Edebiyatimizda balkan acilari hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu Ankara-2009



Yüklə 0,78 Mb.
səhifə31/41
tarix05.01.2022
ölçüsü0,78 Mb.
#70580
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   41
Sıvasızdır evleri

Macırlar geleli

Sıva yüzü gördü evleri.
1913'te Anadolu'yu dolaşan Macar seyyah Béla Horvath da muhacir köylerindeki evlerin sıvanmış olduğunun, yerlilerin köylerindekilerin ise olmadığının tâ uzaktan fark edildiğini gezi notlarında belirtmiştir.115

Yapmış olduğumuz araştırmalardan Bulgaristan'ın Filibe'ye bağlı köylerinden gelmiş eski göçmenlerin anılarından da şunları verelim:

"Biz Filibe’nin Üstüna (Ustina) köyünden gelmiş eski muhaciriz. Geldiğimizde bizi Denizli'nin köylerine gönderdiler. Burada evlerimizi memleketteki gibi yaptık, avlularımızda da fırınlar yaptık. Buğday unundan mayalı ekmek yaparak bu fırınlarda pişirmeye başladık. Ekmek somunları bir karış kabarıyordu. Yerli köylülerden kimileri: "Ekmek böyle yapılmaz, ekmek böyle pişirilmez." diyerek tarlalarımızda ekinlerimizi yaktılar... Sonra bizden öğrendiler, onlar da bizim yaptığımız gibi ekmek yapmaya başladılar. Zamanla aramızda yakınlaşma oldu, dostluk kuruldu, türlü türlü yemekler yapmayı da birbirimizden öğrendik."116

Arşivimde türlü konularda anılar, anlatılar buluyorum. Neriman Arda'nın şu anlatısı çok ilginç:

"Selânik'te evli teyzem vardı. Mübadelede Türkiye'ye gelmişler, çevrelerindeki yerli halkın düşünce tarzını çok iyi öğrenmişlerdi. Yıllar sonra biz de Bulgaristan'ın Kırcaali şehrinden göç ettiğimizde, teyzem: "Rumeli'den getirebildiğiniz mücevherlerinizi, elmas küpelerinizi, altın dizilerinizi takınıp süslenip de düğüne bayrama çıkacaksınız. Şimdi değil de yıllar sonra takınırsanız yerli kadınlar demesinler: Muhacir geldiklerinde hiç bir şeyleri yoktu. Türkiye'ye geldiler de mücevher nedir, altın nedir gördüler, süslenmeyi de bizden öğrendiler... İnanın, bunu diyebilirler... Rumeli'de iken, suyun ötesindeyken hiç bir şeyimizin eksik olmadığını, Rumeli Türkleri’nin de varlıklı olduklarını görmeleri için mücevherlerinizi şimdi takınmalısınız" diye annemlere öğütte bulunuyormuş. Uzun yıllar annemler her düğünde bayramda süslenirlerken hep teyzemi anıyor, onun öğütlerini bizlere anlatıyorlardı."

Balkanlar'dan gelen göçmenlerin Anadolu'ya yeni değerler kazandırdıklarını Béla Horvath şöyle sıralıyor:

"Muhacirlerin gelmesi Anadolu için son derece yararlı bir gelişme. Bir yandan düşük olan nüfus yoğunluğu, öte yandan çalışkan ve kültürel olarak kalkınmış katmanlar ülkenin zenginleşmesini sağlıyor. Muhacirler geldikleri ülkelerden kendileriyle beraber Anadolu'dakinden kesinlikle daha gelişmiş iş araçları ve kaliteli tohumluk getiriyorlar. Ülkeye her gelen göçmen ailesine 25 dönüm ve her çocuk için 5 dönüm daha ilâve olunuyor. Bu, ekilen arazinin fazlalaşmasına da imkân veriyor ve ülke zenginleşiyor"117

Türk Devleti, yüz binlerle ifade edilen göç hareketlerini iyi değerlendirmiş, her büyük göçte göçmenlere kolaylıklar sağlamış, yardımda bulunmuştur. Bu, Balkan göçlerine verilen önemin bir göstergesi olarak nitelendirilmektedir. Anadolu'daki gayrimüslimlerin Balkanlar'dan gelen göçmenlerin Anadolu'nun gayrimüslimlerle meskûn bölgelerine yerleştirilmesine gösterdikleri tepkileri, yabancı temsilciliklere asılsız şikâyetleri Türk Devleti’nin iskân siyasetini etkilememiştir. Yaşar Nabi Nayır da göçün ülkeye taze bir kan aşısı olduğunu, Balkan Türk köylülerinin medenî seviye bakımından Orta ve Doğu Anadolu köylülerimizden farklı olduğunu belirtmiştir. Muhacirlerin Anadolu köylerine iskânı ülkeye canlı bir hareket uyandıracağını ve genel köy seviyesinin kalkınmasına neden olacağını yazmıştır.

