels) kurdu, bunun teorisini entelektüeller (Kautsky, Plehanov, Labriola, Rosa Luxemburg, Lenin, Gramsci) geliştirdi… Değişmiş ve değişecek olan şey, entelektüel emekçilerin sınıf kökenidir, entelektüel nitelikleri değil!”149
Gramsci, “insanoğlunun yaptığı ve yapabileceği hiçbir şey yoktur ki entelektüel faaliyet alanının, dışında olsun” der…150
Marx mıydı söyleyen, yoksa Lenin mi, doğrusu hatırlamıyorum ve bu kadar alıntı ile dolu bir yazı içinde, bir dipnot daha eklemek için, yerimden bir daha kalkıp, kitaplığın rafları arasında boğuşmaya gitmeye, gerçeği söylemek gerekirse ne hevesim var, ne de ihtiyacım. Zira yazacağım cümle, insanların inanmak üzere herhangi bir otoriteye baş vurmak gereksinimi duyamayacağı kadar, gerçek:
“İnsanoğlunun yaptığı ve yapacağı hiçbir şey yoktur ki, bir biçimde siyaseti, ya da siyaset onu etkilemesin!”
Kimindi bu cümle? Hatırladınız, değil mi ey okur? Şimdi bu cümlenin, Gramsci’den yukarıya alınan alıntının, yine Gramsci’nin Sivil Toplum ve Hegomonya kuramlarının, ve Louis Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları kuramının ışığında; Gramsci’nin organik ve geleneksel entelektüel tanımlarını da dikkate alarak; entelektüel ile siyasetin ilişkisi ne olmalıdır, sorusunun yanıtını, kendi kendimize verebilir miyiz?
Gramsci’nin tanımına göre Geleneksel bir entelektüel iseniz, politikada ne işiniz var? Fildişi kulenizde oturup, kendinizin seçkin, dominan, otonom ve bağımsız olduğunuz illüzyonu ile oyalana oyalana, kâh pasifizminiz ile kâh doğrudan doğruya yönetenlere hizmeti sürdüreceksiniz. “Avam” ile sizin aranızda, kalite farkı var, ne demezsiniz?! Dediğinizi anlamıyorlar… Gidip, ayak takımından oy dilenmek, ya da anlamayacağını bile bile, derdinizi anlatmaya çalışmak, size yakışır mı?
Popper böylelerini ne güzel anlatıyor: “ … Ne yazık ki entelektüeller arasında başkalarına gösteriş yapma ve onları… bilgilendirmekten çok kandırma isteği son derece yaygındır. Birer önder, birer peygamber olarak sahneye çıkarlar; biraz da peygamber gibi- yaşamın, dünyanın ve insanların, tarihin ve varlığın karanlık gizemlerinin bildiricisi gibi sahneye çıkmaları beklendiği için… Peygamberlik söz konusu olduğunda ise, bundan her entelektüelin en bariz şekilde uzaklaşmasının bir ödev olduğunu düşünüyorum.”151
Ama yok, eğer Organik bir entelektüel iseniz, zaten halkın arasında onlarla günlük hayatı paylaşarak yaşıyor, değerlerinizi paylaşıyor, ortak çıkarları temsil ediyor, elinizde bulunduğunu sandığınız gücü de bilgiyi de size onların verdiğini biliyor ve onlarla farklaşmanıza neden olan bilgi birikiminizi de onları aydınlatmak üzere kullanarak, yazıyor, çiziyor, konuşuyor, oyun sahneliyor, film çeviriyor; velhasılı kelâm, halkınıza olan borcunuzu bir biçimde ödemeye çalışırken, hakim sosyal ilişkileri de değiştirmeye çalışıyorsunuz. Ki o zaman da isteseniz de istemeseniz de, zaten siyasetin içindesinizdir.
Parti ve devlet hakkındaki görüşleri bilinen Althusser’in, siyasete karışmayan ya da dışlanan entelektüel hakkında yazdıkları, ilginçtir.
“ Birçok noktalarda doğru bilgiler ve fikirler öne süren, ama örgütlü etkin halk katmanlarıyla her türkü organik ilişkiden yoksun, ya da tüm savaşım örgütlerinin dışında bırakılan Souvarine ve Castoriadis gibi tek tek bireyler çeşitli eleştiriler, hatta kimi zaman halk hareketleriyle uyumlu perspektif, örgütlenme, uygulama ve mücadele taslakları dile getirdilerse bile, bu yalıtılmış bireylerin işçiler ve yığınlar üzerinde etkisi ne olabilirdi ki?... Sonra partideki deneyimleri kendilerini partiden soğuttuğu için oradan çıkan düşkırıklığına uğramış küskünlerle, hiç partiye girip çıkmadan, yaygın ideolojik söylentilerin etkisi altında her zaman hayal kırıklığına uğramış, küskün ve itirazcı olmuş olanlar arasında oldukça belirgin bir ayırım yapmak da gerekir… Partide hiçbir deneyim yaşamadan, daha baştan buruk olan küskün, deneyiminden değil, mizacından dolayı hayal kırıklığına uğramış bir küskündür. Yalnızca kendi vicdanının rahatlığı içinde düşünmekten başka bir şey, yapmaz.”152
Entelektüel, kendini siyasetten soyutlayamaz….
Dostları ilə paylaş: |