Ardından yürüdüler ağır ağır, ezginlikle,
Ninem, babam, annem, halam ve oğlu...
.................................................................
Öğlene doğru ninem döndü,
Daha daha kocalmış,
Babamla annem döndü,
Gözleri hâlâ nemli.
Şimdi sormanın vakti değildir diye,
İçimde büyüyen çocukça bir merakla
Bekledim, bir şey sormadan kimseye.
Halamla oğlu gelmediler o gün,
Gelmediler...
Ertesi gün de, daha, daha ertesi gün de...
Yedi yaşında bir çocuktum henüz,
Ve aklım kesmiyordu her şeyi belki,
Ama, İstanbul’un sözünü etmeleri,
Tren demeleri yettiydi. Ne hikmet...
Dalları sokağa taşan armut ağacını,
Bir cömertliktir bürümüştü o yıl. Hayret!
Hep bekledik halamın oğlu gelir diye,
Gelir tırmanır diye bekledik,
Çocukça bir içtenlikle...
Oysa ne halam döndü ne de oğlu.
Arap şarkısı gibi bitmek bilmeyen,
İçli içli ötüşünü artık özlediğimiz,
Kumru da gelip konmadı bir daha,
Dalları sokağa taşan armut ağacına.64
Kosovalı şair Fikri Şişko da Bir Gün adını verdiği şiirinde çocukluk yıllarından şu anılarını canlandırmaktadır:
bir gün
bir yıl
ben çocukken
gittiler...
yiğirmi, otuz senelik
komşularımız
iyiliği, kötülüğü
neşeyi, acıyı
beraber yaşadığımız,
paylaştığımız
çok defalar bir sofrada ekmek
yediğimiz
ramazan gecelerine, beraber
sevindiğimiz
bayram baklavasını beraber
yediğimiz
uzun kış gecelerinde derin
saatlere dek
sıcak odada tağar yanında
merhaba oturmuş sohbet ettiğimiz
komşularımız, dostlarımız
bir gün
bir yıl
ben çocukken
gittiler
...............................................
bugün cuma
aylardan mayıs ayı
aklıma geldiniz siz
komşularım, dostlarım
Mahmut bakal, Neki tekerlekçi
Süliman tatlıcı, Raif sinemacı
amcam
....................................................
gittiniz gurbet yollarına
ki siz
selâm verdiniz mi
canı gönülden?
dostlara, kalanlara
elveda derken
neydi niyetiniz
geçen bir dünde
gelen yarınlarda
yeni gün, yeni nafaka gelecek
sanırken
sordunuz mu kuşlara gurbet
acısını?
...........................................................
bir gün
bir yıl
ben çocukken
gittiniz gurbet yollarına
eski komşularımız
dostlarımız
amcam...
bugün cuma
aylardan mayıs ayı
hatırladım sizleri
sizler
ÖZGÜRSÜNÜZ!!65
Çok uzaklarda kalmış memleket unutulmuyor, hatta yılların geçmesiyle, yaşların ilerlemesiyle o topraklar idealize edilmekte, oralarda geçen çocukluk, gençlik çağı göçmenlerin hayallerinde yüceltilmektedir. Dünya gözüyle oraları bir kez olsun gidip görmek, eski anıları tazelemek, her yaşlı göçmenin vazgeçilmez bir arzusudur. Özlemini çektiği memleketini ziyarete giden bir göçmenin yolculuğunu Makedonyalı yazar Fahri Kaya, Mezarlık adlı hikâyesinde şöyle canlandırmaktadır:
"O gün uluslararası otobüs istasyonu, Papaz Çeşmesi mahallesi sakinlerinden bir grup erkek, kadın ve çocukla doluydu. Şaka değil, Sadık Ağa otuz yıl sonra memleketine gidiyordu. Doğup çocukluk ve gençlik günlerini geçirdiği Rumeli’ye. Önemli bir olaydı bu. Papaz Çeşmesi’nde günlerce konu olan bir olay.
Hepsinin içini büyük bir heyecan kaplamıştı. Bu heyecan, kimilerinde komşuları sadık Ağa’nın yıllardan beri kafasına taktığı bu isteğinin gerçekleşmesinden, yakınlarının da onun acaba bu uzun yolculuğa dayanabilecek mi diye içlerinde olan korkudan ileri geliyordu. Uğurlayanlar arasında, Sadık Ağa gibi bu yolculuğa çıkamadıklarına üzülenler de vardı. Hemşerilerini yolcu etmeye çıkan Papaz Çeşmesi mahallesi sakinlerinden çoğunun Sadık Ağa’dan istekleri vardı. Karapotur Ahmet:
"Sadık, köye varınca bizim eve de bir uğra. Bak, Koca Mitko’nun oğlu Slavço evimize iyi bakıyor mu?" dedi.