Türkiye koşullarına uyum süreçlerinde göçmenler, nostalji denen özel bir psikolojik durum yaşamışlardır. 1950'lerin ortalarında Yugoslavya'dan serbest göçmen olarak İstanbul'a gelmiş bilim adamı İsmail Eren dostumuz yıllar önce şunları paylaşmıştı:

"Serbest göçmen olarak İstanbul'a geldik. Memleketteki taşınmaz mallarımızı Sırp kökenli bir profesöre bıraktık. Profesör dürüst adam çıktı, hattâ mallarımızdan topladığı kirayı bile bize gönderiyordu. Biz İstanbul'a gelirken taşınır mal varlığımızdan gereğini getirdik. Güzel bir ev aldık, onu dayadık döşedik. Ben üniversitede çalışmaya başladım. Araştırmalarımı sürdürdüm, çok geçmeden yazılarım da yayımlanmaya başladı. Dışarıdan bakıldığında her şey yoluna girmişti. Ama nostalji denen bir güç var ya...İstanbul sokaklarında yürürken "Ben neredeyim?..." diye sık sık kendime soruyordum. Yanımdan geçen insanları bir başka görüyordum. Gözlerim İstanbul'un güzelliklerini bile görmüyordu. Bu özel durumdan birkaç yıl sonra çıkabildim."

Aynı yıllarda göç etmiş, İstanbul'da yayın evi sahibi Üsküplü bir dostumuz da şöyle anlatıyordu:

"Serbest göçmen olarak İstanbul'a geldiğimiz ilk yıllarda Galata köprüsünden geçerken duraklıyor, denize bakarak en kötü, korkunç şeyi yapmak aklımdan geçiyordu. Bu durumdan çıkmak hiç de kolay olmadı. Birkaç yıl sonra Allah’ım da: "Al, kulum!" dedi, işlerim yoluna girdi. Ama memleketi bir türlü unutamadım. Çocuklarım İstanbul'da doğdular, memleket özlemi nedir, bilmezler."

Uyum sürecini yaşayan göçmenlerin Türkiye'de doğmuş çocukları ve daha sonraki kuşaklar, anne ve babalarının, yaşlıların anılarını, anlattıklarını acı bir geçmiş olarak ailelerinde, göçmen çevrelerinde dinliyor, ama yakınlarının gelmiş oldukları memleketlerin, ülkelerin bile nereleri olduğunu birçokları bilmiyorlar: "Ben de göçmen kökenliyim, benim de ailem Balkanlar'dan gelmiş" veya "Benim ailem de mübadelede Türkiye'ye gelmiş" demekle yetiniyor ve başka bilgileri olmadığını söylüyorlar. Göçmen kökenli olmayan kuşaklar arasında da (uzmanlar ve ilgililer dışında) Türk Dünyası, Balkan Türkleri ve bunların göç kaderi hakkında bilgi sahibi olanlar yok gibi. Böyle bir bilgisizliğin Türkiye’mizde okullarda günümüze kadar uygulanmış olan eğitim programlarındaki birtakım boşluklardan kaynaklanmış olduğu düşünülebilir. Örnek vermek gerekirse şu gerçek olayı anlatalım: "Bundan birkaç yıl önce Ankara’daki üniversitelerden birine Makedonya’dan bir Türk profesör, misafir hoca olarak ders okutmaya dâvet edilir. Ailesiyle birlikte gelen profesör, Batıkent semtinde bir daire kiralar. Çok geçmeden komşuluklar, yerli ailelerle birbirine ziyaretler başlar. Komşulardan genç bir ailenin çay sohbetlerinden birinde: "Siz henüz 20 gün oldu Türkiye’ye geleli. Bu kısa sürede Türkçe’yi öğrenebildiniz, artık bizim gibi Türkçe konuşuyorsunuz" demeleri, Makedonyalı misafirleri hayrete düşürür ve "Biz de Türk’üz, ana dilimiz Türkçe’dir. Balkan ülkelerinde bir hayli Türk yaşamaktadır..." biçiminde konuşarak yerli genç dostlarını bilgilendirmeye çalışırlar.

