Türk’üz dediniz…73
Bulgaristan Türkler’ine işlenen barbarlıklar, bazı Bulgar aydınlarını düşündürmüyor, korkutmuyor değildi. Uygulanan siyaseti doğru bulmayanlar da vardı. 1989’un yaz aylarında Türkler’in Türkiye’ye göçe zorlanması tüm şiddetiyle sürdüğü günlerde, çalışmakta olduğum Bulgar Bilimler Akademisi Balkanoloji Enstitüsünde ara sıra toplantılar yapılıyor, cereyan etmekte olan olaylar bu toplantılarda tartışılıyordu. Böyle toplantılardan birinde Türkoloji mezunu Dr. Antonina Jelâzkova, Türklere uygulanan siyaseti sert bir dille eleştirmiş, sonra da Demokratsiya gazetesinde yazdığı bir yazısında ülkeyi yönetenlere şöyle seslenmişti: "Durun! Kendinize gelin! Türk azınlığın adlarını, dilini, kültürünü ve insan haklarını iade edin ve (ettiklerinizden vazgeçerseniz) eminim ki ülkemizi rezil eden bu korkunç insan selleri kesilecektir".74
Prof. J. Grigorova da o günlerde memleketine ailesini görmeye gittiğinde insanlık dışı olaylara tanık olmuş ve “Bulgaristan, bu ayıbı, bu lekeyi 100 yılda da alnından silemez” diyerek ülkeyi yöneten siyasîlerin çılgınlığına ve bunları destekleyen ve alkışlayan bilim adamlarının aklına hayret ettiğini söylüyordu. J. Grigorova, memleketindeki Türk komşularının sayılı saatler içerisinde göçe zorlandıklarını görmüş ve siyasetten haberleri bile olmayan bu sıradan, bu merhametli insanların büyük telâş içinde oldukları hâlde, ahırlardaki hayvanlarını da düşünerek açlıktan ölmesinler diye ormana salıverdiklerini; yumurtadan yeni çıkmış civcivlerin de daha bir müddet yaşayabilmeleri için evin önünde bir tepsiye darı, birine de su bırakıp bundan sonra göç yollarına çıktıklarını büyük bir duygusallıkla bu toplantıda anlatmıştır.
1984-85 yıllarında da Türkler’in adlarının Bulgar adlarıyla zorla değiştirildiğine tanık olan bir Bulgar öğretmen ailesinin de yaşadıkları ilginçtir. Ailenin kızı, Bulgar Bilimler Akademisinde Felsefeci olan dostum şunları paylaşmıştı: “Babam İslimiye dağlarındaki Türk köylerinden birinde öğretmenlik yapıyordu. Köydeki Türklerle dostluk kurmuş, annem de komşu Türk kadınlarıyla iyi anlaşıyor, birbirlerine gidip geliyorlardı. Bulgarlaştırma günlerinde yapılan vahşiliklere tanık olmuşlardı. Bu olaylardan sonra Türkler, annemle babamdan uzak durmaya, görüşmemeye başlarlar.
Babam, yaşlı öğretmen, köy kahvehanesine girdiğinde kahvehane sessizliğe gömülüyor, hiç kimse onunla sohbet etmiyormuş. Sokaktan geçerken Türk anneler babamı görür görmez çocuklarının kolundan tutarak onları hemen içeriye alıyor, pencerelerinin perdelerini de çekiyorlarmış. Bu manzaraya dayanamayarak annem ve babam köyü terk etmek zorunda kaldılar ve Sofya’ya geldiler. Şimdi iki aile küçücük bir dairede oturuyoruz. Yaşlı babam hiçbir yere çıkmıyor, içeriye kapanmış, olup bitenleri düşünüyor, Türkler’in yaşadıkları insanlık dramına üzülüyor. Türkler bizi affetseler de dünya affetmeyecek, tarih affetmeyecek. İşlenen cinayetlerin ağır bedelini erken veya geç bir millet, bir devlet olarak ödemek zorunda bırakılacağız” diye anlatıyordu bayan dostum ve cereyan etmekte olan olaylardan üzüntüsünü gizlemiyordu.
Bulgarlaştırma sürecinin beşinci yılında, 1989’un yaz aylarında yeni bir kıyamet kopuverdi. Bulgaristan Türkleri kafileler hâlinde sınır dışı ediliyordu, güneye, Türkiye’ye gönderiliyorlardı... Şair Nevzat Yakup Deniz de sınır dışı edilenlerden biriydi ve Bulgaristan-Türkiye hududundaki durumu şu dizelere dökmüş:
GÖÇMEN
Yepyeni bir kırmızı pasaport
Anılarla yüklü bir iki
Valiz
Ve gümrüksüz
Gardiyansız
Ardına dek açık
Cömert kapılar…
Merhaba özgürlük!75
O günlerde Kapıkule sınır kapısı mahşer yerine dönüşüvermişti... Filim yöneticisi ve yazar Yavuz Yalınkılıç’ın Es Bre Deli Rüzgâr Es adlı şiirinden bir parça okuyalım:
Dostları ilə paylaş: |