Bir ezan vakti bitti memleket
Ak kâğıda kara yazı yazmak hüner değil
Gurbeti vatan bil de göreyim…”104
Cevat Çapan’ın da Giritten Bir Mübadil adlı şiirinden şunları okuyoruz:
“Deniz kıyısındaki,
o ahşap ev yıkılmadan,
taşlığında acı suyunu
kova kova çekip
taraçaya döken yorgun ihtiyar
Girit’ten getirdiği kitaplarını
kiloyla eskiciye satmadan
teneke kutularda karanfil yetiştirir,
nargilesini fokurdatırdı denize karşı.
Deniz yumuşak dalgalarla,
sallar, uyuturdu evi.
Evdeki öksüz kızlarını düşünürdü adam,
kim bilir kimlerle evlenip
nerelere gideceklerini.
Arada bir gemi geçip giderdi
uzaktan
uzaklara.”105
Mübadillerin Türkiye'ye uyum süreçleri edebiyata da yansımıştır. Reşat Nuri Güntekin'in 1942'de, Sabahattin Ali'nin 1947'de yayımladıkları Ateş Gecesi ve Çirkince adlı eserlerinde Ege kıyılarındaki mübadillerin hayatı anlatılmaktadır.
Sevk edildikleri yerlerde göçmenlerin ilk arayışları, bırakmış oldukları memleketlerinin doğal güzellikleri ve iklimi ile ilgili olmuştur. Kırşehirli Zehra Balkanlı'nın Türkiye koşullarına uyum sürecinde başlarından geçenleri okuyalım:
"Biz 1950 muhaciriyiz. Kocabalkan'ın Eleni (Elena, Bulgaristan) kasabası yakınında bulunan Türk köylerindeniz. Köyümüzün varlıklı ailelerindendik. Orada mal mülk, ev bark bıraktık. Öküz arabasıyla göç yollarına çıktık. Bir arabaya ne kadar eşya yükletebilirdik ki. Sadece elimizde olan altınlarımızı götürmeliydik. Ama bunları da nerede saklayabilirdik, huduttan nasıl geçirebilirdik?... Bulgar-Türk hududunda aylarca bekletildik ve çok sıkıntılar çektik. Hudutta bekletilenler arasından hastalananlar mı olmadı, ölenler mi... Hudut boyunda, Bulgar toprağında iki yeni mezarlık oluşturuldu. Nihayet Türkiye'ye geçmemize izin verildi.
Türk toprağına geçenlere, ülkenin hangi bölgelerine gitmek istediklerini soruyorlar ve oralara gönderiliyorlardı. Babama da sorunca, babam: "Balkanın yeşilliğine, havasına, suyuna alışık köylüleriz. Bizi balkanı olan yerlere gönderin" dedi. Kırşehir'e gönderdiler. Köyümüzden öteki muhacirlerle birlikte Kırşehir'in yolunu tuttuk. Gide gide Kırşehir'e vardık. Ne görelim!...Karşımızda ne yüksek dağlar, ne de sık ormanlar var...Meğer, Türkiyelilerin dilinde "balkan" sözü, bizim bildiğimiz anlamda kullanılmıyormuş. "Babacığım, niye sen bizi buralara getirdin?" diye ablamla devamlı ağlıyorduk. Etraftaki bozkırlara, çıplaklıklara bir türlü alışamadık. Kalkıp köyümüzden öteki muhacirlerle birlikte memleketimize benzeyen yerler aramaya başladık. Çok yer değiştirdik, Anadolu'nun birçok yerinde kaldık. Sonunda yine Kırşehir'e döndük. Devlet burada bize arazi, arsa vermiş, daha başka yardımlarda da bulunmuştu. Hiç olmazsa bunları kaybetmeyelim, dedik. Çünkü kendi isteği ile yer değiştiren muhacirlere devlet, her türlü yardımı kesiyordu. Kırşehir'de bir muhacir mahallesi kurduk. Evlerimizi istediğimiz gibi yaptık. Etrafında bağ bahçe yetiştirdik ve yeşilliklere bürünerek bozkırları, çıplak tepeleri görmemeye çalıştık. Çoluk çocuk sahibi olduk, çocuklarımızı okuttuk. Böylece Kırşehirli olduk, Anadolulu olduk."106
Anadolu'nun çeşitli bölgelerine sevk edilirken göçmenlerin gelmiş oldukları yerlerin iklimine uygun olmayan yerlere gönderilmeleri, dağlıyı ovaya, ovalıyı dağlara sevk etmek gibi durumlar yaşanmış ve yeni yerleşim yerlerinin iklimine alışamayan göçmenler arasında birçok hastalıklar yaygın hâl almış, birçok ölüm olayları olmuştur.107 İskender Özsoy’un İki Vatan Yorgunları adlı kitabında Diyarbakır’a gönderilen mübadillerin başına gelenleri yazar Yaşar Kemal şöyle anlatıyor:
“Kadirli’den Hemite’ye gidip gelirken yolda bir incir ağacı, bir de yıkık baca görürdüm. Merak edip dururdum bu nedir diye. Yukarıda Cığcıc Köyü var, oraya gittim. Köyün yaşlılarına sordum nedir diye. Yaşlılardan, bir vicdanlı yaşlı söyledi: ‘Buraya mübadele göçmenleri geldi. Tarlalarımızın bir bölümünü bizden alıp onlara verdiler. Ama bizim köylüler durmadı, adamları rahatsız etti. Atlarını çaldık, arabalarını Ceyhan Irmağı’na attık, sonra kızlarını kaçırdık. Yapmadık rezalet bırakmadık. Bir sabah kalkınca gördük ki kimse kalmamış…’
Vicdanlı yaşlı köylünün anlattıkları bana çok dokundu. ‘Bu mübadele nedir?’ diye daha o zamandan aklıma düştü…
Bir şey daha var. Sonradan öğrendim. Diyarbakır’a yerleştirilen mübadele göçmenlerinin erkekleri sıtmadan ölmüş. Geride hatunlarıyla çocukları kalmış. Cenazeleri gömemedikleri için yaylalardan bizim Türkmenler inip onların ölülerini gömmüş, kokmasın diye… Mübadele sonucu Türkiye ve Yunanistan’dan yaklaşık iki milyon insan karşılıklı olarak doğup büyüdüğü yurtlarından ayrılıyor. Kolay iş değil… İnsanın yurdundan ayrılması yüreğinin kopması gibi bir şey.”108
Yeni köylerin oluşturulmasında yerli halkla göçmenler arasında bazı bölgelerde ara sıra anlaşmazlıklar, gergin durumlar da yaşanmıştır. Bursa'nın Şevketiye köyünden Mustafa dede anılarını anlatırken şöyle diyor:
"Biz eski muhaciriz. Bulgaristan'ın Tırnova bölgesinden geldik. Öküz arabalarıyla yolculuk yaptık." Boyunduruğu göstererek: "İşte bu boyunduruk o zamandan kalmadır, onunla öküzlerimizi arabaya koştuk, belki de yüz yıllıktır.
Devlet bizi Bursa tarafına göndermekle iyi etti. Buraları bizim memlekete benziyor. Ama zamanında yerli köylüler bize birçok sorun çıkardılar. Çok mücadele ettik, bu köyü kurduk. Etraftaki köylerin çoğu manav köyleridir. Bizi kıskanıyor, hasetlik getiriyor, her vesileyle de rahatsız ediyorlardı... Zamanla aramızda dostluk kurduk."109
Bursa çevresindeki göçmenler, yerli köylülere manav diyorlar. Bir gülmece türküsünden şu dörtlüğü okuyalım:
Dostları ilə paylaş: |