Balkan göçmenlerinin Türkiye’de yeniden yuva kurmaları, kendilerine iş, aş bulmaları hiç de kolay olmamıştır. Makedonyalı yazar Fahri Kaya’nın Asıl Güçlükler Sonradan Başladı adlı hikâyesinde bir göçmen ailenin durumu şöyle dile getirilmektedir:

„Asıl güçlükleriniz bundan sonra başladı diyorsun?“

„Evet, asıl güçlüklerimiz bundan sonra başladı... İstanbul’da kiralık ev bulmak güçtü, ama bu sorunu çok uzak bir akrabamız sayesinde çözdük.“

„O da mı sizin gibi göçmendi?“

„Evet, o da göçmendi. Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buralara gelen göçmenlerden.“

„Düşen daldan, anlar haldan, dememişler boşuna... Ne de olsa göçmen. Böyleleri dert ortağı olabilir.. Onların da başından aynı şeyler geçmiş...“

„Hayır öyle değil. Bildiğim kadar İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buraya göç edenlerin durumu bizimkinden çok farklıydı. Onlar bizler gibi buralara apar topar gelmedi. Hazırlıklı geldi. Mal ve mülklerini değerlendirerek ceplerinde üç beş kuruşla buralara göç etti. Gelmezden önce de eş ve dostları sayesinde buradaki yuvalarını ayarladı... Biz buralara kellemizi koltuğumuzun altına alarak geldik. İçimizden, nerelere gittiğimizi ne yapacağımızı bilen bile çok azdı. Gidiyoruz dedik ve tası tarağımızı toplayarak geldik buralara... Buralara bizden önce gelenlerden bâzıları böyle telâş içinde gelişimize şaşıyordu. Hatta bu yüzden bizi kınayanlar da oluyordu...“

„Yok canım..“

„Evet, evet, kınayanlar da vardı... Bir gün büyük ağabeyimle İkinci Dünya Savaşı’ndan önce buralara göç eden eski bir komşumuzu ziyaret etmeye gittik. Hem ziyaret eder hem de ilk günlerde ayakta kalabilmek için kimi öğütlerini alır diye düşünmüştük... Evlerine vardığımızda komşumuzun hanımı bizi çok soğuk karşıladı. Hatta bir ara neye geldik, oralarını neye bıraktık, buralarını cennet mi sanıyoruz, nasıl geçineceğimizi hiç düşündük mü, diye bir sürü soru sordu. Bizi azarlamak ister gibi bir tutumu vardı... Söylediklerini dinlerken bize ikram ettiği lokum boğazımızda kalmıştı... Sorularına karşılık vermedik, çünkü ne diyeceğimizi bilmiyorduk. Biz, bizler için o ağır günlerde, kendilerinden yardım, destek ve cesaret beklerken onlar bizi korkutuyordu... İşte böyleydi o günler...“


.................................................................................................................

''Ama buraya gelmenizin büyük bir sorun, büyük bir dert, anlatılamayacak kadar büyük bir acı olduğunu anladım da asıl güçlüklerinizin buraya vardıktan sonra neye başladığını anlayamadım...“

„Evet asıl güçlükler bundan sonra başladı... Birçok şeyi olduğu gibi bunları da düşünememiştik.. Ya da düşünmek istemedik...“

„Bu güçlükleriniz yeni ortama alışmak zorluğundan mı kaynaklanıyordu?“

„Yok be kardeş. Biz buralara kaynaşmaya, ortama uymaya geldik... Bu bir sorun değildi. Asıl sorun karınlarımızı doyurmak sorunu oldu...“

„Yani kazanç sağlayacak bir iş bulmak, demek istiyorsun?“

„Kazanç değil, karın doyuracak bir iş bulmak, kardeş.“

„İş bulmak zor mu oldu?“

„Çok zor.. Bildiğin gibi buraya üç kardeş geldik... İçlerinden en küçüğü bendim... Ağabeyim, memleketimizde hukukçu olarak çalışıyordu.. Ama onun okuduğu ve bildiği burada beş para etmiyordu... Memleketimizin hukuku ile bu memleketin hukuku arasında dağlar kadar fark vardı. Bu nedenle, ağabeyimin mesleğiyle uğraşması için hiç şans yoktu...“