"Bizim eve de uğra", diye bağırdı Karapotur’un arkasında duran Uzun Ali.
Hamdi Ağa, buralara göç etmezden bir yıl önce ark boyunca ektiği kavakları merak ediyordu.
"Sadık be unutma, buralara gelirken ektiğim o kavaklara bir göz at. Ne durumda olduklarını bir gör" demişti.
Uğurlamaya gelen öteki hemşerilerinin de benzer dilekleri vardı. Üstelik bunlar, Sadık Ağa’ya ilk kez söylenmiyordu. Bu yolculuğa hazırlandığı günden beri mahalle kahvesinde olsun, cami avlusunda olsun, hemşerileri Sadık Ağa’ya çeşitli isteklerde, daha doğrusu ricalarda bulunuyordu...
Otobüsün hareket edeceği sırada Sadık Ağa’nın çocukluk arkadaşı Hamid Ağa yanına sokuldu ve:
"Sadık, geçen gün de söyledim, şimdi de giderayak tekrarlayayım, köye vardığında ilkin mezarlığa uğra ve ölülerimize bir Fatiha oku. Unutma", dedi.
"Unutur muyum hiç? Zaten köye girmeden önce mezarlığın yanından geçeceğim", dedi Sadık Ağa.
Çok geçmeden otobüs hareket etti...
Sadık Ağa, göçmenliğin ilk yıllarında bir müteahhitte çalışmış, sonra da yirmi yıl boyunca gece bekçiliği yapmıştır:
"Evet, yirmi yıl gece bekçiliği yapmıştı Sadık Ağa. Geceleri bekçilik yapar, gündüzleri uyuyordu. Aslında onun için gece gün, gün de gece olmuştu. Eh ne yapsın. Kısmeti buymuş. Memlekette durumu daha iyiydi. Tarlaları, bahçeleri, bağı ve saray gibi evi vardı. Ama kör olası göç söküntüsü başlamıştı bir kere. Köyleri bir yıl içinde tamamen boşaldı. Kimileri mülk ve malını satabilmiş, kimileri de, satamadıklarını bırakıp göç etmişti. Yeni vatanlarına göç ettikleri ilk yıllarda, hiç pahasına sattıkları veya hibe ettikleri mülk ve mallarının acısını çekiyordu. Dedelerinden kalma o güzelim cennet misali topraklarını, bağ bahçelerini bırakıp da gecelerin bir yarılarında göç ettikleri gerçekle zor uzlaşabiliyordu. İyi ama zaman her şeyi üstelemişti. Her şeyin acısını unutturmuştu. Sadık Ağa her şeyi unutmuş, her zorluğa katlanmış, birçok alışkanlıklarından vazgeçmişti. Günün birinde köyünü ziyaret etmek niyetinden başka...
İşte şimdi, ilk fırsattan yararlanarak otuz küsur yıl önce terk ettiği köyünü ziyaret etmeğe gidiyordu. Bu yolculuğa çıkmasında çocuklarının da payı vardı. Onlar, babalarını yıllardan beri çektiği özlemden kurtarmak istiyorlardı"...
Sadık Ağa, köyüne ulaşır, fakat yıllarca düşler kurduğu o sıcak evleri, çocukluğunda koştuğu o sokakları, bağ bahçeleri bulamaz, göçten önce bir mübarek yer olarak bilinen köy mezarlığını da bulmakta zorluk çeker. Otuz yıl boyunca hasretini çektiği, hayallerinde yaşatmış olduğu, gönlünde yüceltmiş olduğu o cennet memleket, güzel bir rüyadan başka bir şey değilmiş meğer. Zaman her şeyi üstelemişti:
"Şimdi Sadık Ağa’nın içinde bulunduğu otobüs uçup gidiyor... Sınır kapıları, köy ve şehirler bir bir ardında kalıyordu...
Sabaha karşı köylerine en yakın şehre vardı. Otogarda otobüsten inince, etrafını taksi şoförleri sardı. Bu, inanamayacağı ilk şeydi. Otuz küsur yıl önce, göç ettiklerinde bu şehirde üç beş resmi araba ile İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma birkaç kamyondan başka motorlu taşıt yoktu. Şimdi ise otogarda son model otobüsler, Türkiye’deki gibi bir sürü taksiler... Her zamanki gibi köye kadar yayan gitmeye kararlı olduğundan taksicilerin saldırmalarından zorlukla kurtulabildi. Otogardan çıktı...
