Bir muhacir kızıyım
İntikam yıldızıyım
Acı benim hâlime
Yüreklere sızıyım.
Atma beni, efendim
Ben de senin gibiydim
Gül bahçeli evimde
Gonca güller gibiydim.
Darağacı kuruldu
Ne arandı soruldu
Anam, babam, kardaşım
Hep bir günde boğuldu.
Kul et beni evine
Öksüz gönlüm sevine
Koğma beni kapından
Su dökeyim eline.
Doğrusunu söylerim
Ne arz kaldı, ne yerim
Bir lokmayı acıma
Yüreğimi ben yerim.
Dört tarafım karanlık
Bu mu acep insanlık
Her bir kapı kapalı
Hani eski âyanlık.
Ne ışık var, ne sadâ
Ne merhamet, ne vefâ
Söyle bana Ya Rabbî
Bu ne âlem, ne dünya.95
Söz konusu türkü, halk arasında çok yaygın olmalıymış ki günümüzde de sadece göçmenler arasında değil, Balkanlar'da kalan kimi yaşlılar tarafından da hâlâ bilinmektedir. 1989'un Büyük Göçünde Bulgaristan'dan gelerek Uzunköprü'ye yerleşmiş Kırcaali şehrinden Güler Arda, kendisi daha küçük yaştayken bu türküyü gözyaşıyla ninesinin söylediğini hatırlıyor ve: "Ninem bu türküyü kızlarına ve bize-torunlarına da öğretmişti" diyerek türküyü söylüyor.
Cami ve mescitler, medrese ve mektepler Rumeli'den gelmekte olan göçmenlerle tıklım tıklım dolunca, başka çareler de aranmaya başlıyor. Bu arada gazetelerde çıkan yazılarla da türlü önerilerde bulunuluyor. Meselâ, Şeyh Ahmet imzalı "Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ ve Evkâv Nezâreti'nin Nazar-ı Dikkatine" başlığı altında yayımlanan bir yazıda yiyecekleri, kömürleri, gazları, ekmekleri, çorbaları olan ve ekserîsinin boş olduğu bildirilen yerlerin, ya hastaneye çevrilmesini veya göçmen iskân edilmesini tavsiye ederek, örnek olması bakımından kendi dergâhının bütün odalarını göçmenlere tahsis ettiği bildirilmiştir.96 İstanbul halkı tarafından göçmenlere birçok yardımlarda bulunulduğu bilinmektedir.
Her iki savaşta yaşanan bu millî felâket daha sonraki yıllarda da ünlü sanatçılara konu olmuş, Rumeli Türkünün feryatlarını ifade eden eserleriyle göç olgusunu edebiyat tarihimize taşımışlardır. Reşat Nuri Güntekin Kirazlar adlı hikâyesinde Rumeli'den yola çıkan göç kervanlarıyla İstanbul'a gelen iki çaresiz yaşlının başından geçenleri, bu insanlık dramını büyük bir sıcaklıkla canlandırmıştır. Hikâyenin üçüncü bölümünden şunları okuyalım:
"Biz memlekette çok zengindik. Oğullarımız, kızlarımız, torunlarımız vardı. Balkan Harbinde kimi öldü, kimi kayboldu. Biz iki ihtiyar, Zehra ismindeki torunumuzla İstanbul'a geldik. Elimizde çoluk çocuk diye bir o Zehracık kalmıştı. Ölenlerin, kaybolanların sevgisini ona verdik. Memlekette dünya kadar malımız, mülkümüz olduğu hâlde İstanbul'da on parasız kaldık. Kocam çalışacak hâlde değildi. İstanbul'da bir iki hemşerimiz vardı. Onlar, ara sıra beş on para veriyorlardı. Üstsüz başsız kalmıştık. Zehracık dilenci çocuklarına dönmüştü.
Yedi sekiz yıl önce şu karşıki sokakta harap bir cami vardı. Karı koca onun bir köşesine sığınmıştık. Bir bahar günü bu bahçenin önünden geçiyorduk. Kirazlar olmuştu. Çocuk değil mi, yavrucak görünce kirazlara imrendi: "İlle de isterim!" diye ağlamaya başladı. Çocuk için birkaç kiraz istedim. Yüreksiz adam cevap bile vermedi, başını öte tarafa çevirdi. Zehracıkla yerimize döndük. Çocuk ağlar, ben ağlarım. Birkaç gün sonra başka çocuklar Zehracığı kandırmışlar, bahçeye kiraz hırsızlığına götürmüşler. Bahçıvan, çocukları görmüş, ellerinde taşlarla, sopalarla kovalamaya başlamış. Zehracığım hırsızlığa alışık değil; bahçıvanı görünce korkmuş; adam daha bir şey söylemeden, kendini ağaçtan atmış. Başcağızı taşa çarpmış.