„Ya öteki kardeşin?.. Onun bildiği bir iş yok muydu?“

„O memleketimizde müzik okulunu bitirmişti? Memlekette iken buraya geldiğinde öğrenimine konservatuarda devam etmek hayaliyle yaşıyordu... Türk asıllı göçmen olarak devletten bir burs sağlayıp yüksek öğrenim sahibi olabileceğini düşünüyordu... Çok geçmeden bunun büyük bir yanılgı olduğunu anladı... Gerçekte bu da, buralardaki durumu iyi bilmediğimizi gösteren örneklerden biriydi... Diyorum, kafamızda yalnızca buralara gelmek düşüncesi vardı... Burada ne yapacağımızı, geçimimizi nasıl sağlayacağımızı hiç düşünmemiştik. Düşünemezdik de... Düşünebilseydik belki her şey başka türlü olurdu...“

„Peki konservatuara yazılamadı da başka bir iş bulamadı mı?“

„Günlerce aradı. Her çeşit işi yapmaya hazırdı. Ama bulamıyordu. O yıllarda iş bulabilmek için birinin arkanızda olması gerekiyordu. Bizim, bizi tavsiye edecek bir tanıdığımız, arkamızda duracak bir kişimiz, sizin anlayabileceğiniz dilde torpilimiz yoktu....“

„Uzun zaman mı işsiz kaldı?..“

„Vallahi epey. Halkın demeyeyim, ama yerli esnafın o yıllarda bize karşı bir güvensizliği vardı. Yeni gelmişsin, yabancısın... Kimiz neyiz diye bilmedikleri için bizleri yanlarına pek yanaştırmıyorlardı. Halbuki biz gelenler çalışkan ve saf insanlardık. Ayrıca yaşadığımız memleketteki rejimler bizleri kural ve kanunlara karşı saygılı olmaya alıştırmış ve zorlamıştı. Üstelik biz Rumeliler karınca ezmez, yufka yürekli insanlarız... Bunu halk türkülerimizden de anlamak zor değil...“

„Halk türkülerini bırak da geçiminizi nasıl sağlamaya başladığınızı anlat bakalım... Merak ediyorum...“

„Anlatayım. Büyük ağabeyim her sabah erkenden evden çıkıp, Aksaray’ı, Fatih’i, Beyazıt’ı, Sirkeci’yi, Eminönü’nü ve İstanbul’un daha birçok semtlerini dolaşıp kendine bir iş arardı... Becerebileceği her işi kabul etmeye hazırdı. Başta, tezgahtar olarak iş bulabilseydi, çok mutlu olacaktı. Fakat günlerce hep boşuna dolaşıyordu. Akşamları, ayaklarına su inmiş, eli boş eve yorgun argın dönünce hepimiz üzülürdük. Ama en çok üzülen yengemizdi. Evet yengemiz. Başında üç erkek vardık. Üçü de işsiz... Eh gene yaramı deştin be!...“

„Beni bağışla.“

„O günleri hatırladığımda hep böyle olurum.“

„Peki o günlerde ne yapıyordunuz?“

„Nasıl ne yapıyorduk?! İş arıyorduk, diyorum sana...“

„Onu anladım. Yani ne yiyip içiyordunuz, demek istiyorum.“

„Memleketten getirdiklerimizi.. Göç ederken, memleketteki yetkililer bir teneke tereyağı, bir teneke peynir, onar kilo fasulye ve pirinç gibi bâzı şeyleri beraberimizde götürmeye izin vermişlerdi. Hatta bir teneke bal bile getirebilirdik. Bundan başka devlet göç eden her kişiye belli bir miktarda döviz para çıkarabilmesine de izin veriyordu. Ama hazırdan yemenin ne demek olduğunu herhalde bilirsin...“

„Evet, hazır para çabuk gider... Peki ağabeylerinden hangisi ilk olarak çalışmaya başladı.“