Köyün yolunu tutmakta kararlıydı. Önünde iki saatlik yol vardı...
Çok geçmeden uzaklarda köy göründü. Az sonra köye varabilmek için dereyi geçmesi gerekecekti......
Dereyi geçebilmek için ayakkabılarını çıkarıp paçalarını sıvamaya hazırlanırken derenin yukarı kısmında kocaman bir köprü gördü. Oraya doğru ilerledi ve köprüye çıktı. Köprünün ortasına gelince köye bir bakış attı. Gördüğüne inanmıyordu. Bakışlarıyla köyü birkaç kez sağdan sola, soldan sağa taradı. Eski bir ev görmedi...... "Eyvah köyden iz kalmamış" diye kendi kendine düşündü. Derenin yukarki kısmından ayrılıp suyu köy altındaki değirmenlerin çalışması ve ovanın sulanması için yarayan arktan bile bir iz yoktu... Köprüden köye doğru asfaltla döşeli yol üzerinde ağır ağır yürüdü. Ayaklarında prangalar varmış gibi zar zor adım atıyordu.. Birdenbire içine büyük bir hüzün çöktü. Böyle bir resimle karşılaşacağına hiç, ama hiç umut etmiyordu. Sadık Ağa’nın karşısında sadece adını korumuş bir köy vardı. Gördüğü köy, adı eski, yeni bir köydü. Köyde Sadık Ağa’nın anılarını tazeleyecek hiç bir şey kalmamıştı..." İyi ki adını da değiştirmemişler" diye düşündü...
Bir ara bulunduğu yerde durdu. Daha ileri gitsin mi gitmesin mi diye bir ikilemdeydi.. Birden bire çocukluk arkadaşı Hamdi Ağa’nın, her şeyden önce mezarlığa gidip ölen ecdatlarına fatiha okumasına dair tembihi aklına geldi. Asfalt yolun soluna saptı. Eski ark yanından geçen patikanın mezarlığa gideceğini tahmin etti. Öyle oldu. Çok geçmeden mezarlığa vardı. Burada gördükleri az önce seyrettiği manzaradan daha acıydı. Mezarlığın üçte ikisi üzerine futbol alanı kurulmuştu. Aralarında, Sadık Ağa için yabancı olmayan bir dilde konuşan bir küme delikanlı top peşinde koşuyordu. Mezarlığın kalan kısmı ot içine bürünmüştü. Ne mezarlardan ne de mezar taşlarından bir iz vardı. Mezarlığın bir köşesinde ot içine bürünmüş sadece musalla taşını görebildi. Eski köy mezarlığının burada bulunduğunu kanıtlayan tek nişan buydu. Gözleri tamamen karardı. Bele kadar büyümüş otlar içinden zorlukla geçerek musalla taşına kadar gitti. Burada ölülerin ruhuna üç kez El Fâtiha, üç Kulüvallah okudu. Dua ederken gözleri yaş dolmuştu...
Gördüklerinden sonra düş kırıklığına uğramıştı. Vaktiyle köyde yaşayanların ebedi evleri olan mezarlığa karşı bu uygarlık dışı hareketten çok üzülmüştü... Mezarlıktan ayrıldı. Köyün eteğinde bulunan ilk evlere kadar geldi. Asfalt döşeli sokak arasından evlerinin bulunduğu yere doğru baktı. Gördükleri bildiği bir mahalle değildi. Sadece mahalle değil, köy bile çocukluğundan, gençliğinden bildiği köy değildi. Eski evlerin hepsi yıkılmış, yerlerine koskocaman büyük evler dikilmişti. Kerpiçten değil, tuğladan yapılmış güzel evler. Ama buna karşın bu evler köyün eski evleri kadar güzel, sıcak ve sevimli değildi.
Köye girmekten vazgeçti. Gerisi geri köprüye doğru ilerledi. Köprünün ortasında bir kez daha durup köyü seyretti. Hayır, bu onların köyü değildi. Bu, köylerinin yerinde kurulmuş bambaşka bir köydü. Köyünü görüp, eski evlerinde birkaç gece yatma düşleri paramparça olmuştu... Geldiğine bin pişmandı. Kurduğu düşler içinde yaşasaydı, daha mutlu olacaktı. Köyünden değil, atalarının mezarlığından bile iz kalmamış... Şimdi köyleri hakkında Papaz Çeşmesi’ndeki hemşerilerine ne diyecekti...Gözleri gittikçe yaş doluyordu...
Geldiği gibi geri döndü. Şehre de girmedi. Otobüs istasyonunda kaldı. Geldiği otobüsün ertesi sabah geri döneceğini öğrendi. Geceyi otogarın yanındaki bir parkta geçirdi. Sabah erken otobüs istasyonunun büfesinde karnını doyurdu. Bir sade kahve içti...
Birkaç saat sonra otobüs geldi. Bir gün önceki yolcusunu gören şoför:
"Ne o amca. İşlerin çabuk bitti anlaşılan" dedi.
Sadık Ağa başına gelenleri, derdini anlatacak durumda değildi. Sadece:
''Mezarlık! Mezarlık! diyebildi."
Şoför ve yolcular Sadık Ağa’nın mırıldanmasından hiç bir şey anlamadılar.
Otobüs doğuya doğru yol aldı. Sadık Ağa, Papaz Çeşme mahallesindeki evine, ailesine, yakınlarına dönüyordu.
Bu defa gidişin, yeniden buraya dönme umudu yoktu. Artık her şey düşlerden bile silinmeye başladı... Bu, Sadık Ağa’nın köyünden tamamen kopmasıydı." (Kısaltılmıştır)66
XX. yüzyılın ikinci yarısı da Balkan Türkleri ve Müslümanları’nın hayatında huzursuzluklarla dolu bir dönem oldu. İkinci Dünya Savaşı biter bitmez Yunanistan’da iç savaş patlak verdi. Bulgaristan’da komünist diktatörlüğü aldı yürüdü. Yüzyılın sonlarında Yugoslavya’nın dağılmasıyla Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya halkları, kendilerini savaş içinde buluverdiler. Berlin Duvarının yıkılmasıyla Doğu Bloku ülkelerinde rejim değişikliği gerçekleştirildi.
Söz konusu dönemde Bulgaristan’dan Türkiye’ye üç büyük göç oldu. Bu göçlerin ikisi, 1950-1951 ve 1968-1978 yılları arasındakiler, Türkiye ile Bulgaristan arasında ikili anlaşmalar sonucu gerçekleştirilen göçlerdi. Üçüncü göç ise eşi görülmemiş bir göçtü. Sayılı saatler, sayılı günler içinde Bulgaristan Türk’ü evinden barkından koparılıp sınır dışı edildi. Utanç trenleri, araba ve kamyon kervanları Türkleri güneye, Türkiye’ye taşımaya başladılar. Büyük Göç olarak tarihimize geçen bu göçün hazırlığı Bulgar yöneticiler tarafından on yıllar önce başlamış 1989 yaz aylarında da uygulamaya geçilmiştir. 1950’lerin sonlarında komünist rejim idarecileri Türkler’e ve Müslümanlar’a baskıları arttırmıştır. Önce Müslüman Romanlar’la (Çingeneler’le) Pomaklar’ın adları Bulgar adlarıyla değiştirilmiştir. Kanlı olaylarda sayısız şehit verilmiştir. Artık sıra Türkler’e gelmişti ve bu gün de geldi çattı. Aralık 1984 tarihinde Bulgaristan çapında Bulgar Devleti’nin silâhlı güçleri, askeriyle polisiyle Türkler’e karşı harekete geçirildi. Kısa bir süre içerisinde Türkler’in de adları Bulgar adlarıyla değiştirildi ve Bulgaristan’da Türk olmadığı dünyaya ilân edildi. Nice ölenler oldu, hapishanelere nice gönderilenler oldu; Tuna’da Belene adası Türklerle dolup taştı. Türk halkına baştan başa tüm Bulgaristan hapishane oluverdi... Ailede dahi, Türkçe konuşmak yasaklandı. Bulgarca konuşamayanlara sağlık hizmeti verilmedi...
Gelişen olaylar karşısında dünya kamuoyu Bulgaristan Türkler’ini yalnız bırakmadı. Türkiye Yazarlar Sendikası da Bulgar Yazarlar Birliği’ne mektup göndererek vahşetin durdurulmasını istedi. Bulgaristan Türkler’ine uygulanan soykırım, başta Türk edebiyatı olmak üzere Balkan Türkleri’nin edebiyatında yankısını buldu. Soykırım acıları şiirleştirildi... Balkan Türk sanatçıları da Bulgaristan Türkler’inin uğradığı felâkete karşı dayanışma içindeydiler. Batı Trakya şairi Ali Rıza Saraçoğlu, Bulgaristan’da uygulanan soykırıma karşı isyan ederek, Bulgar Çorbacı, Bu Kin Sönmez adlı şiirinde bu isyanı şöyle dile getirdi:
Dostları ilə paylaş: |