Onun bu hâlini gören iyi kalpli bir adam, Zehra'yı kucağına alıp eve getirdi. Yavrumun sırma gibi saçları vardı; bu saçların bir parçası kana bulanıp alnına yapışmış... Üç beş gün sonra Zehracık büyük bir ateşle hastalandı. Gözleri şaşılaştı, kolları büzüldü. Belediye hekimini getirdik: "Çocuk ağaçtan düşünce başı zedelenmiş, beyin veremi olmuş. Ümit kesilmez, ama ben iyi görmüyorum", dedi. Yavrucuğum birkaç gün sonra ölüp gitti. Biz iki ihtiyar, kuru başımıza kaldık. Üç yıl sonra eski mallarımızdan bir kısmını bize geri verdiler. Yeniden zengin olduk. Fakat biz artık parayı ne yapalım? İhtiyar insanlar parayı oğulları, torunları için isterler, değil mi doktor oğlum? Mülklerimizin kirasını getirdikleri vakit iki ihtiyar ağlamaya başlarız. Bu paraları harcayacak kimimiz var ki? Başka yerlerde oturamadık. Sanırım ki Zehracık düştüğü şu kiraz ağacının altında gömülüdür. Kiraz mevsimi geldi mi, belki bir kaza olur, başka anacıkların da yüreği yanar diye, karı koca bekçilik ederiz. Ağaçlara kimseyi yanaştırmayız. Bu kirazlardan bir tanesini yemek istemeyiz. Zehracık onlardan bir tanecik için ağlayıp ölmüştü. Kirazlar olduğu vakit arabalara doldurur, onun mezarının bulunduğu yere götürürüz. Zehracığımın ruhu için, onları, para ile kiraz alamayan yoksul çocuklara sepet sepet dağıtırız."97
Göçmenler, geçici yerleşme yerlerinden kalıcı yerleşim yerlerine sevk edilmişlerdir. Genel olarak tüm Trakya bölgesi, büyük ölçüde Marmara ve Ege bölgeleri, kısmen Akdeniz ve İç Anadolu, Doğu Karadeniz bölgeleri ve çok az da olsa Batı Karadeniz ile doğu Anadolu bölgelerine iskân edilmişlerdir.98
Göç eden Rumeli Türkleri, ya eskiden var olan yerleşim yerlerinin dışında ayrı mahalleler oluşturmuşlar veya yeni yeni köyler kurmuşlardır. Yeni kurulmuş köy ve mahallelerin adlandırılmasında ya Padişah adına izafeten Mahmudiye, Hamidiye, Reşadiye, Aziziye gibi adlar, ya da rahata kavuşmaları umuduyla Refahiye, Kemaliye gibi adlar kullanmışlardır. Tüm bu adlarla onlar Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını ve minnettarlıklarını ifade etmek istemişlerdir.99
Göçmenler, bazı bölgelerde, meselâ Balıkesir'in Gönen ilçesinde kurdukları köy ve mahallelere, gelmiş oldukları yerlerden hatıra olan Filibe, Tırnova, Osmanpazarı, Plevne gibi adları vermişlerdir.100 Buraya şunu da eklemek gerekir ki Balkan göçmenleri Türkiye'de kendilerine yeni soyadları seçerken birçokları, gelmiş oldukları memleketlerini hatırlatacak birtakım bölge, yerleşim yeri, dağ ve ırmak adlarından oluşan soyadları almışlar ve almaktadırlar: Ahmet KOSOVA, Aysel BALKANLI, Erdoğan ÜSKÜP, Mehmet ARDA, Mustafa FİLİBELİ, Yaver KRİÇİMLİ, Murat MERİÇEL, Ahmet TUNALI vb.101
Kalıcı yerleşim yerlerine sevk edilirken akrabaların, ailelerin bazen bölündüğü de olunca, yeniden bir iç göç gerçekleşmiştir. Bu konuda Yunanistan mübadillerinden Zeynep Yoğuran, anılarını şöyle anlatıyor:
"Memlekette, Selânik'in Kareferye kasabasında, iki katlı evimiz vardı. Evimizin avlusu çok genişti ve içinde türlü türlü çiçekler ve meyve ağaçları vardı. Avlunun içinden, suyu berrak bir ark geçiyordu. Geldi Rumlar, evimize yerleştiler. Biz uzun zaman hayvanlarımızın ahırlarında barındık. Sonra Türkiye'ye geldik. İzmir'in İki Çeşmelik köyüne gönderildik. Dedem ve babam buraya alışamadılar, ille de Ankara'ya gidelim, dediler. Çünkü bizden önce gelen amcamı Ankara'ya göndermişler ve ona devlet işi vermişlerdi. Amcamla beraber olmak istediler. Devletin sağlamış olduğu her türlü yardımdan vazgeçerek Ankara'ya amcamın yanına geldik. Çok sıkıntılı yıllar geçirdik. Devlet, dedeme de babama da iş sağladı. Zamanla ev bark, mal mülk sahibi olduk. Memleketi de bir türlü unutamadık. Bu yaşa geldim geleli memleketteki evimizi, bahçelerimizi, avlumuzdan geçen suların şırıltısını unutamıyorum. O yerler hâlâ rüyama giriyor."102
Küçük yaşta mübadele acısını tadan İsa Erol da anılarını şöyle anlatıyor:
“Türkiye’ye gidileceği haberini alınca annemin telâş hazırlanışını hatırlıyorum. Şimdi bakıyorum da o dağ yollarını, dereleri nasıl aşmışız; nasıl Selânik limanı’na gelmişiz hayret ediyorum. Göç yollarında çok insan öldü. Kimisi çocuğunu bıraktı, kimisi dereye düşürdü. Açlık ve yorgunluk da cabası. Rüya gibi hatırlıyorum. Selânik’te bir iki gün çadırlarda kaldıktan sonra Dumlupınar Vapuru’na bindirdiler bizi. Civardaki köylerin halkı da bizim vapura bindirildi. Güvertede oturacak yer yoktu. Her yer, ambarlara kadar doluydu. Ayakta duruyordu herkes. Yola çıkışımız 1924 yılının ilk baharına yakındı. Güverteye tahtadan, plaj kabinlerine benzeyen tuvaletler yapmışlardı. Kadının biri çocuğunu bu tuvaletlerden denize düşürmüştü. Dumlupınar, Çanakkale Boğazı’nı geçtikten sonra yan yattı. Çok korktuk. Motorla üç kişi geldi. Makine dairesine inerek vapuru tamir etti. Meğer su tahliye motorları bozulmuş. Yolculuk iki gün sürdü. İstanbul’a gelince önce Tuzla’da karantinadan geçtik. Hepimiz yıkandık, aşılar yapıldı. Tuzla’da iki gün kaldıktan sonra Mimarsinan Köyü’ne gittik. Orada bizden çevre köylerden birini seçmemiz istendi. Bizim köyden gelenlerden bazıları Mimarsinan’da, bazıları Çatalca’da kaldı; bazıları da Terkos’a gitti. Bizim de aralarında olduğumuz grup deniz yoluyla Silivri’ye götürüldü.”
İsa Erol ile yapılan röportajda daha şu görüşler paylaşılıyor:
“Mübadeleyle atalarımızın yaşadığı yerleri bıraktık. Bu kolay bir şey değildi şüphesiz. Türkiye’ye gelince oradaki yaşantımızın çok basit olduğunu anladık. Mübadele, insanların zor karşısında daha iyi bir hayat için mecburen katlandığı bir hareket. Yaşadığı yerde huzur olsa niye yerini yurdunu değiştirsin ki insanoğlu? Mübadele bir sosyal rahatsızlığın sonucudur. Doğduğum yerleri özlemiyorum. Artık vatanım Türkiye.”
İsa Erol, yıllar sonra memleketini ziyaret etme imkânı bulunca fikrinin değiştiğini şöyle anlatıyor:
“Doğduğum topraklara ayak basınca çok duygulandım. Duygulanacağımı hiç tahmin etmiyordum. Ana vatanım Türkiye ama keşke mübadele olmasaymış, keşke hâlâ buralarda yaşasaymışız. Köyümü gördükten sonra biraz biraz fikrim değişti. Türkiye ana vatan ama buraları da iyi bir yaşam sürülecek yerlermiş. Ama artık yapacak bir şey yok…”103
Niyazı Akıncıoğlu’nun Midilli Adası’ndan Ayvalık’ın Cunda adasına sanki göç edenleri anlatan şiirinden de şu dörtlüğü okuyalım:
“Bir ezan vakti başladı gurbet
Dostları ilə paylaş: |