„İlk olarak ben çalışmaya başladım..“

„Yapma... Bu nasıl oldu?“

„Anlaşılan şans meselesi... Büyük ağabeyim kendine iş ararken bir gün Davutpaşa’da bir bakkala uğramış. Adam ağabeyimi kimsin, nesin, nerdensin diye soruşturmaya başlamış... Ağabeyim daha iki kardeşiyle birlikte buralara yeni göç ettiğimizi, işsiz olup her türlü iş görmeye hazır olduğumuzu söylemiş. Adam azacık düşünmüş ve bir ara sonra en küçük kardeşin yarın sabahtan işbaşı yapmaya gelmesini söylemiş. Ağabeyim benim çocuk denecek bir yaşta olduğumu söylemiş. Adam kaç yaşında olduğumu sormuş. On üç on dört yaşında olduğumu öğrenince, tamam demiş. Kendisinin de vaktiyle o yaşlarda çalışmaya başladığını söylemiş...“

„O da mı buralara göçmen olarak gelmiş?“

„Sonradan anladım, o da bizler gibi göçmenmiş?“

„Sizin memleketten mi?“

„Hayır. Rumeli’den değil. Malta’dan buraya göç etmişler. Ama çok eskiden. Yanılmıyorsam, Balkan Savaşları öncesinde. Ben kendisine çalışmaya başladığım yıl altmış, altmış beş yaşında olduğuna göre o da buralara on, on beş yaşlarında gelmiş olmalıydı. Sarışın, yuvarlak yüzlü, saçına çoktan ak düşmüş, cılız bir adamdı. Ömrünü bir mahalle bakkal dükkânında değil de devlet işinde memur olarak geçirmiş bir kişiyi andırıyordu... Müşterilerini her zaman dudağında hafif bir gülümsemeyle karşılar ve uğurlardı. Gerçekten efendi ve çok uysal bir adamdı...“

„Hemen işe başladın mı?“

„Hem de nasıl. Aslında ağabeyim o akşam eve döndüğünde benim için bir iş bulduğunu söylediğinde yarı mutlu, yarı üzgündü. Hiç olmazsa birimize iş bulunduğundan mutluydu. Diğer taraftan ailenin en küçüğü olarak benim çalışmak zorunda olduğuma gönlü hiç razı değildi. Memleketimizden buralara göç ettiğimiz yıl ortaokulun son sınıfındaydım. İsteğim burada, bu büyük şehirde, liseye yazılmaktı. Bunu ağabeyim de çok iyi biliyordu. Ama neylesin evdeki hesap çarşıya uymaz derler ya. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Evde gerçekte yağ, peynir, fasulye, pirinç, bizim oranın meşhur kırmızı biberi vardı ama ekmek parası tükenmişti. Son günlerde evde et, sebze meyve görülmez oldu. Ekmek parası, ekmek... İşte böyle bir durumda çalışmayacaksın da ne yapacaksın?...

.........................................................................................................................

„İşe gideceğim gün sabah erken kalktım. Her zaman bizden erken kalkan yengemizin hazırladığı kahvaltıyı yaptıktan sonra ağabeyimle, bakkal dükkânına varmak üzere evden çıktık. Yengem işim hayırlı olsun diye bir şeyler okudu, ardımdan bir tas su döktü... Dükkâna bakkal sahibinden önce varmıştık. Ama çok geçmeden patron da geldi. Beni tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra saçlarımı okşadı. Dükkâna önce o, ardından da ben girdim. Ağabeyim her günkü gibi iş aramaya gitti. Biraz sonra müşteriler gelip gitmeye başladı. Şuna şunu ver, ona bunu ölç derken öğlen oldu. Gelen giden azaldı.

Öğlen namazı sıralarında dükkân sahibi evden getirdiği öğle yemeğini yemeğe başlayınca bana baktı ve evden öğlen yemeği getirip getirmediğimi sordu. Getirmediğimi söyledim. Önce önündeki yemeğe baktı. Sefer tasında bir kişilik yemek vardı. Alnına dayadığı sol elinin baş ve orta parmağını kaşlarının üzerinde gezdirirken sağ eliyle çekmeceyi çekti ve buradan bir elli kuruş çıkarıp bana verdi. Biraz aşağıda bir aşçı dükkânı olduğunu oraya gidip bu parayla karnımı doyurmamı söyledi... Ama yarın için yemek evden getirmemi tembih etti... Teşekkür ettim ve elli kuruşu var gücümle avucumda sıktım. Bu, göç ettiğimiz günden beri avucuma geçen ilk Türk parasıydı.... Birdenbire kendimde bir güven hissettim. Bu parayı hak etmediğimi biliyordum, çünkü elli kuruş o zaman çok paraydı, ama ne de olsa bunun harcadığım, daha doğrusu harcayacağım emeğin bir karşılığı olduğunu hissettiğim için çok, ama çok mutluydum...“

„Herhâlde o gün yediğin o öğle yemeği, hayatının en tatlı yemeklerinden biri oldu...“

„Evet gerçekten en tatlı, en lezzetli bir öğlen yemeği olabilirdi. Ama yemedim. Parayı harcamadım...“

„Nasıl? Neden?...“

„Bakkal dükkânından çıktıktan sonra aşçıya doğru yürüdüm. Elli kuruşu hâlâ avucumda sımsıkı saklıyordum. Aklıma ev, yengemiz, kardeşlerim geldi. Sabah evden çıkarken yengemizin ağabeyime bugün için kuru fasulye kaynatabileceğini, fakat ekmek almak için parasının kalmadığını söylediğini anımsadım. Aşçıya giden yolda birdenbire daha yavaş yürümeye başladım. O yıllarda elli kuruşla üç ekmek alınabilirdi. Birden bire içimi bir gam kapladı. Ben aşçıda öğle yemeği yiyeyim de, onlar evde ekmek derdi mi çeksinler?! Hayır!

Aşçıya girmemeye karar verdim. Vitrine bakmadan yanından geçtim. Çevre yolla gerisin geri, dükkâna döndüm. Dükkânın sahibi çabuk döndüğüme biraz şaşakalmış olmalı ki, yedin mi diye sordu. Yediğimi söyledim....Gözlerime bakarak yanıtıma inanmadığını anladığını hissettim. Yemek yediğime inanmamıştı. Belki elli kuruşu tuttuğum sağ elimin hâlâ cebimde olduğundan...“

„Ama bunun üzerinde fazla durmadı herhâlde.“

„Yok yalnızca kiloyla sattığımız lokumlardan birkaç tane almamı söyledi. Birkaç tane değil yalnızca bir lokum aldım, ardından da bir bardak su içtim... İşte o günümü böyle geçirdim. Aç kaldım sanma o gün çalışabildiğim için ve eve elli kuruş götürebileceğim mutluluğundan karnımın aç olduğunu hissetmedim bile. Günüm de çok çabuk geçti. Gerçekte akşam üzeri işimiz biraz fazla oldu ama çok yorulmadım...“

„Eve vardığında seninkiler elli kuruşa herhâlde çok sevindiler?“

„Sevinmez olurlar mı?! Bu elli kuruşun ayrı ve büyük bir değeri vardı. Eve vardığımda ağabeyimler ve yengemizin beni dört gözle beklediklerini gördüm. Acaba bakkal beni beğendi mi, acaba işe dayanabilecek miyim, ne oldu, ne bitti diye merak içindeydiler. Dükkândan eve kadar avucuma adeta yapışan elli kuruşu yengeme vererek, her şeyi teker teker anlattım... Yengemin gözleri yaşardı.. Benden başka konuşan yoktu... Ağabeyim, annemizin benim çok talihli bir çocuk olduğumu söylediğini anımsadı. Doğduğum yıl babamızın işleri çok iyiye gidiyormuş... Yahu, neye sen bugün durup dururken beni böyle konuşturuyorsun... Sen Malatyalısın, sen bizim göçümüzü zor anlarsın...“

„Doğru.“

„Vaktiyle buralardan oraya şimdi de oradan buraya göç ettik. Ama bir daha Rumeli’ye dönmek yok... Yok, anlıyor musun?.“

“Evet ama Rumeli hâlâ sende yaşıyor. Anılınca heyecana kapılıyorsun. Huzurun bozuluyor. İçini bir özlem kaplıyor. Ah Rumeli, ah memleketim, diyorsun. Öyle değil mi?...“

„Eh...“"118
Uyum sürecinde göçmenlerin işleri yavaş yavaş yoluna giriyor, rahat nefes almaya başlıyorlar. Fakat sıla özlemi onları bir türlü bırakmıyor. Ahmet Kadir'in Mektup başlığını verdiği şiirini okuyalım:


Yüklə 0,78 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   41




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin